Röportaj: Atahan Altınordu – İnan Özdemir
İstanbul’da yağmurun ve fırtınanın eksik olmadığı bir kış günü. Oto Sanayi Sitesi’nde Junior Servis’teyiz. Sebebi-i ziyaretimiz, düşündüğünüzden biraz daha farklı. Bozulan arabamızı tamir ettirmek istediğimiz ya da yolda kaldığımız için burada değiliz. Daha ziyade, motor sporları tarihimize geçen bir serüveni anlamak ve anlatmak için buradayız. Karşımızda nam-ı diğer Mustafa Usta (Gökay) var. Renç Koçibey ve Ahmet Utlu ile birlikte 1992’de Dakar Rallisi’ne (o zamanki adıyla Paris-Cape Town) katılan Mustafa Usta’nın o günleri hatırlarken gözleri parlıyor. O unutulmaz serüveni daha da anlamlı kılan ise 1993’te Renç Koçibey’in elim bir trafik kazası sonrası hayata veda etmiş olması.
Aslında Dakar Rallisi’nde Türk ekiplerin macerası Ali Deveci-Galip Gürel ikilisi ile 1991 senesinde başlamıştı. Ardından Renç Koçibey gitti. Önce Mitsubishi Pajero ile bitirmeyi denedi. Bir sene sonra ise Mustafa Gökay ve Ahmet Utlu ile BMC kamyonunda aynı hedefin peşine düştü. Ve bu macerada zorlu çöl yolları kadar Çad’daki iç savaş ve Libya’daki alkol yasağı da zorladı ekibi. Sözü, fazla uzatmadan, o yarışa Koçibey ve Utlu ile BMC kamyonunda katılan Mustafa Usta’ya bırakalım:
“Bizde aile mesleği bu. Otomobilcilik. Öyle diyeyim eski tabirle. Babamın dayısı Osman Usta, benim dedem sayılır, Türkiye’nin ilk sanayi tamir ustalarındandı. Osman Usta, babam, abim, ben, oğlum Doğuş; beşinci kuşak olacağız neredeyse. 1979’dan bu yana bu atölyedeyim, bütün arabaları burada hazırladık. Bu işin spor tarafına ilgim, çocukluğumdan beri var. Altmışlı yılların sonunda Türkiye’de ralli olayları başladı. Oradan esinlendik. Ben makine mühendisliği okuyordum üniversitede ama hem okul hem iş hayatı birlikte yürümeyince mesleğe döndüm. Benim ustam Alen Fiktar’dı, BMW servisine girdim, o zaman ralliyle profesyonel olarak karşılaştım.
Ender Kitapçı ile Selçuk Karamanoğlu’nun BMW 2002’leri vardı, onlarla başladım. Ama ondan önce de amatörce, çevremdeki arkadaşlarıma yardımcı oluyordum. Hep beraber söküyorduk, takıyorduk. Sene olarak sorarsan, 1976, 1977’lerde profesyonel olarak başladım. Türkiye’de ralli yeni yeni profesyonelleşiyordu. Bunu ilk başlatan isim, hatırladığım kadarıyla Ali Sipahi. Onu gördük, Renç Koçibey’i gördük, ondan sonra devam ettik işte… Hem normal işimizi yaptık hem ralli arabaları yaptık, hâlen de öyle süregeliyor.”
“Renç’i çok eski tanırım, ralli camiasından. 1987, 1988 yılları gibi birlikte çalışmaya başladık. O zaman Türkiye Şampiyonası’nda 5-6 araba yarışıyordu, bilinen isimler. Sadece ona değil, Renç’in yurt dışında yarışa gittiği de oluyordu. Mekaniker olarak onunla çalışıyordum. Sadece Renç’le çalışmıyordum tabii. Mesela İskender Atakan ile iki defa Bulgaristan’a gitmiştim servis vermeye. Yunanistan, Kıbrıs, çevre ülkeler… Ama izleyici olarak başka ülkelere de gittim. Mesela Fransa’ya, Monte Carlo Ralli’sine. Hobi olarak işte.”
