Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

FutbolZidane: Tutku&Zarafet

Zinedine Zidane bir süre spot ışıklarının altında değildi. Ait olduğu yere, Real Madrid teknik direktörü olarak döndü. L'Equipe başyazarı Vincent Duluc, Fransız efsaneyi Socrates'e yazmıştı.

Aslında denedi. Zinedine Zidane emekli olduğu 2006’dan itibaren futboldan kopmaya çalışsa da bunu asla başaramadı. En sonunda, Real Madrid’de ait olduğu yere döndü; oyunun kalbine, yıldızların hemen yanı başına.

Berlin Olimpiyat Stadı’nın ışıkları altında, futbol sahasındaki son adımlarını beklenenden biraz daha erken şekilde attığı 9 Temmuz 2006 akşamının üzerinden yaklaşık 10 yıl geçmişken Zinedine Zidane geri döndü. Yas tutmayı bilmeyen bütün eski futbolcular gibi, tanıdığı bir ışığın peşindeydi. Aslında bütün bunları unutmak istemişti ama anıları fazla büyük geldi. Yine de denedi, televizyon yorumcusu olmaya çalıştı. Fakat dâhilerin başına pek sık gelen bir şey onu da buldu; kendisine doğal gelen şeyleri başkaları için kelimelere dökerken tıkandı.

Futbolu bıraktıktan sonra, Zinedine Zidane seyahatlere çıktı, farklı işler yaptı, sıkıldı ve yıldızların ortasında, ışıkların altında geçen kariyerinin yerini dolduracak hiçbir şey bulamadı. Sonunda, yolun bundan sonraki kısmında ne yapacağına karar vermişti: Antrenör olacaktı. En başta mütevazı davranacak, sıradaki mesleğini gölgede kalarak öğrenecek, yeni keşifler yapmak için okula dönecek ve kapısının çalınacağı saati bekleyecekti.

Bu yüzden Zinedine Zidane’ın, yeni mesleğinde beş aydan kısa bir süre içerisinde Real Madrid ile Şampiyonlar Ligi’ni kaldıran bir antrenöre dönüşmesi birçok açıdan büyüleyici bir hikâye. Dünya tarihinin en büyük futbolcularından biri, dünyanın en büyük kulüplerinden birini yönetiyor ve bu öykünün tek ilginç tarafı bu değil. Burası aynı zamanda onun kulübü, ailesi, evi ve şehri. Ocak ayında, göreve gelişinin resmi olarak açıklandığı imza töreninde, eşi Veronique ve dört çocuğunu yanına almış ve gerçek ailesiyle burası arasındaki bağların derinliğinden bahsetmişti.

Büyük bir futbolcudan büyük bir teknik adam olur mu? Bu soru hemen herkesin aklına sıklıkla düşer ve “Evet” cevabı verenler genelde Johan Cruyff’u örnek gösterir. Olumsuz bakanların ortaya atabileceği örneklerin sayısı ise her zaman daha fazladır. Fakat buna rağmen Zinedine Zidane’ın teknik adamlık kariyeri rüya gibi başladı. Elbette işler sonsuza kadar böyle gitmeyecek, bütün antrenörler kaybeder, bir gün. Evet, o Zidane; ama kısa süre içerisinde, hızlı bir şekilde, o da aldığı sonuçlar ve verdiği kararlar üzerinden yargılanmaya başlayacak. Zaten Real Madrid’e teknik direktör olarak geldiği gün, kulüpten ayrılacağı ana da yaklaşmış oldu. Hayır, böyle söylememin tek sebebi 20 yılda 18 teknik adam değiştiren bir kulübün başına geçmesi değil. Bu aynı zamanda, seçtiği yeni mesleğin hayattaki bir getirisi.

“Büyük bir futbolcudan büyük bir teknik adam olur mu? Bu soru hemen herkesin aklına sıklıkla düşer ve “Evet” cevabı verenler genelde Johan Cruyff’u örnek gösterir.”

Zidane olmak, başkaları için yeterli olabilirdi. Fakat bir yandan da Zidane olmak demek; herhangi bir şeyle yetinmemek, sürekli kendinle yarışmak, yepyeni tehlikelere dalmak, farklı rekabetlerin peşinde koşmak ve her sabah kalktığında en iyi olabileceğin yeni bir şeyler bulmak anlamına geliyor. Ve ne yaşanırsa yaşansın, ister başarılı ister başarısız olsun, o her zaman Fransa futbolunun en büyük figürlerinden biri olacak. Ve bütün bunların mekânı olacak Real, bir yandan da tarihin akışını belirleyecek. O, danışılacak bir karakter olarak mı kalacak, yoksa iktidarı eline mi alacak? Fransa Milli Takımı için kriz anlarında başvurulacak bir yüz mü olacak, yoksa orta vadeli bir projenin başına mı geçecek?

