”Hayatımdaki en önemli şey Formula 1. Çok sevdiğim bir de ailem var ama onlar da işimden sonra geliyor.”
Geçtiğimiz yıl yayınlanan Williams belgeselinde, Sir Frank’in ağzından çıkan en vurucu cümlelerin başında bu geliyordu. Çok küçük yaşta babası tarafından terk edilmiş, annesiyle birlikte fakirlikle boğuşmuş bir çocuk olan Frank’in tutunacak tek dalı araba yarışlarıydı. Annesinin A35’iyle başlayan kısa ve mütevazı pilotluk kariyeri belki onu tarih sayfalarına yerleştirecek kadar iyi değildi ancak o, tutkusunu yaşamaya devam etmekte kararlıydı. En azından başka bir şekilde…
Kokpitte istediğini bulamayan Frank, yarışmak yerine yarıştırmaya karar verdi. Hedefi, Formula 1’de kendi ismini taşıyan bir takım yaratmaktı. Ancak bunun için ne parası vardı, ne de birikimi. Bu yüzden önce ufacık bir depoda yedek parça alım-satım işine girdi. Yakın dostu Brode’un deyimiyle 1 sterline aldığını ülkenin hemen herhangi bir yerinde 2 sterline satıyordu.
Dişinden tırnağından artırarak biriktirdiği sermayeyle Frank Williams Racing Cars takımını kurduğunda takvimler 1969’u gösteriyordu. Takımı kurmuştu kurmasına ama piste sürdüğü araçlar yarışı bitirmekte dahi güçlük çekiyordu. Kazanamayana da ne para ödülü vardı ne de sponsor desteği. Frank Williams çok değil, daha birkaç yıl önce kurduğu takımı kaybetme noktasına gelmek üzereyken Kanadalı iş adamı Walter Wolf, 1976 yılında Williams’ın borçlarını ödemesi karşılığında takımı satın aldı. Kağıt üzerinde takım 1977’de Wolf-Williams adıyla piste çıkacak, Frank de takım patronluğuna devam edecekti. Ancak ne var ki bir gün fabrikaya geldiğinde eşyalarını kapının önünde buldu. Kendi kurduğu takımdan, kendi fabrikasından kovulmuştu.
Frank, yaşadığı şokun ardından altı hafta boyunca evden dışarı çıkmamış ve herkesle irtibatını koparmıştı. Ginny hariç. 1974’te tanıştığı bu genç ve güzel kadın, aslında bir arkadaşının nişanlısıydı. Varlıklı bir aileden geliyordu ve evlenmesine üç aydan kısa bir zaman kalmıştı. Ginny nişanlısıyla evlendi ama bu evliliği uzun sürmedi. Ardından, ailesiyle olan ilişkisine çok ciddi zarar vermek pahasına Frank’le bir yuva kurdu. Dizi senaryolarını andıran bu aşk hikayesinin ilk birkaç senesi pek de hayal edilesi değildi. Frank kendi şirketinden kovulmuştu ve çiftin tek geliri, Ginny’nin ailesinden gelen aylık 40 sterlindi.
Frank ve Ginny çiftinin imdadına Belçikalı bira firması Belle Vue yetişti. Frank Williams’a Formula 1’de bir takım kurması için bütçe verecekler, karşılığında da Belçikalı pilot Patrick Nève’ye bir koltuk ayarlanmasını sağlayacaklardı. Bir süredir padoktan uzak kalan ve cebinde beş kuruş parası olmayan Frank için bu, belki de bir daha karşılaşamayacağı bir teklifti.
Frank teklifi kabul etti. Ginny de, destek olarak ailesinden kalan evi sattı ve günümüzde de varlığını sürdüren Williams Grand Prix Engineering dünyaya geldi. Üretici olarak ilk yarışına 1977 İspanya Grand Prix’sinde Patrick Nève’yle çıkan Williams, geride bıraktığı 40 yıla 7 pilotlar, 9 da markalar şampiyonluğu sığdırmayı başardı. Ancak ne var ki, 80’li ve 90’lı yıllara damgasını vuran İngiliz temsilcisinin aynı başarıyı yeni milenyuma, özellikle 2010’lu yıllara taşıdığını söylemek pek mümkün değil.