“Yarışın heyecanı mekanik tarafta nasıl yaşanıyor diye sorarsan… Şimdi sen de onunla birlikte o arabaya emek vermişsin, hazırlanmışsın. Bir sorun olur mu olmaz mı, sürekli düşünüyorsun… Pilotun duyduğu heyecana yakın diyebilirim. Bir yarışçı, bu işin mekanik tarafından ne kadar anlamalı dersen… Hiç anlamayanı olmaz. Şimdi safari rallilerinde, Dakar’da falan Ari Vatanen gibi adam amortisör değiştiriyor. Carlos Seinz keza. Arabanın bir yerine bir şey olduğunda becerebiliyor adamlar. En azından çok hızlı lastik değiştiriyor. Eli yatkın olacak, yoksa el cepte bu iş olmaz. Adam masa başında yetişir. Dünyadaki bütün sporlarda aşağı yukarı mutfaktan yetişilir. Malzemeyi bilmesi lazım.
Edebiyatçı bile mutfaktan yetişir yani, bırak sporu. Felsefede olsun sanatta olsun; muhabbette ve mutfakta yetişir. Büyüklerini, abilerini seyreder, oradan heves eder. Şimdi o da kalmadı. Futbolda mesela, şimdi halı sahalar var. Bizim çocukluğumuzda arsalar vardı. Mesela Sarıyer’de, Hidayet’in Bağı’nda yetişti millet o ağaçların arasında. Cemil (Turan) olsun eskilerden, Küçüp Eyüp (Odabaşı), kaç kişi öyle üst seviye futbol oynadı sonradan. Her akşam orada maç vardı, beşer kişiden. Şimdi öyle bir imkân yok, halı sahadan da ne kadar adam yetişir bilemem. Orada hem ağaca çalım atıyordun, hem adama çalım atıyordun, hem de kaleyi iki ağacın arasından görüyordun. Adamı geliştirmez mi!”
“Dakar yani Paris-Cape Town projesini birlikte hazırladık Renç’le. Zaten her gün beraberdik. 1988’den 1993’e kadar. Her gün neredeyse. Ekip kalabalık olsun diye, bir de zor şartlara daha iyi dayanır diye kamyon sınıfını seçtik. Sağolsun BMC de bize büyük yardım yaptı. Araba verdi, imkân verdi, sponsor oldu. Çok yardımlarını gördük, zaten rahmetli Renç’in Mehmet Emin Karamehmet’le arkadaşlığı vardı. Öyle bir süreçle başladı. Sonuçta da yakın zamana kadar orada fabrikanın önünde sergileniyordu bizim gittiğimiz araba, Bornova’da.”
“BMC kamyonu hazırlarken, Renç oraya gidip geliyordu. BMC’nin mamul geliştirme diye bir prototip atölyesi vardı, orada yapıldı kamyon. Kulakları çınlasın, Ahmet Ayfer diye bir makine mühendisi vardı başlarında. Bu yaklaşık bir buçuk sene sürdü. Sonra ben bir buçuk ay fabrikada kaldım yarışa gitmeden önce, İzmir’de. Hem kamyonun teferruatını öğrendim hem de bizim kendimize göre gerekli gördüğümüz değişiklikleri yaptık. O da yetmedi, Fransa’da, Cannes’da da bir hafta on gün kamyona ilaveler yaptık. Bizim Christian Gachand diye bir yarışçı arkadaşımız vardı. O Cote D’Azur’da oturuyor. Onun oradaki çevresini kullanmak adına biz oraya gittik. İyi de ağırladılar bizi. Çok yardımcı oldular. Zaten Fransa’da Milli Mücadele kahramanlığı gibi Dakar’a girmek. Büyük saygınlığı var. Bir barda falan ‘Biz Dakar’a geldik’ dediğin zaman hakikaten saygı duyuyorlar. Çünkü tutku işi. Bizim girdiğimiz sene işte 14 kişi öldü kazalarda. Öyle de bir yanı var.”
