Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

FutbolZamanımızın Bir Kahramanı

Fever Pitch kitabıyla ünlenen Nick Hornby, Arsene Wenger'in Arsenal'deki 20 yılını yazdı.

*Nick Hornby’nin ESPN FC’de yayınlanan yazısının orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.

Arsenal’in 1996 sezonundaki ilk iç saha maçının (West Ham’a karşı alınan sıradan ve sıkıcı bir 2-0’lık galibiyet) ardından kombineli arkadaşlarımla birlikte Highbury’ye birkaç dakika uzaklıktaki bir bara gitmiştim. Sıcak bir gündü, susamıştık ve konuşacak çok şeyimiz vardı.

Arsenal sezona menajersiz başlamıştı. Bruce Rioch, ani ve beklenmedik bir kararla sadece bir sezonun ardından yaz ortasında kovuldu. Arsenal hiçbir zaman bu kadar sık arayla menajer değiştiren bir takım olmamıştı. O güne kadar Arsenal’i 25 senedir takip ediyordum ve sadece beş menajer görmüştüm. Bunlardan dördü de daha önce kulüpte çalışmış insanlardı. Rioch ise tek istisnaydı.

O günlerde Rioch’un yerine kimin geleceği konusunda gazetelerde çok fazla söylenti vardı. Terry Venables ve Johan Cruyff, öne çıkan isimlerdi. İkisi de Arsenal taraftarını mutlu edecek adaylardı. Fakat adı geçen üçüncü bir isim daha vardı; Japon kulübü Nagoya Grampus Eight’in Fransız menajeri Arsene Wenger. Listedeki isimler arasında en az görkemli olan oydu ve Arsenal her zaman böyle isimleri tercih ettiği için bardaki arkadaşlarımla birlikte Wenger’in takımın başına geleceğinden korkmuştuk.

O West Ham maçından iki gün önce takıma iki Fransız oyuncu katıldı. Büyük transferler ve büyük bir teknik adam bekliyorduk. Fakat Remi Garde ve Patrick Vieira adında genç bir oyuncuyla yetinmek zorunda kalmıştık. Duruma bakılırsa Fransız menajer çoktan Japonya’dan yola çıkmıştı bile.

Biz bardan çıkmak üzereyken Arsenal’in forveti Ian Wright, takımdan birkaç oyuncuyla birlikte içeri girdi. Sakin bir yerde bir şeyler içmeye gelmişti ve maçtan bir saat sonra Highbury Corner’da Arsenal taraftarlarını görmek onu garip şekilde şaşırtmıştı. Yine de bizimle sohbet etti.

Hayır, oyuncular da hâlâ yeni menajerin kim olduğunu bilmiyordu (Wright’ın Rioch’la arası kötüydü ve bu yüzden takım ayrılmak istediğini belirtmişti, durumdan şikâyetçi değildi yani) ama yeni oyuncularla tanışmıştı. “Genç olan, Vieira, iri yapılı biri.” Sonraki ay Vieira’yı ilk kez oynarken gördüğümüzde Wright’ın dediklerini ve Jaws’taki “Daha büyük bir tekneye ihtiyacınız olacak” cümlesini düşünmeden edemedim. Vieira, Sheffield Wednesday’e karşı kenardan gelip maçı çevirdi ve Arsenal’in oyununu baştan sona değiştirdi. Arsenal’in artık daha hızlı bir oyun stili vardı -Nicolas Anelka ve Marc Overmars, sonraki sezon takımın hücum yükünü çekiyorlardı- oyuncular fiziksel olarak daha iyi durumdaydı ve yeni marka, böylece doğmuş oldu.

Wenger’den önce Arsenal’in futbolu ofsayt taktiği ve 1-0’lık galibiyetlerden ibaretti. Wenger sonrası ise bazen iyi, bazen de kötü yönden tam tersiydi. (4-4’lük beraberlikler, 6-5’lik galibiyetler… Bazı Arsenal maçlarının sonuçları sanki başka bir sporun skorları gibiydi.)

Antrenman tesislerinde abur cuburu yasaklayıp yemek menüsüne brokoli eklemişti. Ağustos 1996, belki de son kez bir Arsenal oyuncusunu maçtan hemen sonra bir barda görebileceğiniz zamandı. Wenger, göreve başlamasından 18 ay sonra ilk çifte kupasını kazanmıştı bile.

