Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

FutbolToprak SahaYa Baba Hakkı Duysaydı?

Baba Hakkı, otoriter kişiliği ile ülke futbol tarihinin unutulmazları arasına girdi. Hakkı Yeten'den çekinenlerden biri de Bülent Eken idi.
Bülent Eken7 sene önce

Hazırlayan: İlhan Özgen

İstanbul’un üç büyük kulübünün de simgeleri çok hoşuma gider. Galatasaray, kaptan Nihat Bekdik’in lakabı nedeniyle ‘Aslan’ olmuştur. Fenerbahçe’nin ‘Sarı Kanarya’sının sebebi, sevgili ağabeyim Cihat Arman’ın sarı kaleci kazağı ve plonjonlarıdır. Beşiktaş’ta ise durum biraz farklı. Bugünlerde ‘Kara Kartal’ ile ilgili birçok tevatür dönüyor. Fakat bizim dönemimizde bu lakabın, Baba Hakkı’nın keskin ve sert  ‘kartal’ bakışlarıyla ortaya çıktığını söyleyebilirim. Baba Hakkı, bakışlarından da anlayabileceğiniz üzere çok otoriter, hafif asabi ama büyük bir insandı. Kişiliği, sahaya da yansımıştı. Mücadeleyi seven ve rakiplerinden dahi büyük saygı gören bir topçuydu. Karşılıklı oynarken, ondan ne kadar çekindiğimi daha evvel de anlatmıştım. Onu kızdırmak veya ondan azar işitmek, hayatta isteyeceğiniz son şeydi. Fakat bir defa, Baba Hakkı’yı çok sinirlendirebilecek bir şey yaptım. Ah o çapkınlığım yok mu…

Şah Rıza Pehlevi’nin onuruna düzenlenecek maç için İstanbul Muhteliti (Karması), İran’a davet edilmişti. Takımda; Lefter, Şükrü, Vedii, Cihat gibi mühim futbolcular vardı. Galatasaray’ı temsil eden tek isim bendim. Kaptanımız ise kariyerinin son dönemlerini geçiren Baba Hakkı’ydı. Baba Hakkı, benim huyumu bildiği için uçak yolculuğumuz boyunca “Rahat dur orada!” uyarılarında bulundu. Neyse, Tahran’a indik, İsviçrelilere ait bir otele yerleştik…

Şehir turu için otelin lobisinde toplandığımız vakit “Bülent!” diye bir ses duydum. Bu, dönemin ünlü Yunan şarkıcı ve aktrist Rena Vlahopoulou’nun piyanisti Yani’ydi. Rena ve Yani’yle Taksim Belediye Gazinosu’nda sahne aldıkları dönemde tanışmış, Rumcam sayesinde muhabbeti ilerletmiş hatta onları maçlarıma bile götürmüştüm. Rena’nın şöhreti geçen yıllarda Avrupa’ya yayılmıştı. Ona bir sürpriz yapmak için yola koyulduk. Kaldığı otele gittiğimizde, Rena çok şaşırdı. O gün geç saatlere kadar birlikte yedik içtik. Akşam yemeğinde kendisine bir şampanya ısmarlamak istediğimde, “Ayakkabılarımdan şampanya içenler var. Onu boş ver, bana daha büyük bir jest yap. Maç için iki adet altın yaldızlı bilet al bana. Kimse bunu beceremedi” dedi. Gençliğin de verdiği ‘deli’ cesaretiyle kabul ettim ve otelime doğru yola koyuldum…

Ertesi gün ilk işim mihmandarımız Mahmut’u bulmak oldu. Bileti nereden bulabileceğimizi sordum. Beni bakanlığa götürdü. Bakanlıktaki memura durumu anlatır anlatmaz, memur çekmecesinden iki adet bilet çıkardı ve bana uzattı. Fakat bunlar Rena’nın istediği altın yaldızlı biletlerden değildi. Mahmut’a altın yaldızlı olanlardan istediğimi söyle dedim. Mahmut, memura isteğimi iletir iletmez sert bir tonla ret cevabını aldık. Rena’ya rezil olamazdım. Maça saatler kalmıştı ve biletleri almalıydım. Aklıma bir şey geldi…

–Mahmut, beyefendiye söyle, Türk Takımı’nın kaptanıyla konuştuğunu unutmasın. Eğer isteğimi yerine getirmezse, takımımı bugünkü maçtan çeker ve İstanbul’a dönerim!

Söylediklerime ben bile inanamıyordum. O takımın en genç oyuncularından biriydim. Baba Hakkı dururken benim kaptan olmam düşünülmezdi bile. Ya otelimizi arayıp kontrol etse ne olurdu? O dönem bugünkü teknolojik şartlar olmadığı için üstümdeki eşofman, adamı kandırmama yetti. Yaklaşık iki saat süren görüşmeler sonunda altın yaldızlı biletler elimdeydi…

Otele döndüğümde takım toplanmaya başlamıştı. Muhtelit sorumlusu kaptan Baba Hakkı’yı buldum, çok sevdiğim bir arkadaşımı alıp maça geleceğimi söyledim. Pek gönüllü olmasa da ikna oldu. Hemen Rena ve Yani’nin yanına gittim ve onları aldığım gibi stadyuma götürdüm. Olayın aslını orada öğrenecektim…

Rena’ya yerine kadar eşlik ederken altın yaldızlı biletlerin alametifarikasını anladım. Bu biletlere sahip seyirciler, özel bir locada maçı izleyecekti. Aynı alanda Şah Pehlevi’nin de yeri ayrılmıştı. Rena’yı oturttum ve sahada ısınan arkadaşlarıma katıldım. Bu arada İran Muhteliti’nin kaptanı, Baba Hakkı’nın yanına gelerek ihtişamlı bir çiçek verdi. O güne kadar öyle özenle hazırlanmış bir çiçek görmemiştim. Baba Hakkı’nın peşinde gezmeye başladım. En sonunda dayanamadı, bana döndü:

–Ne geziyorsun lan peşimde!

–Baba, şu çiçeği verir misin?

–Ne b.klar karıştırıyorsun lan yine?

–Ben sana laf getirir miyim Baba, lütfen!

–İyi, al bakalım…

Çiçeği aldığım gibi merdivenleri tırmandım ve Rena’ya çiçeği uzatmamla “Hayır!” diye bir feryat koparması bir oldu. O an Pehlevi’yle göz göze geldim ve durumu anladım. Rena, Pehlevi’yi tavlamak için beni kullanmıştı. Sahaya döndüğümde bu sefer Baba Hakkı santrada beni bekliyordu: “Ulan, sen yok musun sen!” Bir de kendimi kaptan olarak tanıtıp biletleri aldığımı duysa ne yapardı, kim bilir…

Bu yazı, Socrates’in Temmuz 2016 sayısında yayımlanmıştır.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Tahterevalli

Tahterevalli

3 sene önce
Başka Bir Yol

Başka Bir Yol

4 sene önce
Hayal Albümü

Hayal Albümü

4 sene önce