“Renç, yarışta da, yarış dışında da kendine mahsus bir karakterdi. Tarifi mümkün olmayan bir fenomendi, öyle söyleyeyim. Serseri ruhlu. Ama böyle serseri derken amiyane tabirle değil. Felsefe anlamında serseri ruhluydu. Zor bir adamdı. İnatçıydı. Hep zoru seçen bir adamdı. Hayatta hiç kolay bir işi seçtiğini görmedim ben. Biraz da maceracı ruhu vardı. Yarış dışında bile normal yoldan gitmezdi. Tali yollardan Ankara’dan dönerdik biz. Kazan, Mudurnu, Göynük; öyle dönerdik. Normal otobandan gitmeyi sevmezdi. Öyle bir herifti. Genel kültürü ve bilgisi müthişti, dört lisan biliyordu. Konuşurken benim şahit olduğum diller bunlar. Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca. Hatta Arapça da konuştuğuna şahit oldum.”
“Başarırsak Türkiye’de şöyle bir şey olur, şöyle ses getirir, belki bundan sonrası için motor sporlarına daha çok ilgi, daha çok bütçe… Böyle şeyler düşünüyor muyduk? Tabii. Renç’in felsefe olarak yapısı öyleydi. Hep otomobil sporlarını düşünürdü. Hep bir adım ileriye taşımanın peşindeydi. Zor bir adamdı tabii diğer yandan. İnatçıydı. Kavga ederdik ama, kavga derken ağız kavgası olurdu. Sonra hemen tatlıya bağlardık. Ters düştüğümüz anlar… Ama bana karşı çok büyük saygısı vardı. Ben de ona karşı öyleydim. Yani birbirimizi incitmedik. Mesela otelde benim belim biraz rahatsız diye en iyi yatağı bana verir, ‘Sen burada yat’ derdi. İnsani tarafı da çok kuvvetliydi. Kendi kanepede yatardı. Zaten diyorum ya hep zoru seçerdi. Mesela konforlu yatak versen gider araba koltuğunda uyurdu. Öyle biriydi.”
“Gitmeden devletle de konuştuk, çok ilgilenmediler. Organizasyon hallediyor zaten her şeyi, pasaportunuzu veriyorsunuz, onlar bakıyor bütün detaylara. Biz buradan organizasyon vasıtasıyla vizelerimizi aldık; İtalya, Fransa falan… Gidişimiz de maceralıydı. Öyle bir aydı ki o Kasım… Kar yağdı, Kapıkule kapandı. Biz Çeşme’den Sakız Adası’na geçtik, boktan bir balıkçı motorundan bozma gemiyle… Kamyonu zor soktuk oraya balıkçı arkadaşların yardımıyla. Oradan Pire, Patra, Ancona… Gitmemiz maceraydı zaten, iki gün Sakız’da kaldık, yarım günde Pire’den Patra’ya gittik, Patra’da geldik öğlen ikide kalkacaktı feribot, rötar yaptı gece ikide kalktı. Fırtınalı bir zamandı. Üç-dört günde gittik. Diyorum ya, Renç hep zoru severdi. Yoksa biz kamyonla da gidebilirdik. Öyle gidelim dedi, öyle oldu.”
“O sene yarış Paris’ten başlamadı. Kuzeyde Rouen’dan başladı, Marsilya’ya doğru indi. O otoban yollardan gidilmedi rotada. Rouen’dan Paris’e geldik. Paris’te bir gece kaldık. Sonra aşağıya sahil şeridine indik. Rouen’da sembolik bir start verdiler ama eski ve terk edilmiş bir maden ocağıydı. Oradan sonra hep köy yollarından geçtik. Bir arabalık gidiş-geliş yollarıydı. Fransa’nın otobanların dışında köy yolları bizimki gibi duble yol değil yani. Daha eski püskü. Adamlar neredeyse 5 bin senelik mallarını koruyorlar. Geçmişlerine çok sadıklar. Orada kaldığımız bir buçuk aylık süreçte gördüm ki, kapının rengini bile belediyeye sormadan değiştiremiyorsun.”
