Tüm mevkilerde tarihin en büyüğünün kim olduğu konusunda farklı fikirler vardır ama rüya 11’lerini oluşturan çocukların hepsinin defterinde Roberto Carlos sol bekteki yerini alır. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Böyle düşünen kişiler futboldan pek anlamıyorlar. Tarihin en büyüğü değildim. Ama futbola başladığım andan bıraktığım güne kadar her zaman düzgün bir seviyede futbol oynadım. Pozitif düşüncelerle pozitif maçlar çıkardım. Bu yönüm ağır bastığı için insanların aklına ilk ben geliyorum. Tüm kategorilerde her zaman kendimi en iyi şekilde hazırladım ve en iyi şekilde bitirmeyi hedefledim, hepsi bu.
Futbola bugün başlasaydınız yine bu kadar büyük bir oyuncu olur muydunuz? Yoksa değişen futbolla birlikte durumunuzda bir farklılık olur muydu?
Düşüncelerim, hedeflerim yine aynı olurdu. Futbolcunun öncelikle çok profesyonel olması gerekiyor. Ben de eskiden ne yaptıysam tekrar aynısını yapmaya çalışırdım, değiştirmezdim. Bu, futbolcunun sadece yeteneğiyle değil profesyonel düşüncesiyle de ilgili. Ne yapmak istediğinizle alakalı biraz da…
Junior ve Branco sonrasında milli takımın sol bekinde oynamak bir baskı oluşturmuş muydu?
Onlar benim profesörlerimdi ve hiçbir zaman onlardan daha iyi olabileceğime inanmadım. Sadece hep onlar gibi yüksek seviyede oynamaya çalıştım.
Hâlâ inanmıyor musunuz daha iyi olduğunuza?
Hiçbir zaman inanmadım. Ben daha çok sahada eğleniyordum, oynuyordum. Benim için bu ön plandaydı. Bir yandan keyifli bir oyun oynardım ama sorumluluklarım da vardı. Onlardan da taviz vermedim.
Real Madrid’de oynadığınız 11 yıllık dönemde sırasıyla Figo, Zidane, Beckham gibi frikik üstatları transfer edildi. Bu isimler kadroya dahil oldukça duran top paylaşımını nasıl yapmaya başladınız? Nasıl bir çözüm ürettiniz?
Uzaktan frikikler benimdi, kaleye yakınları diğer üçü aralarında paylaşıyordu. Hatta bir keresinde komik bir an yaşamıştık. Topun başında benimle birlikte Beckham ve Zidane vardı. İlk önce Beckham topu kendi vuracakmış gibi yerleştirdi. Ama ben oradan vurmayacaktım, biraz daha kenara çektim. Sonra da Zidane gelip “Ben oradan vurmam” dedi ve topun yerini tekrar değiştirdi. Biz o muhabbeti sürdürürken hakem düdüğü çaldı ve ben gidip vurdum. Gol oldu. Ama 4-0 öndeydik zaten. Biz sadece orada eğleniyorduk.
O an başkası vursa kızar mıydınız?
Dert etmezdim. İçerideki atmosfer çok güzeldi, hiç böyle problemler yaşamadık.
‘Los Galacticos’ size göre Real Madrid için doğru bir politika mıydı?
Galacticos, Real Madrid için her zaman önemli bir projeydi. Çünkü Real Madrid’in içinde her zaman çok büyük futbolcular yer aldı. Beckham, Zidane, Ronaldo gibi oyuncular gelerek büyük bir imaj yarattı. Ama bu imajı kulüp değil, daha çok medya büyüttü. Çünkü Real Madrid zaten en üst seviyede bir kulüptü. Başkan Florentino Perez çok akıllı bir adamdı. Parayı alıp saçıyordu; ama doğru yerlere. Farklı bir kulüp Real Madrid. Fantastik bir kulüp imajı gerekiyordu onun için. Galacticos, bu imajı oturtmak adına doğru bir adımdı.
Fransa’ya attığınız frikik golü olmasaydı, hangi golünüzle hatırlanırdınız?
Tenerife’ye sıfırdan attığım gol.
Peki, sizin de ikinci sıradaki favori golünüz o mu?
