Turgay Şeren, Galatasaray Lisesi’nin parasız yatılı sınavını kazanıp Çorlu’dan İstanbul’a taşındığı gün, hayatı boyunca sürecek olan yolculuğu da başlamıştı. Önce lise takımı, ardından profesyonel takım derken Galatasaray’a adanmış bir ömür olacaktı onunkisi. 35 yaşında futbolu bıraktığında, kulüp tarihinin en çok maçta forma giyen oyuncusuydu. Sonrasında teknik direktörlük yapmaya kalkıştı ama Galatasaray deneyimi istediği gibi gitmeyince bıraktı. Hayatının son yıllarına dek gazetelerde Galatasaray’ı yazdı.
Namıdiğer Berlin Panteri’nin Galatasaray’dan ayrı geçirdiği ise bir tek dönem vardı, bir tek kısa dönem… 1959 yılının Şubat ayında, yaklaşık 15 gün süren bir Arjantin macerası. Birçok kaynakta “Galatasaray Başkanı Sadık Giz izin vermeyince bu transfer yattı” cümleleriyle yer alan bu macerayı, bir keresinde rahmetli Turgay Şeren’e sormuştum. Turgay Abi de bütün detaylarıyla anlatmıştı. Bir bölümü Galatasaray Dergisi‘nde de yayımlanan konuşmamızın silinip gitmesini istemedim ve tamamını kayda geçirdim. Daha fazla uzatmadan sözü ona bırakıyorum…
***
“Bir maçta kaburga kemiklerimden bir tanesi kırıldı, yerime Necmi geçti kaleye. İstanbul’a geldiğimde doktora gittim, kaburgamı baştan aşağı sardılar. Bu arada İbrahim Çürüksulu diye Galatasaraylı bir organizatör vardı, bana Arjantin’den teklif olduğunu söyledi. Arjantin o dönemde dünya futbolunun arka bahçesiydi ve River Plate gibi bir takımda oynamak benim için eşsiz bir deneyim olurdu. Haritaya baktım, giderim dedim. Çok kısa bir süre içinde de kendimi havaalanında buldum.”
“Önce Amsterdam, ardından Madrid, Madrid’den Ekvator civarında Resif (Recife) adlı bir yer ve son olarak Montevideo üzerinden Buenos Aires’e ulaşacağız. Tamamı aynı uçakla süren bir yolculuk bu, o zaman da uçaklar ne bugünkü kadar yaygın ne de bugünkü kadar güvenli; insan korkuyor. Ama önümde de İsveç Prensi oturuyor. Oğlum, dedim kendi kendime, bu uçak kötü bir uçak olsa İsveç Prensi’nin burada ne işi var… Bir yandan kendime bu şekilde moral veriyorum, bir yandan ağlıyorum korkudan. Uçak zaten bir kalktı, nereden geldim ben buraya diye kafam bozuldu.”
Korku dolu yolculuk, nihayetinde kazasız belasız son bulmuş, uçak Buenos Aires’e inmiş. Devam ediyor Turgay Abi:
“Arjantin’e gidince bir sınıf arkadaşımla karşılaştım konsoloslukta. Başta tabii bunun akıl almaz bir tesadüf olduğunu düşündüm ama meğer haber vermişler geleceğimi, beni alıp gezdirmek için plan yapmış. Tabii esas, River Plate’in genel kaptanı Garibaldi diye bir adam var, o da kendi kızına bana şehri gezdirme görevi vermiş. Ama bu kadar güzel bir kız olamaz, gökte ararken yerde bulduk! Neyse şehri gezdik dolaştık, ilk maç günü geldi çattı, hazırlık maçında Brezilya takımı Botafogo’yla oynuyoruz. Botafogo, o dönemin çok önemli takımlarından bir tanesi. Kaptanlarını tanırsın; Didi! Bizim de Hernanes diye bir orta hafımız var, nereden öğrendiyse bana gelip ‘Turco, korkma!’ dedi Türkçe. Ama statta öyle bir atmosfer var ki korkmamak elde değil. Bir de top bana geldikçe tribünler beni yuhalıyor, ne olduğunu anlamıyorum. Allah Allah diyorum, niye bana kızıyorlar! Geldi Hernanes yine, ‘Vurmayacaksın topa Turco,’ dedi, ‘elinle atacaksın.’ Gösterdi topu oyuna nasıl sokmam gerektiğini, ben de öyle atmaya başladım, beraberinde alkışlar başladı. Ben o maçta öğrendim ki topu oyuna elle sokmak daha doğruymuş. O maç 0-0 berabere bitti ve ben o sakat hâlimle çok iyi oynadım. Sonra Mar del Plate diye bir sahil şehrine gidip iki maç da orada oynadık, onlarda da çok iyiydim. Adamlar beni transfer etmeye kesin olarak karar verdiler.” (Editör notu: Ulaşabildiğim -güvenilirliği belirsiz- kaynaklara göre Botafogo maçı River Plate’in 2-1 galibiyetiyle sonuçlanmış, diğer iki maç golsüz eşitlikle sonuçlanmış.)
“Bir de şöyle bir avantajım oldu” diye başlıyor sonra Turgay Abi…
“Bir yıl önce İsveç’te yapılan Dünya Kupası’nda Arjantin, Çekoslovakya’ya 6-1 yenilmiş. Maçtan sonra insanlar kaleci Carrizo geliyor diye havaalanını basıp uçağı indirmemişler. Uçak gelmiş havaalanına, inemeden devam etmiş. River Plate’in kalecisi işte o Carrizo. O yüzden de beni çok sevgiyle karşıladılar, gazetelerde kocaman fotoğraflarım çıktı ‘İşte River Plate’in yeni kalecisi’ diye.”
Peki bu transfer neden olmamış? “Fakat,” diyor Turgay Abi, onu da anlatıyor…
“Ertesi gün Gündüz Abi (Kılıç) telefon etti bana. Dön dedi. Galatasaray’ın bana ihtiyacı olduğunu söyledi. Ben de mecburen çıktım kulüp yöneticilerinin yanına, kalmak istemediğimi söyledim. Bana yedek kalmaktan korkuyorsam korkmamam gerektiğini, beni Arjantin vatandaşı yaparak sürekli oynatacaklarını anlattılar. Ama ben dönmem gerektiğini, belki sonra tekrar gelebileceğimi belirttim. Baktılar ki ben kalsam bile onlara yar olmayacağım, bir uçaktan yer ayırttılar, cebime iyi bir para koydular, bana bir teşekkür mektubu ve kaleciliğimle ilgili bütün fikirlerini yazdıkları bir kâğıt verdiler, geri döndüm. Orada kaldığım kısa sürede topu oyuna sokma konusunda öğrendiklerimi de Türkiye’de uygulamaya başladım.”
‘Modern kaleci’ kavramının Türkiye’deki atası olarak kabul edilmesi belki de oradaki 15 günle bağlantılıydı Turgay Şeren’in. Peki daha uzun kalabilseydi? İçinde bu konuya dair bir pişmanlık olup olmadığını soruyorum ona. Yanımızda bulunan bir başka efsane, Bülent Eken cevaplıyor ondan önce, “Söylemez ama vardır” diyor. Sonra Turgay Abi itiraf ediyor: “Biraz pişmanlık var aslında. Orada bambaşka türlü bir kaleci olurdum, bütün dünya tanırdı beni. Ama burada da güzel bir kariyer yaptım, Galatasaray’da sembol oldum, bununla da büyük gurur duyuyorum. Olacağı buymuş.”