Öncelikle Williams’ın halen daha bir aile şirketi olduğunu unutmamak gerekiyor. Diğer dokuz takımdan alışık olduğumuz kurumsal yapı, Williams için geçerli değil. Takımı ve şirketi ilgilendiren tüm kararlar, Frank ve kızı Claire tarafından veriliyor. Yani takım temelde 40 yıl önce nasıl işletiliyorsa bugün de öyle işletiliyor.
Bu yöntemin elbette artıları ve eksileri var. Günümüzdeki herhangi bir Formula 1 takımının bundan 40 yıl öncesindekilerden en büyük farkı, süreç içerisinde genişleyen çalışan hacmi ve bunun da beraberinde getirdiği fazladan sorumluluklar. Öyle ki, Williams ilk kurulduğunda yaklaşık 50 civarında olan çalışan sayısı, bugün 700 barajına dayanmak üzere. Bu da daha fazla maaş yükü ve -özellikle orta ve alt sınıf takımlar için- günümüz Formula 1 koşullarında daha fazla problem demek. Bu problemlerin çözümünden sorumlu olanlar da yine Frank ve Claire Williams. Frank’in, sağlık problemleri nedeniyle her ne kadar eskisi kadar takım içinde aktif rol almadığı bilinse de hala son söz onun.
Claire ise bir Formula 1 takımının yüzü olmak için adeta biçilmiş kaftan. Bir kadın olmasının da etkisiyle, erkek egemen bir sporda dikkat çekmeyi ve kendini dinletmeyi başarıyor. Padok dışında gayet güler yüzlü ve sempatik olmasına karşılık, iş başındayken –en azından dışarıdan görüldüğü kadarıyla- takım üzerindeki otoritesini kurmuş durumda. Ancak takımın, onun kontrolü altındaki başarısının, Williams standartlarının ne kadar altında ya da üstünde olduğu tartışılır. Göreve getirildiği 2013 sezonunda Williams, tarihinin en kötü sezonlarından birini geçirmiş ve sadece iki yarıştan puan çıkararak takımlar klasmanında dokuzuncu sırada yer almıştı. İlk tam sezonu olan 2014’te ise Williams –Mercedes motorunun da çok büyük etkisiyle- son 10 yılın en iyi performansını göstererek takımlar klasmanında üçüncü sıraya yerleşmişti. Kaldı ki sezon genelinde şasi anlamında da hiç fena bir görüntü çizilmemiş ve her ne kadar genel klasmanda geride kalınsa da Red Bull’dan daha hızlı olunmuştu.
Takım 2015’te de bir önceki sezona benzer bir iş çıkarıp üçüncü olmuş ancak Mercedes ve Ferrari ikilisinin temposuna ayak uyduramamıştı. Yine de Red Bull ve McLaren gibi bütçe bazında kendisinden çok daha üstün takımları –biraz da rakiplerinin yaşadığı şanssızlıkların yardımıyla- geride tutmayı başarmıştı. Ancak ne olduysa 2015’ten sonra oldu. Takım önce 2016’da orta-üst sıralara, ardından da 2017 sezonunun önemli bir kısmında orta-alt sıralara demir attı. Bunun en büyük kanıtlarından biri takımın muhtemelen en kırılgan olduğu alan olan sıralama turlarında gösterdiği performans. 2017 sezonunda koşulan 20 yarışın 9’unda Q3’e kalamayan Williams, kalan 11 yarışta sadece 14 kez araçlarını Q3’e sokabildi.