“Dakar, motor sporlarında bir fenomen çünkü sadece bir ralli değil. Bir mukavemet yarışı. Off-road ile ralli karışımı bir yarış; hem sürat var hem engebe var. Geçen özetleri seyrediyordum. Çok süratli etaplar vardı akşam ve her anda bir bump’tan havalanabileceğin etaplar… Ralli gibi. Tamam kumun içinde de mücadele ediyorsun, suya da giriyorsun off-road gibi ama onun karışımı bir şey. Benzeri yok gibi. Her şeyi bir arada yapman zor, ancak öyle bir organizasyonda olur. Tamam rallinin içinde de bir su geçişi koyuyorlar fotoğrafçılara malzeme olsun diye ama her etaba da su geçişi nasıl yaparsın? Ama orada kum da var, çamur da var, toprak da var, her şey var. Atletizmdeki karma yarışlar gibi. Dakar da öyle bir şey. Kamyon herhâlde öbür ekiplere yardım olsun, malzeme taşısın diye çıkmış. Sonra markalar da kamyona ağırlık verince değişmiş işler.”
“Fransa’da başladık, limana geldik. Oradan gemiyle Libya’ya geçtik. Ama Libya karasularına girdiğimizde sıkıntı başladı. Alkol yasaktı. Bizde her akşam eğlence vardır normalde. Bir kere doktorlar var, arkadan Toyota 4×4 ile geliyorlar. Çoğu Fransız, organizasyonda görevli. Hepsi fırlama. Onlar organizasyonu eğlenceye çeviriyorlardı bizim zamanımızda. O zamanlar Africa Tour diye bir firma vardı; Dakar’ın organizasyonuyla onlar ilgiliydi. Yeme içme işini onlar ayarlardı. Gemide eğlence olurdu. Her akşam ateş yakılırdı dışarıdaysak. Bu yüzden üşütüp hasta olmuştum ben. Renç gidip doktorlarla konuştu. O doktorlar beni çağırdı, kupa içinde bir şey karıştırıp “Al, iç” dediler. Gözlerimden alev çıktı. Sıcak şarap, tarçın, karabiber karışımı bir şey… Beş dakika sonra salya sümük, iyileştik. İlaç vermediler. Fırlama yani hepsi. Yoksa zaten normal adamın ne işi var Dakar’da? Öyle işte, büyük tantana vardı akşamlar. İki üç saat uyuyup kalkan, konyakla muhabbete devam ederdi. Büyük bir bar çadırı açarlardı, her türlü imkân olurdu.”
“Yarış içinde de bu arkadaşlık devam ederdi. Herkes birbirine yardım ederdi, bir sorun yaşadığınızda da herkes durur yardım eder. Mesela kumda batıyorsun, arkadan araba geliyor bakıyor, durumun vahimse yardım ediyor, çekip çıkarıyor seni. Hele çamurda, Ekvator Ormanları’na girince millet sürekli birbirine destek oldu. Orada yardımlaşma sonsuz.”
“Neyse geldik, Libya’nın o bölgesine 40 senedir ilk kez yağmur yağmış. Büyük bir alana geldik. İnşaat şantiyesinin parkı gibi bir yer. Kamyonlar en arkadan geldiği için karanlık da bir yer, yağmur var, kum hamur gibi. Orada bir kulübe var, etrafı beton. Ben Renç’e dedim ki, ‘Gidip o kulübe ile konuşalım, Müslüman’ız diyelim, betonun üzerine kuralım çadırı.’ Kamyonun içinde uyuma şansı yok çünkü, çadırı da yağmurda başka yere kuramıyoruz. O ara bir herif yaklaştı yanımıza, ‘Abi siz nerdesiniz ya?’ dedi birisi.