Burada ufak bir ikiyüzlülüğe son verme zamanı. Futbol dünyasının büyük bir kısmı, teknik direktörler de dâhil olmak üzere, onun iyi antrenör olmasına çok az ihtimal veriyordu. Sorun, her zamanki gibi dehaların öğretici tarafıyla mı ilgiliydi? Bütün kariyerlerini zayıf yönlerini nasıl kapatacaklarını düşünerek geçiren sıradan eski oyuncular, Altın Top kazanan efsanelere göre her zaman antrenör olmaya daha hazırlıklıdır. Elbette, bu tam olarak Zidane için geçerli değil. Zira o Madrid’de, kendi seviyesine yakın oyuncularla birlikte.

Zidane’ın kim olduuğunu hatırladıklarında çalıştırdığı oyuncuların gözleri daha az kamaşıyor. Zidane da oyuncularını seyrederken daha az hayal kırıklığına uğruyor. Fakat şu sıralar elinde tuttuğu ‘Kutsal Kâse’yi korumak için başkaları kadar savaşmayacağı fikri, Zinedine Zidane’ın futbolu bıraktığı günden bu yana geçirdiği dokuz buçuk yılda yaşadıklarıyla pek uyuşmuyor.

Aradan geçen sürede dünyayı dolaştı, küçük şeyler keşfetmeye ve kendini unutmaya çalıştı ve ailesiyle birlikte Madrid’e demir attı. Uzun süredir ikinci hayatını kurabileceği yeni bir toprak arıyordu, en sonunda hiçbir şeyi değiştirmemeye, en iyi bildiği yerde kendini yeniden inşa etmeye karar verdi. Derslere gitti, diplomalar aldı, Real’de farklı görevler üstlendi, Jose Mourinho’yu yakından takip etti, Carlo Ancelotti’nin asistanı olarak çalıştı, arkasından Castilla’da ilk teknik adamlık deneyimini yaşadı. Mourinho ile birlikteyken çok fazla şey öğrenmedi. Aralarındaki bağ pek kuvvetli değildi; Fransız, Portekizli teknik adamın onun imajını kullandığını ve buna karşılık kendisine sorumluluk vermediğini düşünüyordu. Ancelotti’yle ise işler çok daha farklıydı; İtalyan yardım etmeye çalışıyor, Zidane da dinliyordu.

“Zidane Real’de farklı görevler üstlendi, Jose Mourinho’yu yakından takip etti, Carlo Ancelotti’nin asistanı olarak çalıştı, arkasından Castilla’da ilk teknik adamlık deneyimini yaşadı.”

Aslında 43 yaşında antrenör olmak, anında büyük bir yeteneğe sahip olduğunuzun habercisi olmuyor. Ya da biraz işe başlamakta geç kaldığınızı gösteriyor. Zidane’ın Fransa formasıyla dünya şampiyonu olduğu dönemle antrenör olduğu zaman arasında; Didier Deschamps, Monaco ile Şampiyonlar Ligi finali tecrübesini yaşadı, arkasından Juventus’un başına geçti, 2010’da Marsilya ile Ligue 1’de şampiyon oldu. 43 yaşında Laurent Blanc, Bordeaux’nun başında Fransa Ligi zaferini kutluyordu, Deschamps’a benzer şekilde. İkisi de yeni kariyerlerine aynı noktada başlamışlardı. Futbolcu olarak kapıyı kapattıktan sonra…

Zidane ise bir anda Real Madrid teknik direktörü olarak onların meslektaşı hâline geldi. Artık
o da sonuçlara ve başkalarının yeteneklerine bağlıydı. İmajını tehlikeye atma pahasına bu maceraya atılmıştı. Ve bu sebepten, büyük bir kulüpte teknik direktör olabileceğini kanıtlaması için önünde dört farklı şans olmayacaktı. En fazla iki kez bu fırsatı bulabilirdi. Ve birincisi en önemlisiydi. Hâlâ öyle.

Aslına bakarsanız, Zinedine Zidane hiç değişmedi. Madrid’de veya başka yerde, ne zaman karşılaşırsak karşılaşalım, hep gelip selam vermeyi sürdürdü ya da basın toplantısındaki masasından göz kırpmayı ihmal etmedi. Hâlâ aynı arkadaşlara sahip. Cannes’da beraber çalıştığı, şimdilerde Real Madrid’de yardımcılarından biri olan David Bettoni gibi isimlerle ilişkisini sürdürüyor. Yani, futbolla arasındaki bağı her zaman korudu ve bu yüzden de asla bu spordan tam olarak kopamadı.