Bu alanda elbette takımlar klasmanında kendisinden yukarıda olan Force India’ya geçilmesi çok da anormal bir durum değil. Bununla birlikte aynı güç ünitesini kullanan rakibi tarafından tek tur bazında ikiye katlanması da çok normal değil. Büyük üçlü Mercedes, Ferrari ve Red Bull dışındaki rakiplerine bakıldığında, Williams’ın sadece Toro Rosso, Haas ve Sauber’e üstünlük kurduğunu görebiliyoruz. Öyle ki, belki de tarihinin en kötü dönemini geçiren McLaren, rakibiyle aynı sayıda Q3 başarısı elde etmiş durumda. Diğer taraftan, sezonun son bölümünde kendini zar zor takımlar klasmanında altıncılığa atan Renault’nun da sıralama turlarında Williams’a üstünlük sağladığını görmek mümkün.
Sıralama turları elbette her şey değil ancak geçiş yapmanın hiç olmadığı kadar zor olduğu günümüz Formula 1’inde çok önemli bir yer tuttuğu da gerçek. Bu bağlamda, zaten yarış temposu olarak öndeki üçlünün –hatta Force India’yı da sayarsak dörtlünün- gerisinde kalan Williams’ın, henüz yarış başlamadan diğer rakiplerine karşı handikaplı duruma düşmesi oldukça düşündürücü.
Williams üzerine konuşurken üzerinde durulan ilk şey, doğal olarak bu takımın yıllık bütçesinin diğer takımlara kıyasla ne durumda olduğu oluyor. 2017 özelinde bakarsak, takımlar klasmanında şampiyonluğa ulaşan Mercedes’in 376; sezon içinde Mercedes’in en güçlü rakibi olarak öne çıkan Ferrari’nin ise 349 milyon dolarlık bir bütçesi vardı. Williams’ın ise aynı sezonki bütçesi takriben 152 milyon dolar civarındaydı. Bu da Williams’ı toplam bütçe bazında sırasıyla Mercedes, Ferrari, Red Bull, McLaren, Toro Rosso ve Renault’nun gerisinde yedinci sıraya yerleştiriyor. Yani bu şartlarda, Williams’ın şampiyonluğa oynayabilmesi için zaten küçük çapta bir mucize gerekli. Asıl soru, Williams’ın elindeki bütçeyi ne kadar efektif kullanabildiği.
Yukarıda görülen grafik, takımların bütçelerinin 2017 sezonunda aldığı puanlara oranı. Mercedes, geçtiğimiz sezonki Formula 1 programına 376 milyon dolarlık bir yatırım yapmış ve sezonu 668 puanla şampiyon olarak tamamlamıştı. Bu da bir puan için yaklaşık 560,000 $ harcadıkları anlamına geliyor. Aynı şekilde Ferrari de, 349 milyon dolarla girdiği sezonda 522 puan toplamış ve bir puan için yaklaşık 660,000 $ civarında bir meblağ harcamıştı. Bu alanda en başarısız takım puan başına 17,200,000 $ harcayan Sauber; en başarılı takım ise puan başına 530,000 $ harcayan Force India oldu. Williams ise 152 milyon dolarla girdiği 2017 Formula 1 sezonunda 83 puan toplayarak takımlar klasmanında beşinciliği ele geçirirken, bir puan için yaklaşık 1,830,000 $ harcadı. Bu da Williams’ı bütçe verimliliği konusunda sırasıyla Force India, Mercedes, Red Bull ve Ferrari’nin gerisinde beşinci sıraya koyuyor. Büyük resme bakıldığında, aslında Williams’ın mali anlamda sadece Force India’dan daha kötü bir iş çıkardığını belirtmek mümkün.