Meğer Türk bir inşaat şirketinin şantiyesiymiş orası. Bütün ekip bizi bekliyormuş, saatlerce beklemişler beklemişler, biz gelmeyince gitmiş herifler. Neyse bir kamyon geldi, alıp bizi şantiyeye götürdüler. Ben de gemide çantaya iki şişe şarap saklamıştım. Ertesi gün de Cuma, tatilmiş, bilmiyorduk. Tatil olduğu için herkes şantiyede. Bu arada ben çay müptelasıyım. Bir buçuk ay Fransa’da sallama çaydan imanım gevremiş. Şantiyede işçilerin olduğu koğuşun oraya girdik, yeni çay demlemişler, burnuma bir vurdu… Bir paket Maltepe sigarası ile bir demlik çayı içtim, ondan sonra bizimkilerin yanına gittik. Tesisat ustası Emin Usta bize menemen hazırladı. Ben de mühendis çocuğa ‘Yanımda iki şişe var, isterseniz…’ diye bir sordum. O da ‘Abi, boşver’ dedi. Emin Usta’nın atölyesine girdik, meğer Emin Usta 13 senedir oradaymış ve o da alkolikmiş. Bolulu bir aşçıdan öğrenmiş, imbiği kurmuş.
Çekirdeksiz üzümden bira mayasını kaynatıyor, fermante ediyor, meyve suyu bol, votka gibi içiyor. Kaddafi’nin aşiret dolu fedaileri vardı, onlar böyle bizim Mahmutpaşa pardösüsü gibi bir şey giyerler; kalaşnikofu ters takıyorlar, altlarında Toyota, her yerde dolaşıyorlardı. Onlar gelip oradan içki alıyorlardı. Biz de içerken korkuyorduk, dediler ki ‘Ya polisler geliyor bizden içki alıyor.’ Tabii Renç de severdi alkolü, sabahladık o atölyede. İşçiler bize ertesi gün müthiş bir kahvaltı hazırladı. Kamyonu bakım atölyesine götürmüşler gece, fabrikadan çıkmış gibi yenilemişler. Pırıl pırıl, su depoları, mazotları doldurulmuş. Bir de yolluk hazırladılar. Etabın başına kadar götürdüler bizi.”
“Sonra Büyük Sahra’yı bitirdik, Tenere’yi bitirdik, ondan sonra da Ekvator Ormanı’na girdik. Libya’da çıkarken sıkıntı çektik. Bir arıza sebebiyle geç gelmeye başladık, geç kalınca önünde de kimse kalmıyor. Mazot alacağız, pompacı dişini tutuyor. Ben de Apranax verdim. Orada da Kaddafi’nin fedaileri vardı, ‘Sen bu adama ne ilaç verdin’ diye sıkıntı çıkardılar. Az daha çıkarmıyorlardı bizi oradan. Renç de onlarla Fransızca kavga etti. Sonunda bir şekilde çıktık.”
“Bir başka sıkıntıyı da Çad’da yaşadık. İç savaş vardı. Kafile ile geçtik hep beraber. Ama çok korkmuyorduk. Çünkü orada her yerin giriş-çıkışında asker, her bölgede olağanüstü yönetim vardı. Fakat sıkıntı şu; orada insan canı çok ucuz. Seni öldürüp çöle atsalar kim nereden bilecek? Ondan korkuyorduk sadece. Gitmeden eşimiz dostumuz arasında ‘Ne yapıyorsun?’ diyen olmuştu ama iyi ki gitmişiz. Yaşamak lazımdı. Bütün servetinizi harcasanız bulamazsanız böyle macera. Zaire’de de sorun olmuş ama zaten biz Kongo’da bırakmıştık, Zaire’yi göremedik. Orada feribota yüklemişler her şeyi, pilotları da uçakla götürmüşler. Zaire’yi çözemediler. Ondan sonra da bir daha oralarda yapamadılar. Yoksa hemen Tenere’den sağa dönüyorsun, Batı’daki Dakar’a geliyorsun.”