Daha evvel, futbol kariyeriyle de bunu kanıtlamıştı. Euro 2004’ten sonra milli takıma veda ettiğini açıklamış ama bir süre sonra geri dönmüştü; zira sadece Madrid’de top koşturan bir futbolcu olmak ona yetmiyordu. Hâlihazırda oynayabiliyorken, hâlâ sanatını icra edebilecek fiziksel kapasiteye sahipken, Fransa Milli Takımı forması altında son bir kez, son bir mevsim daha, gençliğinden kalan sahne ışıklarını ve dünyayı fethetme hissini yaşamak istiyordu.

“Euro 2004’ten sonra milli takıma veda ettiğini açıklamış ama bir süre sonra geri dönmüştü; zira Zidane’a sadece Madrid’de top koşturan bir futbolcu olmak yetmiyordu.”

Böyle hayatların en dokunaklı anı zirveden düşüştür. Bu isimler, kader ve başarılarının yardımıyla onlarca yıl dünyayı yönettikten sonra başkalarıyla aynı hızda yürümeye alışmak zorunda kalır, hayal kırıklıkları yaşar ve zamanla değişmeleri gerektiğini kabullenirler. Oysa ki Altın Top kazandıklarında giydikleri İtalyan kesim takım elbise hâlâ aynı yerde duruyordur ve tek bir gram almamışlardır. Dış görünüş, eski çekiciliği korumaya çalışır. Yüzdeki ışıltının hep orada, el değmeden kalacağı düşünülür ama bu yanlıştır. Herhangi bir eski oyuncu odaya girdiği zaman, onun geçmişte top koşturan biri olduğunu kavrar, bakışlarla kimliğini çözmeye çalışırız. Ama Zidane söz konusu olduğunda, onun kim olduğunu anında biliriz. Kafalar hafif bir afallamayla ona döner, kalabalık Kızıldeniz gibi yarılır, Zidane’ın karizması odada şimşek gibi çakar ve insana onun hiçbir zaman değişmediğini, hep aynı kaldığını düşündürür.

Zidane, Fransa kamuoyunda hep Michel Platini ile kıyaslanır. İkisi, Fransa futbol tarihinin en büyük 10 numaraları arasındadır. Ama Platini, asla kulüp takımı çalıştırmamıştır. 1988 ile 1992 arasında milli takımın başına geçmiş, üç seneden sonra ilgisini kaybetmiş ve bir daha bu alana, aslında sahaya yakın herhangi bir şeye dönmemiştir. Yeni ilgisi,  kulislerdeki en iyi isim olmaktır. Her ne kadar, tam dünyanın zirvesine çıkmak üzereyken UEFA başkanlığından alınış biçimi onu gölgelere mahkûm etse de istisnai kaderi değişmemiştir. Joeuf’te büyüyen ve küçükken garaj kapısından kale yaparak futbol oynayan o çocuk, dünyayı yönetecek konuma gelmiştir. Platini yıllarca Avrupa futbolunu yönetmiş, İtalyan göçmeni bir büyükbabanın torunu olarak Lorraine’de doğmuş ve üniversite okumamış bir çocuğun, çok az bir politik tecrübeyle ve tamamen sezgilerle nerelere yükselebileceğini kanıtlamıştır.

Aslında Zidane’ın da yüzleştiği bir sorunla pençeleşmişti Platini. Bu tip adamlar, fırtınaları dindiğinde kendilerine yeni bir yol seçer ve amaçları, orada da en iyisi olmaktır. Yeni hayatlarındaki fikirleri de rekabet sahnesine çıkarmak, ait oldukları yere dönmek, öğrenme sürecinde onları belirsizlikle boğuşturan yeni silahlarına alışmak isterler. Zidane gibi. Artık onun da başka tercihi yok. ‘En iyi antrenör’ olmak zorunda. Şimdilik, sadece olabileceğinin en iyisi olmak istiyor.

