Hep böyle anılmaktan biraz bıkmış olabilirsiniz ama biz de röportaja 14×8000 projesini sorarak başlayalım…
Dünya üzerinde 8000 metre irtifayı aşan 14 dağ var. Bunların hepsi de Himalaya ve Karakurum zincirinde; Pakistan, Çin ve Nepal’de. Bu zirvelerin hepsine tırmanmak da dünya genelinde, 14×8000 adıyla bilinen bir proje. Bunu sadece 15 milletten 30 küsur sporcu başarabilmiş. Türkiye’den de yapabilen tabii yok, en çok ben yaklaştım. Önümde dört farklı dağ kaldı.
14×8000, dağcılığın maratonu olarak da biliniyor. Bu, dünya ölçeğinde ne kadar prestijli bir olay? Yapılabilecek en büyük şey diyebilir miyiz?
14×8000’i ilk yapan çok önemli bir dağcı, İtalyan Reinhold Messner’di. 1986’da tamamladı. Tabii ki bunu yapmak 80’ler ve 90’larda çok daha prestijliydi. Ama dağcılıkta ‘en’ diye bir şey yok. Hiçbir şey ‘en iyi’ veya ‘en büyük’ değil. Bu da çok büyük bir proje. Çok değişken var; çığ tehlikesi olabiliyor, hava koşulları bir sorun, teknik zorluklar mevcut. İnsan bedeni 5000 metre üzerinde uzun süreler yaşayamaz. Jet uçağının gittiği bir yükseklikten bahsediyoruz sonuçta! Kabin basıncı ve oksijenlendirmeyle insanların yaşayabildiği bir yükseklik… Ve sen de bazen oksijen dahi kullanmadan çıkıyorsun.
2001’de Everest’e çıktığınızda aklınızda böyle bir proje var mıydı?
Yoktu. Everest’e ilk çıktığımda bunun çok zaman alan, farklı bir dünya olduğunu gördüm. 8000’lik dağa bir daha gitsem mi gitmesem mi diye düşünürken, bir tanesi oksijensiz olmak üzere Lhotse ve Cho Oyu’yu çıktım. Orada yükseklerde yaşamın bana çok uyduğuna karar verdim. Bu bir bünye meselesi. Hep soğuk, hep sıkıntı, hep bir bilinmezlik… Aylarca evden uzakta kalıyorsunuz. İnsanı huzursuz eden bir sürü şey var. Bunun başında da ölüm korkusu geliyor. Tüm bunları görmek birçok insana uymaz ama bana çok uyduğunu fark ettim. Uzaklarda olmak benim için çok keyifli ve eğlenceli bir iş.
Peki şimdilerde bir tırmanış programını yaparken neleri göz önünde bulunduruyorsunuz?
O sene oraya hangi ekipler gidiyor? Benim durumum ne? Finansal açıdan hazır mıyım? Bir sürü şeyi göz önünde bulundurmak lazım. Bu sadece kas gücüyle yapılan bir iş değil. Bak bana mesela, öyle çok kaslı bir vücudum yok. Rambo gibi adamların yapabileceği bir iş değil dağcılık. Kol kasları 60 santimetre olan adamları 10 metrelik tırmanma duvarına getiriyoruz, 5 metre gidemiyorlar. Titremeye başlıyorlar. Tabii ki güçlü olmak zorundasınız ancak mental durum da çok önemli. Çıktığında tabii çok seviniyorsun. Zirve her zaman projekte edilmiş bir başarı görüntüsüdür. Ancak bir işe girişmek de önemlidir. Benim de çıktıklarım daha fazla olsa bile çıkamadığım dağlar var. Bu tehlikeli bir iş. Ancak ölümüne de tehlikeli değil. Araba yarışı veya Rus ruleti gibi bir risk yok yani. Riski doğru değerlendirirsen yaşamın devam eder. İlle de zirveye çıkacağım diye kendini zorlarsan tabii ki yaşamının devam etmeme olasılığı var. Aslında bir tür oyun gibi.
Araba yarışıyla kıyasladınız ama sanki dağcılık daha büyük bir ölüm tehlikesini beraberinde getiriyor gibi…
Nereden baktığınıza bağlı. Ne kadar sıklıkla dağa gidiyorsun, ne kadar riskli bir rota seçtin? Dağı anlamaya ne kadar zaman ayırdın? Dağı tanımadan kendini zorlayan birinin ölme ihtimali çok daha yüksektir. Ben profesyonel bir dağcıyım, hayatım dağda geçiyor. Havaya bakınca bulutlardan, soğuktan, rüzgarın yönünden beni nelerin beklediğini anlarım. Ya da kara bakınca çığ tehlikesi olup olmadığını bir şekilde görürüm. Kaçırıyorsam da o benim hatamdır.