“Kongo’da, Brazzaville’de bitti yolculuğumuz. Oradan döndük. Kamyonu gemiye teslim ettik, onlar Fransa’ya yolladılar. Renç gitti, onu aldı getirdi. Neden devam edemedik? Birincisi, ihtiyacımız olan parça geç geldi. Bize yardım edecek Camis’in Kongo’daki mümessili ortalığı dolandırmış kaçmış, bir sürü gecikme oldu, o gemiye binemedik. Şimdi cep telefonu var, o zamanlar nerede? Otelden faks çektik, parça istedik. Ne banka var ne bir şey. Sorunumuz, radyatördü. Libya’nın sonuna doğru, Kum Tepesi’ni inerken sıkıntı yaşamıştık. İki tane radyatör parçaladık orada.
Haberi faksla verdik BMC’ye, oradan haber Mehmet Emin Karamehmet’e gitmiş. O da özel uçağıyla parçayı Kongo’ya yolladı. İlginç olan, uçak bırakmış gitmiş parçayı. Havalimanına bırakmış, bir hangarda duruyor. Ben gittim havalimanına, bir kelime Fransızca bilmiyorum. Renç de o dolandırıcı herifi arıyor, para lazım çünkü. Gittim havalimanına, ‘Selâmün aleyküm’ dedim, orada muhabbet başladı. Türkiye dedim, box dedim, bir şekilde anlaştık işaret diliyle. Ne pasaport soruyor ne bir şey. Bir bakkal defterine imza attım, onun karşılığında aldım parçayı. Ama geç kaldık işte…”
“Bu süreçte çok üzüldük. Yapacak bir şey yok, iş bitti orada. Cape Town’a gelseydik BMC bizi iyi karşılayacaktı. Elçilik hazırlık yapıyordu. Buruk döndük. Ama bizden sonra BMC, Afrika’ya yok satmış. Amaçlarına ulaşmışlar yani. Ben fabrikaya yıllar sonra, 2009’da gittiğimde beni çok iyi karşıladılar. Bir sürü çocuk ‘Abi biz sizin hikâyelerinizle burada mühendislik yaptık’ diyordu. Kamyon, bıraktığımız gibi duruyordu. İzmir Fuarı’nda sergilediler. Onlar ticari açıdan çok başarılı oldu. Biz sportif açıdan başarılı olamadık. ‘Seneye gelelim’ dedik ama olmadı. Renç’in Türkiye’de problemleri vardı. Körfez Savaşı çıktı, dünya değişti, dolar birden yükseldi. Anormal durumlar oldu. Türkiye’de şartlar değişti, bugünkü gibi oldu. Bak bugün kimse hiçbir şeye yanaşmıyor. O zamanlar daha kolaydı, arkadaşlarımız sponsor oldu, Hürriyet gazetesi sponsor oldu… Artık seven yok. Batı öyle değil. Batı farklı. Orada kasabadaki nalbur, market, garajlar sponsor oluyor. Orada başka bir dünya var; sanayileşmiş, kökleşmiş, değerleri çok başka. Burada öyle bir şey yok.”