Bir zamanlar oyuncuyken, kaderi kendisinden başka hiç kimseye bağlı değildi. Gollerine elbette bağlıydı ama zaten çok atamıyordu ve buna her zaman ihtiyaç duymuyordu. Ancak antrenörken başkalarının arzusuna ve oyuncularınızın sonuçlarına bağlı olmak zorundasınız. Yalnız, bir başına, bu kadere katlanmalısınız. Şimdilerde onun da geleceği, takımının elleri arasında. Yani artık roller tersine döndü. Belki asla sefalet çekmeyecek, asla unutulmayacak, hep diğerlerine göre daha geç yaşlanacak ama ünü, artık daha fazla sayıda insanın elinde olacak. Mesela bir santrforun, savunmacının ve kalecinin…

“Bir zamanlar oyuncuyken, kaderi kendisinden başka hiç kimseye bağlı değildi. Ancak antrenörken başkalarının arzusuna ve oyuncularınızın sonuçlarına bağlı olmak zorundasınız.”

O hiç değişmedi. Aynı alçak gönüllülük, aynı saygı, oyuna duyduğu sevgi –bu sonuncusu her zaman aynı kalmasa da… Kariyerinin sonunda onunla röportaj yapan gazeteciler karakterindeki ve kullandığı sözcüklerdeki rahatlamayı fark etmişti. Özgürleşmişti. Ve şimdi Madrid ile şampiyon olarak, Cruyff’a gitgide yaklaşıyor. Futbol tarihinin gelmiş geçmiş en büyüklerinin birçoğundan daha farklı bir istikamette…

Mesela Pele; antrenörlüğü denemedi, iş hayatı zaten yeterince büyüktü, dünya çapında yaptığı turneler, anlaşmalar, açılışlar, gülümsemesiyle süslenen açılış vuruşları, herhangi bir kırışıklığı ya da beyaz saçı olmadan yaptıkları başlı başına büyüktü, gerçekten. Beckenbauer ise farklı bir yolu seçmiş; teknik direktör olarak önce 1990’da Almanya Milli Takımı ile Dünya Kupası’nı almış, sonraysa Bayern Münih ile başarılarına devam etmişti. Fakat 1990-1991’de Marsilya’nın başına geçmesiyle birlikte akıcılığını kaybetmişti. Lothar Matthaus ise -eğer böyle bir rekabet varsa- Altın Top sahipleri arasında tüm zamanların gördüğü en kötü teknik direktör olarak tarihe kazandı. Diego Maradona Arjantin’in başına geçtiğinde oyuncuları mutluluktan ağlıyordu, ancak bir zaman sonra böyle bir şey yaşanmaz oldu, akabinde ise oyuncularının muhtemelen gözleri kurumuştu… Hepsi, daima Don Diego’nun onlara vereceği özel yönlendirmeleri beklemişti. Hatta bazıları, Maradona ayrılırken hâlâ bu direktifleri bekliyordu. Oysa onda böyle bir kapasite yoktu. Marco van Basten de teknik adamlığı denemiş, çok kötü sonuçlar elde etmese de bu işin ona göre olmadığına karar vermişti. Bu meslekte çok fazla acı, çok az mutluluk vardı.

Zidane için, Real Madrid’de mutluluk ile azap arasında ince bir denge var. Bir yandan da çocuklarını idare etmesi gerekecek ve bu zor olacak. En büyük oğlu Enzo, kendisinden beklentileri -çok fazla olmasa da- karşılamakta, alt yaş şampiyonalarında Fransa kalesini koruyan Lucas ise henüz çok genç. Ama Zidane, eğer Cruyff’a yaklaşabiliyorsa neden Maldini ailesi gibi olmayı denemesin ki?

O henüz Real Madrid’in zamanla onu bırakıp bırakmayacağını bilmiyor. Fakat yine de kaderi çizilmiş durumda. Şampiyonlar Ligi kazandığı için, bu ilk deneyimi biter bitmez peşinde koşan başka büyük takımlar olacak. Fakat geleceğinin öteki sayfası şimdiden kaleme alındı. Bir gün, Didier Deschamps’ın yerine Fransa Milli Takımı’nın başına geçecek. 2018’de veya daha sonra. Kulübünden ayrıldığı ve özgür olduğu an bu koltuk için büyük bir adaya dönüşecek, teklifler onda yoğunlaşacak.

Takımının attığı bazı gollere sevinirken pantolonunu yırtmış olsa da Zinedine Zidane, hiçbir zaman süper kahraman kostümünden ayrı düşünülmedi. En azından Fransa, onu böyle görmeyi sürdürüyor. Ve bir yandan da milli takımın başında, yedek kulübesinde beklediğini hayal ediyor. Yani, kaderi çoktan yazıldı.

*Bu yazı, Socrates’in Eylül 2016 sayısında yayımlanmıştır. Eski sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Tahterevalli

Tahterevalli

3 sene önce
Başka Bir Yol

Başka Bir Yol

4 sene önce
Hayal Albümü

Hayal Albümü

4 sene önce