Alexander Bourceanu için kariyerindeki en önemli kamp dönemiydi belki de. 2013-14 sezonunda hayatında ilk defa Romanya dışına çıkmıştı. Biraz daha fazla para kazanacaktı. Aynı zamanda hırslı ve gözü kara bir oyuncuydu. Tam Trabzonluların seveceği türden. Fakat böyle adamların şansı yanında olmazsa kaderleri kötü yazılabilir. İki sezonun arasında, milli takımda oynadığı bir maçta sakatlandı. Sakatlığının uzun süreceği tahmin edildi. Türkiye’deki yabancı kontenjanını, ona iki şık sundu: Ya kiralaanacak ya da sözleşmesi dondurulacaktı. S.Bükreş’e geri döndü. Kısa bir rehabilitasyondan sonra kendini buldu. Sezonu 3 kupayla kapatıp Trabzonspor’a yeniden katıldı. Artık kendisini göstermesi gerekiyordu.
Hollanda’da kamp yapan Trabzonspor’un idmanında Rumen bir futbolcunun çığlıkları yükseliyor. Futbolun bir tarafı da bu. Sakatlık en yakındaki tehlike. Neyse ki, doktorlar var! Fakat, bir dakika… Bu sefer doktor yok! Şampiyonluğa oynayan bir takımın, Avrupa Ligi’nde hedefleri olan bir kulübün kıran kırana geçen kampında doktor yok. Bu boşluğu doldurma görevi de yöneticilerden Köksal Güney’e verilmiş. Kendisi başarılı bir doktor olabilir ama genel cerrah; spor hekimi değil. Yine de hiç yoktan iyidir! Çok para kazanan futbolcuların oynadığı Süper Lig’e hoşgeldiniz…
Bu tarz haberleri çok okuruz. Sedye olmadığı için arkadaşının sırtında saha dışına taşınan, ambulans olmadığı için hastaneye taksiyle götürülen futbolcular; saha kenarında doktor olmadığı için dili boğazına kaçan futbolculara ilk yardım yapan hakemler… Bunların hepsi Türkiye’de yaşandı, her sene yaşanıyor. Kanıksadık. Ne de olsa bunlar amatör liglerde olan olaylar. Hatta şu cümleyi duymuş bile olabilirsiniz: Madem tutkuyla bir oyun oynayacaksınız, o zaman da şartlara katlanacaksınız!
Fakat şimdi bir Süper Lig takımının idmanında da doktor yok. Ayağı çime takılan Bourceanu, hastaneye gidebilecek zaman buldu. Ya daha ciddi bir problem olsaydı? Köksal Güney’in orada nasıl bir mesai harcadığını bilmiyoruz ama bir idarecinin başka sorunlarla uğraşması gerektiği anlar da olabilir. Ya da daha olası bir senaryo; ya yönetim kadrosunda bir tıpçı olmasaydı? Ne de olsa bu oyunun yöneticileri daha çok inşaatçı, turizmci veya iş adamlarından oluşuyor. Bourceanu’nun ve diğer Trabzonsporlu futbolcuların en büyük şansı; Hacıosmanoğlu’nun listesine bir doktor alması!
Bu arada hatırlatalım; Trabzonspor’un 6 günlük kampında 4 sakatlık yaşandı. Oyuncuların en hırslı olduğu, belki de ligin kendisinden daha sert maçların oynandığı çift kaleler.. Ne de olsa bu kampta gösterdikleri performans onların kariyerini şekillendirecek.
Yeni bir moda türedi; böyle şeylerden bahsetmek ajitasyon olarak görülebilir. O yüzden kısa keselim. Yeri geldiğinde amatör sporculara denilen cümle, yeri gelir profesyonel futbolcular için de kullanılır: Madem milyon dolarlar kazanacaksınız, o zaman da şartlara katlanacaksınız! Sakatlık bu işin parçası.
Tam o saatlerde Avusturya’da… Yine bir Süper Lig takımının kampında, Hamit Altıntop basın toplantısı düzenliyor. Her şey oldukça olağan bir şekilde ilerliyor önce. Klasik sorular, klasik cevaplar. ‘Helal olsun Arda’, ‘Başarılar Podolski’, ‘Şampiyon olmak istiyoruz’. Fakat sonrasında Hamit’in de etkisiyle bir anda toplantının seyri değişiyor. Hamit, haklı veya haksız, fikir tartışması yaratacak, düşündürecek açıklamalar yapıyor. Ve en sonunda, bu kadar ezber bozduktan sonra karşıdan ilk tepki en klasik haliyle geliyor; Hamit ” futbolcuların aldığı para” sorusuyla karşılaşıyor. Yani kısaca “Ya bu kadar konuşuyorsun ama o kadar para kazanıyorsun” demenin kibarcası. Neyse ki Hamit politik değil. Verdiği cevabı tekrardan buraya da yazmaya gerek yok. Fakat şunun altını çizelim. Hamit ile aynı fikirdeyiz. Hamit’in özellikle son cümlesiyle aynı fikirdeyiz: “Yöneticiler de futbolcuları ezip paralar kazanıyorsa Allah onları affetsin”
Futbolcular, bu işin (artık sektör deniliyor) en göz önünde olan sınıfı. O nedenle onların kazandıkları paralar eleştiriliyor. Fakat onların göz önünde olması; onların piramidin en altında olmasını engellemiyor. Futbolcu haklarını korumak bizim görevimiz olmasın diyelim (neden olmayacaksa); ama yine de ortada karmakarışık bir sıkıntı varken kayıtsız kalmak zor.