“İçimde bir ukde kaldı. Hâlen de var. Şimdi elim ayağım tutuyor, imkânım olsa yine giderim. Renç bizimle geldiğinde 50 yaşındaydı. Ama Türkiye’de öyle imkânlar kalmadı. Devlet de yardım etmiyor, fabrikalar da sıcak bakmıyor bu işe artık. Motosiklette katılanlar oluyor son dönemde ama onlarla ilişkimiz yok. Hiçbiri gelip de ‘Abi ne oldu, ne bitti orada? Siz ne yaptınız?’ diye sormadı. Arada şöyle bir şey oldu; otomobil sporlarına küstüm ben. Renç rahmetli oldu, idari olarak yönetimlere kızdım, bir 8-10 sene bıraktım bu işi. Televizyonda bile motor sporları izlemedim. Şimdi yeni yeni dönüyorum…”
“Motor sporlarında da değişti işler. Bizim Türkiye’de biraz kendini gösterme sporu oldu bu. Araba kiralıyorlar, yarışa gidiyorlar. Saygımız var bir şey diyemeyiz ama bizim düşündüğümüz anlamda çok az insan var. Renç Koçibey de mesela varlıklı aileden gelen bir insandı ama varlığını bu işe harcamıştı. Çocukluktan yetişmiş, sefaletini çekmiş. Babası da meraklıydı. Sadi Bey de bir mekanik dehaydı diyebilirim. Hem makine mühendisiydi hem de bu alanda kendini yetiştirmişti. Havaalanında atölye müdürlüğü yapmıştı; Emaye Taşı kuran adamdır Sadi Bey. İlk emaye sobalar vardı, gaz sobaları. Emaye taş yapardı Bakırköy’de. O emaye yapma işini Türkiye’de becerebilen çok az sayıdaki adamdan biri.
Bu işler öyle. Renç de onun yanında motosikletle başlıyor bu sevdaya. Hâlen daha fırsatını bulduğunda motora binmeye çalışırdı. Buraya benim arkadaşlarımdan birisi motosikletle geldiğinde hemen onun motorunu alır kullanırdı. Nasıl diyeyim sana; 5 yaşındaki çocukla mekanik konusunda dostluk kurardı. Yani onun bisikletinin zincirini nasıl takacağını öğretir, takar, akort eder… Anlardı da, bilirdi de. Jantını akort eder, yapar. Öyle otomobil fenomeniydi. Manyaktı.”
“Renç’ten tabii çok kişi etkilenmiştir. Mehmet Becce ona co-pilotluk bile yaptı, Renç’ten çok şey öğrenmiştir. Çok da fırçasını yemiştir tabii burada çalıştığı süre içerisinde. Sonrasında da dostlukları devam ediyordu. Çok şey öğrendiğini zannediyorum da değil, biliyorum yani. Mehmet de inatçı heriftir. Erkan (Birinci) da öyle, inadı tuttu mu kekelemeye başlar biliyorsun. Onlar Renç’e karşı hem saygılılardı hem de çekinirlerdi, arada yaş farkı da var. Beklerlerdi Renç’i; bir şey söyleyecek mi, bir şey yapacak mı diye… Ne derse yaparlardı. Renç’e de yardımları olmuştur ama karşılığında da çok şey öğrenmişlerdir. Doğru senin söylediğin, o serseriliği ondan almışlardır. Öyle bir tarafı vardı Renç’in.”
“O yüzden de motor sporlarında hâlâ aranan, yeri dolmayan bir insan. Herkesten farklı düşünürdü. Otomobil sporlarında, tek başına federasyona karşıydı o. O zaman kalkıp kendi imkânlarıyla, çevresini de kullandığı için, Spordan Sorumlu Devlet Bakanı’yla beraber görüşmeye gittik, Ankara’ya. Öyle bir herifti. Uğraşırdı. Hayatı oydu. Geçimi de ondandı.”
“Ölene kadar hiç birbirimizi bırakmadık. Ölmeden üç gün önce yemek yedik, rakı içtik. Dostluğumuz son ana kadar devam etti. O öldükten sonra babası Sadi Bey’le dostluğumuz devam etti. Sadi Bey iyi bir makine mühendisiydi ve Anadol sevdalısıydı. Ölmeden önce vasiyet etmiş; bütün aletleri, takımları bana miras kaldı. Gittik, topladık, aldık, geldik. Sonra Renç’in sevdiği insanlara oradan birer hatıra dağıttım. Özellikle Anadolculara. Mehmet Becce’ye, Enes Elver’e… Onlar hep etrafımızdaki çocuklardı.”