Wenger’in Arsenal yıllarını üç farklı bölüme ayırabiliriz. İlk bölüm, Highbury yılları yani, 10 yıl sürdü ve çok başarılı bir dönemdi. Üç şampiyonluk, dört Federasyon Kupası, diğer kupalarda üç final (çok beklenen Şampiyonlar Ligi finali de dâhil buna) ve Premier Lig’de beş ikincilik. Tek sorun takımın 2002-2004 arasında daha fazla şey kazanabilecekken bunu başaramamasıydı. Yenilgisiz geçen sezonlar konuşulduğunda Chelsea’nin Nisan 2004’te o günlerde Avrupa’nın en iyi takımı olan Arsenal’i Şampiyonlar Ligi’nden elemesi ve Monaco’ya karşı oynanan yarı final hâlâ akla gelir.

İlk bölüm o kadar iyiydi ki Arsenal taraftarının kulüple ve hatta futbolla ilişkisini sonsuza dek değiştirdi. Wenger’in gelişinden iki sene önce mütevazı bir takım, kadrosunda Gianfranco Zola, Faustino Asprilla ve Thomas Brolin’i bulunduran Parma’yı sadece azimle yenerek Avrupa’da bir kupa kazanmıştı. Arsenal’in o gece Kopenhag’da ateşli ve maçın içinde bir taraftar kitlesi vardı.

Şimdi ise büyüleyici bir futbol oynanıyor ve galibiyetler çok rahat geliyordu, özellikle de iç sahadakiler… Arkamıza yaslanıp Thierry Henry, Robert Pires ve Dennis Bergkamp’ın işlerini yapmalarını bekliyorduk. Ve yaptıkları şeyler de olağanüstüydü. Maça gitmek gibi bir şey değildi bu; sanki Cirque du Soleil’i izliyorduk. Bizim bir katkı vermemize gerek yoktu.

İkinci bölüm, birinci bölümdeki başarıdan doğdu. Wenger’den önce kombine bilet almak kolaydı. Sezon başlamadan birkaç gün önce gişeye gidip kombinenizi alırdınız. Hillsborough sonra kapasitenin azaltılmasına rağmen Highbury çok nadir dolu olurdu. Şimdi ise yeterince büyük değildi ve kulüp de eskisinin yakınlarında yeni bir stadyum inşa etmeye karar verdi. Tek sorun ise kulübün yenisini inşa etmek için eski stadyuma taraftar çeken oyuncuları satmak zorunda kalmasıydı. Wenger’in büyüsü de burada devreye girdi ve yeni stadyumun da tamamen dolmasını sağladı. Wenger onları çok düşük ücretlerle alana kadar Vieira, Emmanuel Petit, Fredrik Ljungberg veya Cesc Fabregas isimlerini duymamıştık. Eduardo, Lukasz Fabianski ve Alex Song isimlerini duymadıysak da sorun değildi; sonuçta iyi olacaklarını biliyorduk.

Wenger’in sıkıntılı finansal duruma karşı hamlesi de cesurcaydı. Dünyanın en iyi genç oyuncularını almaya çalıştı. Onları yetiştirecekti, birlikte büyüyeceklerdi ve nihayetinde yenilmez olacaklardı. Fakat 16 yaşında dünyanın en iyisi olan oyuncular, 21 yaşına geldiklerinde de hâlâ en iyi olmuyorlardı. Wenger’in de bunu öğrenmesi uzun sürmedi. Cesc Fabregas’ın durumu tabii ki öyle değildi. Ama Theo Walcott hâlâ bir soru işaretiydi, Nicklas Bendtner de futboldan çok iç çamaşırı sponsorlarıyla ve geceleri eğlenmeye çıkmakla meşgul gibi görünüyordu, Philippe Senderos olmasını beklediğiniz bir sinir kriziydi ve Brezilya genç milli takımının kaptanı Denilson da hep 16 yaşında kaldı. Jack Wilshere’in kariyeri de Abou Diaby’ninki gibi sakatlıklardan çok etkilendi. Robin van Persie ve Fabregas takviye beklemekten bıkıp takımdan ayrıldılar. Üstelik Wenger’in artık karşısında yeni bir engel daha vardı; Chelsea’nin yeni sahibi Abramovich ve daha sonraları da Manchester City’yi satın alacak olan Şeyh Mansur. Sadece ülkenin en değerli kulübü olan Manchester United onlarla finansal olarak boy ölçüşebilirdi.

