9 Şubat 2016. Amed Sportif’in yasaklı sahasında oynanan o ilk maçta Fenerbahçe atak yaparken her defasında suratım ekşiyor. Bu kez gol atmasınlar diye. Bu ilk kez oluyor. Benim gibi binlerce Fenerbahçelinin de aynı şeyi farklı yollarla yaptığına inanmak istiyorum.
3 Mart 2016. Kadıköy’de bir arkadaşımın yazıhanesinden çıkıp rıhtıma ilerliyorum. Kabataş motoruna bineceğim. Ama sisten ötürü seferlerin tümünün ertelendiği anonsu yapılıyor. Bu güzel İstanbul havasında Taksim’e metroyla gidemem. Diretiyorum. İskelenin yanındaki çaycıya oturup bir çay söylüyorum. Sis birazcık geçene kadar orada kalacağım, ama yine de maça gidemem. Hazır kendimi iyi şeylerin de olabileceğine biraz inandırabilmişken, futboldan biraz daha soğumak istemiyorum.
Sis kalkmıyor ama ben bir baba-oğul görüyorum. Onları görür görmez zıpkın yemiş gibi kalkıveriyorum çaycıdan. İkisinin de üzerinde siyah birer kaban var. İçerisinde Amed’in kırmızı yeşil çubuklusu olan kabanlar. Ne iyi! Tüm engellemelere, yıllardan bu yana futbolun, stadyumların üzerinde dolanan, dozunu gittikçe arttıran o şoven, militarist gölgeye rağmen Kadıköy’de Amedspor taraftarı. Onları usul usul takip etmeli şimdi, tanışmalı. “Hoş geldiniz, ne iyi ettiniz” demeli.
Birkaç metre sonra denize dönüyorlar yüzlerini, montlarını çıkarıp korkuluklara asıyorlar. O anda görüyorum başka bir çubuklu daha giyindiklerini. Meğer Amed ile İstanbul’un çubuklusu birbirine eklenmiş!
Çok geçmeden onları takip eden biri daha olduğunu anlıyorum. Aynı anda baba-oğlun karşısına çıkıyoruz. Yanımdaki, aklımdakini soruyor, “Abi nereden aldınız bunları?” diyor. Baba, almadıklarını, kendilerinin yaptığını söylüyor. O an ufaklığın yüzü ışıldıyor. Bu sefer soru, “Biletler pahalı mı?” şeklinde. Baba önüne geçemediği ama mahcubiyetin de eşlik ettiği bir gururla kombinelerinin olduğunu söylüyor. “Döverler sizi” diyor şimdi de adam, “Çocuğun canı yanar.” Babası “Hiçbir şey olmaz, olmaz öyle şey” şeklinde cevap veriyor bir yandan bana bakıp gözlerimden belki de cılız bir onay beklerken.
O ürkek onayı görmüş olacak ki, el sıkışıyoruz babayla. Çocuğa dönüyorum sonra. “Ne güzel olmuş, ne çok yakışmış sana” diyorum. Güler yüzlü bir baba, “Umut, elini uzatsana abiye, selamlaşsana” diyor. Umut’ la bu şekilde tanışıyoruz. Daha ilkokula gittiğini, her maça gelen sıkı bir Fenerbahçe taraftarı olduğunu söylüyor. Belki biraz daha konuşacak, Umut’a biraz daha yanaşacağım ama maç başlayacak birazdan. Babası “Kardeşlik kazansın, barış kazansın” diyor veda niyetine ve yanımızdan öylece ayrılıyorlar. Arkalarından bakakalıyorum. Umut yalnızca benim maça gitmemin değil, aynı zamanda stadyumdaki tüm güzelliklerin de habercisi olduğunun farkında mı acaba?
İstiklal Marşı’ndan sonra, benim de oturduğum Migros Tribünü’nün bir bölümü “Şehitler ölmez vatan bölünmez” şeklinde slogan atmaya başlayacak. Bu arada birkaç kişinin bozkurt işareti yaparak slogana eşlik ettiğini göreceğim. Ama slogana katılmayan insanlarda benim gözüm. 10-15 kişi yan yana oturan bir grup var. Onların yanına gidiyor, sohbet etmeye başlıyorum. Amed’den gelmediklerini, zaten hep burada olduklarını söylüyorlar. Henüz maç 0-0 devam ederken Amed’in şut denemelerinde ayağa kalkıp olmayan gole üzülüyorlar. Bazıları bizim bulunduğumuz tarafa kaçamak gözlerle baksa da hiçbir sataşma olmuyor.
İlk yarı 2-0 Fenerbahçe üstünlüğüyle bitiyor. Devre arasında beni misafir eden topluluğa veda edip alt tribünü dolaşmaya başlıyorum. Bu sefer Ayşe ve arkadaşları karşılıyor beni. Ayşe de Umut’un yaşlarında. Yanında biri kendiyle yaşıt, diğeri Ayşe’den biraz küçük iki oğlan var. Onların, onların arkadaşlarının ölmesini istemeyen Fenerbahçe formalı büyükleri, çocukların ellerine bir pankart tutuşturmuşlar. Pankartta, Deniz Naki’nin Nazım Hikmet’i de selamlayıp federasyondan 12 maç ceza almasına neden olan, siyaset-savaş-futbol ilişkisine dair belki de en anlamlı cümlelerden biri yazılı: “Çocuklar ölmesin, maça gelsin.” Çocuklarla bakışıyor, gülümsüyoruz. Babaları, abileri, birkaç kişi bu arada Amedsporlu oyuncuları tribüne çağırıyor. Amedli bazı futbolcular tribüne yanaşıyor, çağrıya alkışlarıyla yanıt veriyor. Nihayet ikinci yarı Amed baskısını arttıracak. Attıkları gol de sanki bu çocukları biraz daha gülümsetebilmek için gelecek.
Bu sırada Amedspor’u alkışlayan başka Fenerbahçe taraftarlarına takılıyor gözlerim. Yine de eninde sonunda Türkiye’de ve 2016 yılındayız. Bazıları birazdan Fenerbahçe’nin İstanbul’da Amedspor’la oynadığı bir futbol müsabakası olduğunu öfkeyle haykıracak. Ülkedeki bu kirli savaşın müsebbibi sanki Amedspor’muş gibi “Şehitler ölmez vatan bölünmez” seslerinin yanına bu sefer “Vatan sana canım feda” sloganı da eklenecek. Maç sonunda o pankartın sahibi olduğu anlaşılan biri, 8-10 kişilik spor şube ekibi tarafından göz altına alınacak üstelik. Polisler bundan rahatsız olup yanlarına yaklaşan taraftarları itekleyecek, tehdit edecekler.
Tribünler türlü türlü sloganın, rengin, öfkenin, sevincin, dostluğun ve nedensiz düşmanlığın iç içe barınabildiği yerler. Dün Kadıköy’de oynanan, alıştırıldığımız bütün olumsuzluklara rağmen son yıllardaki en özel maçlardan biri oldu. Bu maçı özel kılansa dört renkli çubukluyu gururla taşıyan Umut’un varlığını bize hatırlattığı o şeydi.