Williams’ın kendi içindeki finansal yapısını incelediğimizde, ne siyah ne de beyaz bir görüntüyle karşılaşıyoruz. Detaya inecek olursak; Williams, 2017 özelinde FOM (Formula One Management) ‘dan 79 milyon dolar civarında bir ödeme aldı. Bu da zaten takımın 2017 bütçesinin yarısından fazlası demek. Başat takımların da bütçelerinin hemen hemen yarısının FOM’dan gelen parayla oluştuğu göz önünde bulundurulursa bunda bir beis yok. Fark zaten sponsor ve marka gelirleriyle oluşuyor. Örneğin McLaren, geçen sezonki partneri Honda’dan –motor tedariki hariç- yaklaşık 100 milyon dolar civarında bir finansal destek almıştı. Aynı şekilde Red Bull da, Formula 1 takımını 200 milyon dolarlık dev bir bütçeyle beslemişti.
Williams ise diğer takımlardan biraz daha farklı. Farklılığın başlıca sebebi, takımın temelde halen daha bir garaj takımı olması. Mercedes yahut Renault gibi bir fabrika takımı ya da Red Bull gibi bir şirket takımı değiller. Bu da onların ister istemez FOM’dan gelen paraya ve sponsorlara bağlı kalmasına sebep oluyor. FOM’dan gelen para da bir önceki sezonda gösterilen başarıyla doğru orantılı olduğu için, Williams –ve aslında diğer tüm orta ve alt seviye takımlar- kısır döngüye giriyor. Örneğin Mercedes, geçtiğimiz sezon FOM’dan 171 milyon dolarlık bir ödeme alırken, Williams’ın cebine giren para sadece 79 milyon dolarla sınırlı kalmıştı. Bu da daha sezon başlamadan takım için yaklaşık 100 milyon dolarlık bir handikap demek.
Williams, zaten geride başladığı ekonomik savaşta hiç değilse orta seviye takımlarla mücadele edebilmek için sponsor desteği bulmak zorunda. Takımın halihazırda Martini ve Rexona’dan yıllık 15’er milyon dolar gelir elde ettiği biliniyor. Bu iki firma dışındaki altı sponsordan yıllık yaklaşık 10 milyon dolar civarında bir meblağ, her yıl Williams’ın kasasına giriyor. Yani Williams, sponsorlardan yıllık yaklaşık 40 milyon civarında bir gelir elde ediyor. Bu da diğer takımlarla karşılaştırıldığında çok cüzi bir miktar.
Yukarıdaki tablo incelendiğinde Williams’ın ön üçlü bir yana, orta sıralardaki takımlar karşısında bile bir dezavantajı olduğu görülüyor. Öyle ki, Williams’ın son iki sezondaki performansı üzerine konuşulduğunda öne sürülen ‘’Force India daha düşük bütçeyle Williams’tan daha iyi performans sergiliyor.’’ tezinin çok da doğru olmadığı söylenebilir. İşin sponsor bulma ve pazarlama kısmında, takımın eski albenisinden uzak olduğu aşikar. İşte bu noktada Claire Williams’ın ortaya çıkıp sorun çözücü görevini icra etmesi gerekiyor. Zira kendisi takım patronluğuna getirilirken beraberinde pazarlama ve sponsor ilişkileri sorumluluğunu getirmişti.
Williams, kasasını doldurabilecek sponsor bul(a)madığından, Lance Stroll ve Sergey Sirotkin gibi –amiyane tabirle- paralı pilotlara yönelmek zorunda kalıyor. Öyle ki, Lance Stroll geçtiğimiz sezon Williams koltuğuna oturabilmek için 30 milyon dolar gibi astronomik bir rakamı gözden çıkarmıştı. Aynı şekilde Sirotkin de, Massa’nın emekliliğiyle birlikte boşalan diğer Williams koltuğu için tahmini 15 milyon dolar verecek.