8000 metrenin her kademesinde farklı bir insani sınav var. Süreci adım adım anlatır mısınız?
Deniz seviyesindeki irtifadan bir insanı alıp 8000 metreye götürüp orada bıraksan 45 dakikada ölür. Oksijen eksikliği ve basıncın azlığından dolayı. Ancak insan vücudu mükemmel bir mekanizma. Alyuvar üretimini artırarak buna alışıyor. Yani 8000 metrelik bir dağda, normal koşullar altında en azından üç tane yüksek kamp yapıyorsunuz, her biri arasında en azından 1000 metre fark var. Ülkenden çıkıp ana kampa gitmek ilk aşama. Bu bölüm üç hafta kadar zaman alabilir. Toplam tırmanış da bu durumda iki-üç ay sürebiliyor. Tırmanış başlıyor, engelleri, kampları aşıyorsun. Her bir kampa 18-20 kiloluk bir yükle gitmek durumundasın. Çadırlar, yiyecek, gaz, yüzlerce metre ip… Geri iniyorsun, tekrar çıkıyorsun, bu şekilde vücut yüksekliğe alışıyor. Birçok insan için 5000 metre sınırdır ve bu sınıra alışmak da hiç kolay olmaz. Zaten o noktadan sonra bir yaşam yok. Dünya tarihine bakınca bir medeniyet de yok. 6000 metrede hiçbir şey yapmadan çadırında kalsan bile zaten 10 kilo kas kaybeder ve ölürsün. Vücut kendi kendine erir. Yapamıyorsan evine döneceksin, bu kadar basit.
Dayanıklılık sporlarıyla uğraşanlar genellikle yarışlar içerisinde hiçbir şey düşünmediklerinden, kafalarını tamamen boşalttıklarından bahseder, ya siz?
Yükseklik daha farklı. Zaten oksijen olmadığı için kafa iyi çalışmıyor! Onu düşüneyim, bunu düşüneyim diyemiyorsun. Bir şekilde, yaptığın işe tamamen konsantre oluyorsun.
Temel fark dağcılığın bir de uzun sürmesi. Bisikletçiler, atletler yarış bitince saha kenarına çıkar, duşunu alır, bifteğini yiyip evine gider. Bizde öyle bir şey yok. Çadırını kuracaksın, su elde edebilmek için dışarıdan torbayla kar alıp onu saatlerce eriteceksin… Devamlı mücadele edeceksin yani. Dağ olayı aynı zamanda psikolojik. Zaten bedenden önce psikolojik olarak yıkar seni. Yıkıldığında da beden çalışmaz.
İnsan beyninde neler oluyor? Halüsinasyonlardan bahsediliyor mesela dağcılarda, başınıza böyle bir şey geldi mi?
İtalyan bir arkadaşımın başına gelmişti. Zirvenin yakınındayız, yorgunluktan ölmek üzere. Yanındakilere “İleride zeytin ağaçları var, onların altında dinleneceğim” diyor! Yatsa tabii ölecek, kaldıramayacağız. Bir başka arkadaşım, beyaz bir yak; yani bir Tibet öküzü gördüğünü söylemişti. Çok güzel renkleri olan kürklü bir hayvandır Tibet öküzü ama 8000 metrede işi ne! Buz, duvarlar ve uçurumlardan başka bir şey yok ki çevremizde. Bunu yaşamamak için sağına soluna bakıp nerede olduğunu, hata yaparsan sonucunun ne olacağını kontrol etmen ve kendine söylemen lazım. Nereye gidiyoruz? Ne yapıyoruz?
Peki dönüşte neler hissediyorsunuz? Şehir hayatına alışmak zor oluyor mu?