Tüm bunlar olurken Arsenal taraftarının beklentileri de çok yükseldi. Bunun nedeni Henry ve Bergkamp’ı izlemeye alışkın olmamız değil, dünyanın en pahalı bilet ücretlerini ödememizdi. 1990’lara kadar bilet ücreti hiç sorun değildi. Futbol çok ucuz bir eğlenceydi. Takımınız belki sizi sinirlendiriyordu ama sizi soyduklarını söyleyemezdiniz. Manuel Almunia verdiğimiz paranın karşılığı değildi ve onun varlığı sanki taraftarların bugün için değil de gelecek için katkı verdiğinin kanıtıydı.

Bir futbol kulübü NHS (Ulusal Sağlık Servisi) değil ama bazı taraftarlar çocukları için kulübe yatırım yapmaya hazırdır. Biz başarıyı, eğlenceyi şimdi istiyoruz. Ağustos 2011’de neredeyse hiç tecrübesi olmayan bir takım, Old Trafford’dan 8-2’lik acı bir mağlubiyetle ayrıldı. Carl Jenkinson, Johan Djourou ve Armand Traore savunma dörtlüsünde oynuyordu. Bu kadar büyük bir hayal kırklığı yaratan aradaki fark değildi; her Arsenal taraftarı maçtan önce takımın en az beş farklı bir yenilgi alacağını biliyordu.

Üçüncü bölüm ise Wenger, 2013’te Mesut Özil için 42 milyon pound ödediğinde başladı. Sonraki sezon da Alexis Sanchez takım katıldı. Arsenal tutumlu günlerini geride bırakmıştı ve iki Federasyon Kupası’na rağmen başarısız olunan bu dönem, taraftarları en çok etkileyen dönem olmuştu. Liverpool, City ve Chelsea’ye karşı alınan kötü yenilgiler ve Şampiyonlar Ligi’ne ikinci turda veda edilen yıllar…

Kulübün parası varsa neden bir kısmı stoper almak için harcanmıyordu? Ya da bir defansif orta saha? Ya da yeni bir forvet? Stoke City ya da Bayern Munich fark etmeksizin her fiziksel takım karşısında ezilen yetenekli ama zayıf orta saha oyuncularına olan bu takıntının nedeni neydi? İkinci bölüm çoktan geride kalmış gibiydi ve Wenger’in takımın eksiklerini görmesi biraz vakit aldı. Önce yeni bir kaleci, sonraki sene de stoper… Bu da Wenger’in ne yapması gerektiğini bilse de bunu görmezden geldiğini gösteriyordu.

Bu sezon, Wenger’in son sezonu olabilir. Yeni bir forvet, iki stoper ve orta sahaya fizikli oyuncular aldı. Bu olağanüstü, muhteşem, sinir bozan, zeki, sevimli, aksi adamın büyük bir kupayla veda etmesi harika olurdu. Ama geçen seneki Leicester mucizesine rağmen bunu hayal etmek güç. Premier Lig bu sezon Jose Mourinho ve Pep Guardiola’nın ellerinde. Arsenal’in Bayern, Real Madrid veya Barcelona gibi takımları geçmesi ise daha da düşük bir ihtimal.

Arsenal’i neredeyse yarım yüzyıldır izliyorum ve takımın başında sadece altı farklı menajer gördüm. (Karşılaştırmak yapmak gerekirse Tottenham aynı dönemde 19 menajer değiştirdi.) Arsene Wenger içlerinde en iyisiydi, hâlâ da öyle ve ben hayatta olduğum sürece de öyle olacak. İlk bölümün, oyuncuların, kupaların ve futbolun anısı o kadar güçlü ki ikinci ve üçüncü bölüm, o gittikten kısa süre sonra unutulacak. 10 yıl süren başarısızlığın bu kadar çabuk unutulacak olması da ona duyulan saygının bir göstergesi.

Çeviri: Ali Çolak

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Tahterevalli

Tahterevalli

3 sene önce
Başka Bir Yol

Başka Bir Yol

4 sene önce
Hayal Albümü

Hayal Albümü

4 sene önce