Yazının başında belirtildiği üzere Williams’ın aile şirketi yapısından taviz vermesini beklemek doğru değil. Dolayısıyla yeni ve cebi dolu bir yatırımcının Grove’dan içeri girmesi, en azından Frank Williams hayatta olduğu sürece pek mümkün değil. Buna ilaveten, Williams’ı şampiyonluk adayı yapacak derecede bir sponsorluk anlaşması da ufukta gözükmüyor. Dolayısıyla her ne kadar çoğu Formula 1 takipçisinin hoşuna gitmese de, Stroll ve Sirotkin gibi paralı pilotlar, Williams adına en azından bir süre için zaruri. Zira yukarıda da biraz bahsedildiği gibi, bu devirde kimse bir Formula 1 takımına 15’er, 30’ar milyon dolar ödemeye yanaşmıyor. Yanaşanlar da Hamilton, Alonso ve Vettel gibi büyük yıldızların olduğu takımlarla işbirliği yapmayı tercih ediyor. Bu yıldızların da yılda en az 30’ar milyon dolarlık kontratlara imza attığı düşünülürse, Williams’ın böyle bir yükün altına giremeyeceği rahatlıkla anlaşılabilir.
Stroll & Sirotkin Tercihleri ve Takımın Olası 2018 Senaryosu
Stroll’den başlayalım. Doğrusunu söylemek gerekirse kendisinin çok büyük bir hayranı değilim ancak geçen sezon yerildiği kadar felaket bir performans gösterdiğine de katılmıyorum. Evet, sezona çok da iyi bir başlangıç yapamadı ve ilk altı yarıştan puan çıkaramadı ama her hafta sonunda daha olgun ve sakin bir Stroll izledik. Azerbaycan’da kusursuz bir sürüşle podyuma çıkışı ve İtalya’daki ilk çizgi startı, her çaylağın yapabileceği bir iş değildi. Stroll’ün en büyük şanssızlığı, paradoksal olarak Williams koltuğunda oturmasını milyarder babası Lawrance Stroll’e borçlu olması. Çünkü Stroll, Williams’a verdiği 30 milyon dolarla birlikte aslında omuzlarına çok büyük bir yük yükledi ama o parayı vermeseydi o koltuğa oturamayacaktı.
Kimse Stroll’ün 2016’da harikulade bir performans ortaya koyarak Euro F3 şampiyonluğunu kazandığını hatırlamıyor ama babasının milyarder oluşu daima akıllarda. 19 yaşında bir pilotun bununla mücadele edebilmesi ve baskıyı omuzlayabilmesi için çok güçlü bir mental yapıda olması gerekiyor. Stroll buna sahip mi, orası şüpheli. Pilotaj meziyetleri konusunda elbette bir Verstappen ya da Ocon kalitesinde değil ancak Formula 1 son yıllarda daha kötülerini gördü. Kısacası Stroll, ortalamanın bir tık üstünde geçirdiği çaylak sezonunun ardından bu kez mazeretin kabul edilmeyeceği bir sezona başlıyor. Başarılı olur mu bilemem ama her halükarda bir iz bırakacağı kesin.
Sirotkin ise kendine Stroll’inkinden daha farklı bir kariyer planlaması çizdi. Yani yaklaşık 3-4 senedir Formula 1 takımlarıyla antrenmanlara çıkan ve GP2’de yarışarak daha göz önünde kalmayı başaran bir pilot. Stroll ilk geldiğinde Euro F3’ü takip etmeyen herkes ‘’Bu arkadaş kim?’’ demişti ama GP2 daha çok izlenen, en azından takip edilen bir seri olduğu için Sirotkin’in tanınma ihtimali daha yüksek.
Sirotkin’in geliş sürecinde en çok sorulan sorulardan biri, Kubica yerine tercih edilip edilmemesi gerektiğiydi. Sirotkin isim ve kalite olarak elbette Kubica’nın yanına dahi yaklaşamaz ancak Kubica’nın çok uzun süredir Formula 1’den uzak kaldığını ve yeni nesil araçlarla hiçbir yarışa çıkmadığını unutmamak gerekiyor. İşin duygusal tarafında herkes doğal olarak Kubica’yı yeniden pistlerde görmek istedi ama Williams’ın Kubica’yla oynayacağı kumarın riski, Sirotkin’le oynayacağından çok daha fazlaydı. Bu duruma Sirotkin’in seçilmesinden ziyade Kubica’nın seçilmemesi olarak bakmak gerekiyor.