Biri olmadan diğerinin değeri yok. Ben dağlı değilim. Burada bir yaşamım var ama tam bir şehir yaşamı değil. Araba kullanmıyorum, bara gitmiyorum, iş yaşamım yok, fatura ödemiyorum. Sonuç olarak buraya geliyorum, sponsorlarım burada, sevdiğim birçok arkadaşım burada. Seyahatlerime buradan gidiyorum, buraya geri dönüyorum. Aktiviteler var, sunumlar var, kitap imzaları var. Yani hayat aslında, hem o hem öbür yarısı olmadan değersiz. Ben şehirde doğmuş, şehirde büyümüş bir insanım. Evet, dağcı olabilirim, dağlara tırmanmayı severim ama şehir de önemli bir nokta. Şehri sevdiğim anlamına gelmiyor bu. İstanbul korkunç bir metropol, yaşanabilecek gibi değil. Trafiğiyle, gürültüsüyle, kalabalığıyla… Ama gelip gidiyoruz işte. Hayat böyle devam ediyor.
Şehirde, üniversiteden önce dağcılık hayaliniz var mıydı?
Dağı, doğayı seviyordum. Arazide olmayı, ateş yakmayı, trekking yapmayı, kampa gitmeyi seviyordum. İlkokul-ortaokul yıllarından bahsediyorum. Ama dağcılık? 1980’lerin başında öyle “Gidip dağcı olayım” diye katılabileceğim bir yer yoktu. Ancak üniversitede kulübe girerek bunu yapabilirdim. Öyle de yaptım.
Everest bu anlamda sizin için dönüm noktalarından biri. Ama siz Everest’e dair farklı görüşlere de sahipsiniz…
Everest sokaktaki herkesin bildiği bir dağ artık ve oraya tırmanmak bir endüstri. Çok parası olan, gerçekten bunu satın almak isteyen ama dağcılık yapmayan insanlar, rehberlik kurumuna güvenerek bunun gelişmesini istediler. Gelişti de… Her sene binlerce kişi Everest’in ana kampında oluyor. Everest neredeyse 9000’lik bir tırmanış. Tehlikeli, soğuk, riskli. Bu kadar altyapıya, desteğe, hizmete rağmen birçok insanın da öldüğü bir dağ. Birçok Batılı, birçok sherpa (dağcı yerel halk) ölüyor. Sonuçta global bir dünyada yaşıyoruz. Her şey küçülüyor, her şey satın alınabilir hâle geliyor. Sen de büyük paralar harcayıp Everest’e gidip çıkmaya çalışabilirsin. Ama çıkamama ihtimalin çok yüksek. Sonuçta, bu işler dağın gerçekliğini değiştirmemekle birlikte, işleri biraz daha katlanılabilir kılıyor.
Dağın gerçekliğinin en güzel yanı ne?
Hepsi bir bütün. Orada olmak çok güzel. Aylarca açık havada yaşamak, bulutlar, rüzgar, kar… Doğanın bütün görkemini görmek; güneşli günler, yağmurlu günler, bir metre kar yağması, tipi… Tırmanışın bütün detayları, sesleri ve hissiyatı. Çok yüksekten baktığında dünyanın yüzlerce kilometrelik görüntüsünü seyretmek, bulutları aşağılarda görmek… Uçaktan bakmaya benzer, zaten aynı yüksekliktesin. Orada olmaktan daha görkemli bir şey yok hayatta. Gerçekten hiçbir şey sana bunu veremez.
Bugünün dünyasında insanlar hep konfor için yaşıyor. Ne kadar az hareket etse, ne kadar iyi araba alsa, ne kadar konforlu bir eve sahip olsa o kadar iyi. Bunların hiçbiri önemli değil. Bunlar en alt seviyede ihtiyaçların çünkü. Beslenme, yeme içme, barınma, dinlenme… Onları ilkel mağara adamı da yapıyor. Senin burada, şehirde yaptığın da çok farklı değil. Kendini gerçekleştirmek, gerçekten kendi beden ve zihin gücünle bir şeyler yapmak, işte önemli olan bu. Spor zaten bunun üzerine kurulu. Bir amacı var mı belirgin? Yok. Dağcılık da böyle. Önemli olan orada olup hakkını vererek yapmak. İnsanlar diyor ki “Aa niye dağa gidiyorsunuz, ne kadar anlamsız!” E, sen niye şehirde duruyorsun? Senin yaşamının anlamı ne? Yaşamın zaten hiçbir anlamı yok. İnsanlar savaşıyor, birbirini öldürüyor. Hayat zaten anlamsız, en baştan baktığında. Bari içinde güzel, keyif aldığın, görkemli hissettiğin, insan olarak evrenle birleştiğin bir şey olsun.
*Bu röportaj, Socrates’in Ekim 2016 sayısında yayımlandı. Tüm eski sayılarımıza ulaşmak için tıklayın!