1993 yılında Palmeiras-Gremio maçında bir golüm vardı. Orta yuvarlağın oralardan vurdum ve gol oldu. Bir de Marsilya’ya attığım golü çok beğenmiştim. Beckham ortaladı, sol ayakla vurduğum vole yere çarptı ve doksana gitti.
Konsol oyunlarında birçok kişi Roberto Carlos’u forvete koyardı. Sizin de kendinizi forvete koyduğunuz oldu mu hiç? Sizce doğru bir deneme mi bu?
Ben hiç konsol oyunları veya benzeri bilgisayar oyunlarını oynamadım. Ama evet, birçok arkadaşım beni forvete koyduğunu söylemişti. Eğer ben bu oyunları oynasaydım, önce kimin nerede daha iyi oynayacağını tespit etmek için futbolcuların güçlerine bakardım. Mutlaka hızlı bir oyuncu koyardım ön tarafa. Oyunlarda benim de yüzdelerim yüksekti. Bu yüzden mantıklı bir tercih olabilir.
Inter’de doğru gitmeyen neydi?
Hiçbir şey. Inter’deki tek sıkıntı hocanın beni forvete yakın oynatmasıydı. Benim gibi kısa boylu biri için önde oynamak zor oldu. Hep uzun top atıyorlardı İtalya’da. Benim de boyum 1.40 desek! Çok kolay olmuyordu… Ben sol bekte ofansif bir oyun oynardım. Roy Hodgson ise olaya daha defansif bakıyordu. O yüzden benim pozisyonumu değiştirdi, benden hücumcu yaratmaya çalıştı. Ama bana çok büyük bir iyilik oldu bu. Capello beni böyle ofansif görünce Real Madrid’e aldı ve sonraki 12 senemi Real Madrid’de geçirmemi sağladı. Ne diyebilirim ki? Teşekkürler Hodgson!
Roberto Carlos dendiğinde akıllara her şeyden önce kuvvetli bir sol ayak geliyor. Bunu özellikle çalışarak mı sağladınız yoksa hep mi öyleydi?
Doğuştan gelen bir şey bu. Vücut yapımla alakalı. Bacağımı güçlendirmek için salonda hiç çalışmadım. Babamın da bacakları aynı tipteydi, kalındı. Futbola başladığımda da sertti şutlarım. Tanrı herkese değişik özellikler verir. Ben seninki gibi saçlarım olsun istemiştim ama o bana sol ayak verdi. Bazı şeyleri nasıl açıklayabileceğimi bilmiyorum.
Kariyerinizde sağ ayağınızla yaptığınız en iyi şey neydi?
Gaza basmak. Futbol hayatım boyunca 20-25 yılda, 1000’den fazla maçta sadece iki golüm var sağ ayakla. Kafayla bile üç golüm var; Palmeiras, Real Madrid ve Fenerbahçe’de birer gol. Ama sağ ayak bu kadar.
Dünyanın birçok yerinde iş bulabilecek bir teknik adamken, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde dolaşıyorsunuz. Burada önemli bir mesai harcadınız. Peki ne umdunuz, ne buldunuz?
Sivas’tayken biraz zorluk çektim. Çünkü beklediğim gibi modern bir şehir değildi. Doğrusu yapacak çok fazla şey yoktu. Ama bu tür şehirlerde insanların bize karşı olan sevgisini, saygısını görme imkânımız oldu. Bize her zaman iyi davrandılar. İzmir’de, Akhisar’da aynı şeyleri yaşadım. Gerçekten çok içten kucakladılar beni. Ama bu benim için sadece bir okul ve şu anda bu okulun başlangıcındayım. Eğitimime küçük yerlerde başlayıp daha sonra büyümeyi tercih ettim.
Saha kenarı deneyiminize Anzhi’de yardımcı antrenör olarak başladınız ve sonrasında Sivas’a teknik direktör olarak geldiniz. Kariyer başlangıcı için yüksek bütçeli, hedefleri büyük bir kulüpte başlamakla mütevazı bir kulüpte başlamak arasında nasıl bir fark görüyorsunuz?
Ben kendimi henüz büyük takımlar için hazır görmediğim için daha mütevazı takımlara yöneldim. Eğitimsiz birinin direkt üniversiteye gitmesi nasıl yanlış olacaksa benim için de durum aynı. Yüksekten başlamanın en doğru seçenek olduğunu düşünmüyorum.