2015 ve 2016 sezonunda GP2’de üçüncü olurken dahi, Sirotkin’le ilgili şüphelerim vardı. Bence kesinlikle kötü bir pilot değil ama Formula 1’i hak edip etmediği konusunda tereddütlerim var. 2016 sezonunda, bir öncekine göre daha iyiydi ancak o zaman bile adından söz ettirmeyi başaramadı. Williams, pazarlama planları yüzünden ille de bir Rus pilot tercih edecekse, bu bence –yıllık 15 milyon dolar verebileceğinden emin olmamakla beraber- Artem Markelov olmalıydı. Çünkü GP2’de kendini kabul ettirmiş; Sirotkin’den daha agresif ve spektaküler bir pilot.
Sirotkin’in bu seneki en büyük avantajı, tıpkı Stroll gibi, kendisi hakkındaki beklentilerin olabilecek en düşük seviyede olması. Sirotkin 25 Mart’ta Melbourne’deki startta önündekileri biçse, insanlar ‘’Biz demiştik.’’; puan çıkarırsa da ‘’Belki de düşündüğümüz kadar kötü değilmiş.’’ diyecekler. Dezavantajı ise Stroll’ün geçen sene yaşadığı gibi, her yanlışında o koltuğa babası sayesinde oturduğunun yüzüne vurulacak olması. Kısacası Sirotkin, Formula 1’deki ilk sezonunu mümkün olduğunca kazadan beladan uzak tamamlamak zorunda. Aksi takdirde 2018; Sirotkin’in Formula 1’deki sadece ilk sezonu değil, aynı zamanda son sezonu da olabilir.
Williams’ın 2018 sezonu pek de iyi geçeceğe benzemiyor. Elbette daha Barcelona testlerini bile görmemişken konuşmak erken ama tam olarak güvenilmeyen bir pilot kadrosu ve nasıl çıkacağı meçhul bir şasiyle Williams’ın bu yıl iddialı olması çok zor. Mercedes, Ferrari, Red Bull ve Force India’dan halihazırda geride olan Ada temsilcisi, bu sezon bir de McLaren ve Renault ile mücadele etmek zorunda kalacak. Her ne kadar Paddy Lowe ve Rob Smedley gibi iki önemli beyne sahip olsalar da, Williams’ı bu sene underdog olarak düşünmek bile zor.
Girizgahta atıfta bulunulan belgeselin son kısmında Williams takımının efsanevi mühendisi Patrick Head’e Frank Williams’ın ne zaman emekli olacağı sorulur ve Head de, ‘’Böyle bir adam emekli olmaz. Frank işinin başında ölecek.’’ diye cevap verir. O gün gelene kadar Williams takımı, eski Formula 1’in günümüzde yaşayan yüzü olmaya devam edecek. Bazen karşılaştıkları zorlukların üstesinden, aslında kendilerinin de istemediği şekilde kalkmaya çalışacaklar ama benliklerinden vazgeçmeyecekler. Frank Williams için rahmetli eşi Ginny ‘’O kazanmaktansa meselenin bütünü için, Formula 1 için savaşıyor.’’ der.
Sözün özü Williams, 40 yıllık geçmişi boyunca çok büyük zorluklar yaşadı ancak her seferinde üstesinden gelmeyi başardı. Yirmi yılı aşan şampiyonluk hasretlerini belki de bir süre sonra dindirecekler. Dindiremezlerse de sorun yok, bizlere her ne kadar aksi dayatılmaya çalışılsa da Formula 1 sadece başarıdan ya da başarısızlıktan ibaret değil. Formula 1 her şeyden önce tutku işi ve bunun farkında olan ender insanlardan biri de Frank Williams. O çok yaşasın, yaşasın ki geçirdiği bu zor yıllardan sonra takımının tekrar zirveye oynadığını görmeden gitmesin.