Bir oyun var; pastaya dönüşen. Zaman içinde çok kabarmış, kreması bol bir pastaya dönüşmüş. Bu pastayı oluşturan futbolcular. Bu pastanın çileği, kreması, süsü futbolcu değil. O direkt hamuru! Futbolcu olmazsa bu pasta olmaz. Bu oyunu izlemezsiniz! Haliyle milyon dolarların döndüğü bir sektörde tabi ki futbolcular çok para kazanacak. Eğer futbolcuların çok para kazanmasından rahatsız oluyorsak; o zaman toplum olarak şöyle bir tavır alabiliriz: Bu oyuna daha az para harcayarak.
Her gelen transferin koşa koşa formasını almazsak, gereksiz bir rekabet ortamı yaratmayıp yayın ihalesinde değerleri yükseltmezsek, yıllık ücreti 15 TL olan Passolig’den yüzbinlerce adet satın almazsak, en ucuz biletin 60 lira olduğu maçlarda karaborsa yapmazsak belki futbolcuların aldığı ücretler de ülke standartlarına göre daha uygun bir hâle gelebilir. Ama bu sektör için para harcamayı alışkanlık hâline getiren, hatta taraftarlığı bu bağlamda ölçen ve kıyaslayan bir güruh varken futbolcunun kazandığı parayı eleştirmek en kolayı ve en sonuçsuzu.
Hadi bu kadar ütopik çözümler sunmayalım. Futbolcuların aldığı ücretlerden hepimiz rahatsız oluyoruz diyelim. Bu ülkenin büyük bir kısmı asgari ücretle, zor şartlarla ev geçindiriyor. Daha da fenası aldığı az miktarda para; para eline geçmeden devlete vergi olarak gidiyor. Futbolcuların vergisini ise çalıştıkları kulüpler ödüyor. Daha doğrusu ödemiyor! Vergi affı çıkıyor, başka bir durum oluyor ve o vergi ödenmiyor. Üstelik bu, bir-iki kere yaşanmış bir durum da değil. Bir gelenek halinde devam ediyor. Fakat buna ses çıkaran herhangi bir oluşum, herhangi bir örgütlenme yok. Tribünleri dolduran taraftarlar, birçok olayda tepki koyarken kendi ödediği verginin bakası tarafından ödenmemesine ses çıkarmıyor. Hatta bundan gurur duyan, güç gösterisine bağlayan da var. Ve ondan sonra bir gün, “Futbolcular da çok para kazanıyor, ayıp be” çığlığı yükseliyor.
Bir kez daha rota değiştirelim, Britanya’ya bakalım. Premier Lig takımlarından Swansea’nın yönetimi, Hamit ve Bourceanu olayları yaşandığı sırada bir açıklama yayınladı. Eğer deplasmanlardaki maçlarda bilet fiyatları 22 Pound’dan fazla olursa üstünü kulüp tamamlayacak. Güzel uygulama. Fakat bir şey dikkatinizi çekti mi? 22 Pound, burada 90 TL’ye yakın. Fakat ülke şartları (Swansea, Galler kulübü olsa da) farkı ortaya koyuyor. 22 Pound orada normal bir rakam haline dönüşüyor. İngiltere’de asgari ücretin 4 bin TL civarında olduğunu düşünürsek, çok da yüksek bir oran çıkmıyor karşımıza. Yani, normal bir sporsever 30 Pound’dan, ayda dört bilet satın alabilirse bütçesi sarsılmaz. Türkiye’de ise dört maç bileti sizin bütün ay boyunca aldığınız maaşın hemen hemen yarısına tekabül edebilir. Hal böyleyken, futbolcu maaşına tepki göstermek işin kolaycılığı oluyor. Bu pastayı yaratan bir kesim var, ortaya çıkan pastayı kabartan ve onu satan başka bir kesim var ve onlara koşulsuz, sorgusuz destek veren başka bir kesim (müşteri) var. Durum buyken, pastaya ederinden fazla para veren müşterinin, mekan sahibinden önce, pastayı yaratan aşçıya ‘Sen nasıl bu kadar çok para kazanırsın” demesi biraz abes oluyor.
”Ama biz futbolu seviyoruz, izlemeyelim mi” savunması geçersiz kalacak. Konu futbol sevgisi mi; o zaman Hamit’in bahsettiği 19 yaşındaki çocukların da oynadığı futbol. Yani Hamit yine haklı!
Eğer, Hollanda’da kamp yapan Trabzonspor’un Rumen futbolcusu ayağı çime takılınca yanında kulüp doktoru bulamıyorsa, Hamit’in bütün bu açıklamaları ”Şampiyonluğu Fenerbahçe de hak etti” kısmıyla manşete çekiliyorsa o zaman futbolcuların aldığı parayı tartışmak, en azından birinci sıradaki derdin bu olması, ezber ve kolaycılıktan başka bir şey olamaz.