Sivasspor’daki bir sezon ve Akhisar’daki kısa dönemde pek çok Anadolu takımının aksine hücumu düşündüğünüze tanık olduk. Bunu daha sonraki takımlarınızda da görecek miyiz? Tarzınız bu mu olacak? Yoksa yönettiğiniz oyuncu grubuna göre mi şekil aldınız?
Benim tek düşüncem Türkiye’deki eski futbol alışkanlıklarını değiştirmek. Örneğin Guardiola Almanya’da ne yaptı? Belli bir şablonun içinde robot futbolcularla oynuyorken, Bayern onun için tamamen değişik bir deneyim oldu. Türkiye’de ayakta çok fazla kalite yok. Pas kalitesi çok düşük. Kaleci topu direkt şişiriyor ön tarafa. Dönen topu alıyorlar ve öyle atak yapıyorlar. Ben oyuncularıma antrenmanlarda da daha modern bir futbol oynatmaya çalışıyorum. Antrenmanlarımız daha çok topla oluyor; topu kontrol ederek pas atıp, hareketi devam ettirerek dar alanda oynamaya çalışıyoruz. Ceza alanı kadar küçük bir alana birkaç oyuncu koyup hızlı pas düşünmelerini sağlıyoruz.
Taktik anlayışı oturturken oyuncularınızın özelliklerine göre mi davranıyorsunuz? Mesela Cicinho gibi bir bek, Aatıf, Burhan, Aydın gibi etkili hücumculara sahip olmasanız aynı oyunu oynar mıydınız?
Her maçta futbolcuların özelliklerine, potansiyellerine, rakibe göre sistem kurmak, 4-1-4-1, 4-4-2 ya da 3-5-2… Bunlar sadece taktik antrenmanlarla olacak şeyler değil. Yeri geldiğinde futbolcuların uygulayarak öğreneceği şeyler. Bütün hafta boyunca yapılan antrenmanlardan sonra teknik direktör maça geldiği zaman içi rahat olmalı. Çünkü hafta boyunca iyi metotlarla iyi antrenmanlar yaptığı ve bunu gözlemlediği için hafta sonu işlerin iyi gideceğini düşünmeli. Biliyorum ki burada birçok hoca var. Antrenmanlarda trafik memuru gibi “Buraya, şuraya, şöyle, şu tarafa!” şeklinde yönlendirmeler yaparak futbolcuları çalıştırıyorlar. Eğer iyi antrenman yaparsan hafta sonu maçta koltuğuna oturursun, futbolcular ne yapması gerektiğini bilir, senin de için rahat olur. Futbolculara ne kadar çok el kol hareketi yapıp onları ne kadar yönlendirmeye çalışırsan, futbolcular o kadar çok kilitlenir, daha fazla tutarlar kendilerini.
Bu açıdan Guardiola’nın Bayern’de yaptığı işi nasıl değerlendiriyorsunuz peki? Oradaki işleyen sistemi?
Çok büyük iş başardı Almanya’da. Almanya’nın oyun sistemini, o kültürü tamamen değiştirdi. Ama bu Almanya Milli Takımı’na ne kadar sirayet eder onu bilmiyorum.
Neyi başardığınızda “Ben artık elit bir teknik direktör oldum” dersiniz? Ne zaman daha büyük projeleri kabul etmeye hazır hissedersiniz kendinizi?
Ben şu anda bir üst kademeye geçmek için hazırım. Onun için de telefonun çalması gerekiyor. Telefon çalmadıkça bu katta devam edeceğiz. Şu an bekliyorum.
Türkiye’de “Barcelona’yı ben de şampiyon yaparım” diyenler var. Sizce hangisi daha zor; Real Madrid veya Barcelona’yı La Liga’da şampiyon yapmak mı, Fenerbahçe ve Galatasaray gibi takımları Süper Lig’de şampiyon yapmak mı?
Kesinlikle Türkiye’de bir takımı şampiyon yapmak daha kolay. Real Madrid veya Barcelona gibi takımlarda çalışmak zannedildiği kadar kolay değil. Türkiye’nin Avrupa’daki tarihine bakalım, Galatasaray’ın bir tane UEFA şampiyonluğu var. Fenerbahçe 100 yıllık bir kulüp olarak Şampiyonlar Ligi’ndeki en iyi sezonuna 2008 yılında ulaştı. 100 yıllık tarihte bir kez çeyrek finale kaldılar. Son yıllarda UEFA daha modern bir kültürü anımsayınca, Türk takımlarının ilerlemesi durdu. O yüzden önce Türk futbolunun da bazı konularda ilerlemesi gerekiyor. Sadece Türkiye Ligi’nde şampiyon olmak yeterli değil.
Temel sorun nerede peki? Yönetimlerde mi, futbolcularda mı, yoksa taraftarın beklentisinde mi?
Sadece futbolu oynayanlarda değil. İyi transferler, altyapı okulları, son zamanlarda daha çok problem olan maaş ödemeleri… Bunlar bir ülkenin futbolunun itibarı için önemli unsurlar.
Dergimizin isim babası Socrates ve Brezilya’da Socrates’in algılanış biçimi ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Socrates, Brezilya’da her zaman çok saygı duyulan bir isim oldu. Bazı kişisel problemler yaşasa da her zaman ‘kaptan’ bir kişiliğe sahipti, milli takımda da Corinthians’ta da. Socrates, ‘Democracia Corinthiana’ hareketiyle Brezilya futbol mantalitesini değiştirdi. Sadece sahada değil, futbolcuların kendi hayatlarını, düşüncelerini daha özgürleştirebilmesi, daha rahat ifade edebilmesi yönünden çok önemli bir rol üstlendi.
Socrates, 2010 Dünya Kupası’ndan önce, “Artık sahada Brezilya forması giymiş Avrupalılar oynuyor. Brezilya, eski oyunundan ve yetenekli futbolcularından çok uzakta” gibi ifadeler kullanmıştı. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bu soru bana daha önce de sorulmuştu ve yanlış bir çeviri olduğunu söylemiştim. Bu sözün yanlış bir şekilde yayılması Brezilya’da da problem oldu. O, Brezilyalı futbolcuların Avrupalılaştığını söylemedi. Son zamanlarda Brezilya’nın en iyi oyuncularının Avrupa’da oynadığına değinmişti. Ben Real Madrid’de oynasam bile hâlâ Brezilyalıyım, Avrupalılaşmadım.
Brezilya Milli Takımı her dönem çok yetenekli oyunculara sahip oldu. Turnuvalarda da her zaman favoriler arasında. Peki Brezilya hâlâ bir ekol mü? Ronaldo, Carlos, Kaka, Ronaldinho gibi isimler artık kadroda yokken, sizce Brezilya ekolü devam ediyor mu?
Bizler, lider oyunculardık. Şu andaki Brezilya Milli Takımı genç yaşta belli bir seviyeyi aşmış oyunculardan oluşuyor. Bizim zamanımızda takım içinde yedi tane kaptan vardı, şu an bir tane var. Eğer şimdiki oyuncular takım içinde daha çok sorumluluk alırsa, işleri daha kolaylaşır. Şu anda referans olarak Neymar’ı gösteriyor herkes. Bizim zamanımızda ise referans gösterilen futbolcu Ronaldo’ydu; yani ‘Il Fenomeno’.
Ronaldo demişken, Real Madrid’de oynadığı dönem bir kadına Ronaldo adına imza verdiğiniz için sorgulandığınız söylenmişti. Detayları anlatır mısınız?
İşi ben batırdım. O hafta maçı kaybetmiştik, bir gün sonra antrenmandaydık. Tesisten arabayla çıkarken yaşlı bir kadın bize doğru yaklaştı ve durdurdu arabayı. “Ronaldo, amuletime imza atar mısın?” dedi. Ronaldo ismini duyunca şaşırdım, beni niye karıştırdı Ronaldo’yla diye. Ben de “Ronaldo’dan sevgilerle. R9” diye imza attım. Daha sonra kadın fotoğrafımı çekti yeğeni için. Fotoğrafı yeğenine gösterdiğinde, çocuk “Bu Ronaldo değil, Roberto Carlos” demiş. Kadın da gidip beni şikayet etmiş. Polis beni aradı ve ifade vermek zorunda kaldım.
*Roberto Carlos’un bu röportajı, Socrates‘in Temmuz sayısında yayımlandı. Tüm sayılara buradan ulaşabilirsiniz.