Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

FutbolRöportajSıfırdan Başlamak

Bob Bradley, Swansea City'nin yeni menajeri oldu. Ülkesinde mesleğini baştan yaratan Bradley'nin önünde şimdi başka bir sınav var.

*Bu röportaj ilk olarak Socrates‘in Şubat 2016 sayısından yayımlanmıştır. Eski sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.

1981’den beri teknik direktörlük yapıyorsunuz. Sayısız kulüp, üniversite ve milli takımda çalıştınız. Ayrıca, futbolun yönetim kısmında da yer aldınız. Buna rağmen şu an hâlâ UEFA Pro Lisans kursuna katılıp eğitim almaya devam ediyorsunuz. Bu kurs, sizin gibi donanımlı birine katkı sağlıyor mu?

Bu gerçekten çok önemli bir eğitim programı. Her şey bir yana, bu sayede Avrupa’daki futbol ortamına dahil oldum. İnsanları tanıdım, fikirlerini öğrendim, kendi fikirlerimi onlara sunma fırsatı buldum. En mutlu olduğum şey ise bana “Amerika’dan geldin, futboldan ne anlarsın?” demeyip aksine büyük bir saygı göstermeleri.

Peki, bu süreçte teknik direktör olarak gelişim kaydettiğinizi düşünüyor musunuz?

Kariyerim boyunca, en çok oyuncularımdan öğrendim. Stoichkov, Djorkaeff, Suarez gibi büyük isimlerle çalıştım. Bana çok şey kattılar. Bir antrenörün gelişiminde, bu noktayı küçümsememek gerek. Bir de genç oyuncularım vardı; çocuk yaşlarda ilk adımları birlikte attığımız ve bugün yıldız olan oyuncular. DaMarcus Beasley gibi, Michael Bradley gibi, Mohamed Salah gibi, Mohamed Elneny gibi… Bu oyuncuların bana kattığı unsur öngörü ve hep ileri bakmak oldu…

Serüveninize ABD’de başladınız. Daha sonra Mısır’a gittiniz ve şu an Avrupa’dasınız. Futbolda kıtalar arasındaki farklar nedir?

ABD’de futbolun uzun süre bir önemi yoktu. Biz futbolun büyümesine şahit olan nesiliz. Bunda 1994 Dünya Kupası’nın önemi çok büyük. O zamanlar üniversite takımlarını çalıştırıyordum ve bizim kampüste Norveç Milli Takımı kamp yapıyordu. Yarım saat uzaklıkta bir mesafede İtalya vardı. Arrigo Sacchi ve yardımcısı Carlo Ancelotti, o önemli takımı kupa boyunca küçük ve mütevazı bir okulun sahasında çalıştırdı. Her gün onları izliyordum, her gün ne yaptıklarını analiz ediyor ve kendi yaptıklarımla karşılaştırıyordum. Dünya Kupası’nın ardından MLS’i kurduk ve futbolumuz daha da büyüdü. Özetle; biz futbola 1994’te başladık, daha çocuğuz, Avrupa Futbolu ise yaşlı ve tecrübeli bir amca.

Sizi ABD futbolunun gizli ‘Geliştirme Bakanı’ sayabiliriz. Avrupa’ya geldikten sonra bu misyonunuz bitti mi, yoksa yeniden mi başladı?

Avrupa’daki ilk durağım Stabaek oldu. Norveç 2. Ligi’nden yeni yükselmiş bir takımdı. Herkes facia gibi bir sezon geçirmemizi bekliyordu. Yani durum ABD’deki gibiydi; bize güvenen ve destek veren bir toplumdan yoksun hâlde başarılı olmak zorundaydık ve bunun anahtarı, takımca bir olup aynı hedefin peşinde koşmaktı. Ben Avrupa’ya cebimde futbola dair tüm soruların cevaplarıyla gelmedim. Benim de eğitimim sürüyor, öğrenmeye devam ediyorum.

Norveç veya şimdiki gibi Fransa… Mütevazı kulüplerde çalışsanız da bunlar futbol kültürü olan ülkeler. “Hey Amerikalı, sen bize ne öğreteceksin, git beyzbol oyna!” denme potansiyeli her zaman var. Yanlış mıyım?

Doğrusun ama burada önemli olan, bu tip durumlarda nasıl tepkiler verdiğinizdir. Sadece kendinizi geliştirmeye odaklanmalısınız. ABD’de görev yaparken 2009’da Konfederasyon Kupası finali oynamış ve uluslararası başarılar elde etmeye başlamıştık. O dönem Amerika için misyonumu tamamlamış ve artık Avrupa’da yeni bir mücadeleye atılmaya karar vermiştim. Tabii, bu çok kolay bir şey değil; çünkü insanlara bu iş için yeterli olduğunuzu ve meziyetlerinizi gösterebilmek zorundasınız.

Stabaek yöneticileri buna inandı o zaman?

Onlar inandı ama bu kez de etrafımdaki insanlar Stabaek’e inanmadı. “Orası çok küçük bir yer, başarılı olamazsın” dediler. Ama ben kendime güvendim, kendimi geliştirebileceğimi biliyordum. Size bir hikaye anlatayım: Athletic Bilbao’nun sponsor olduğu bir film festivaline davet edilmiştim. Vakit olduğu için altyapı ve A Takım tesislerini gezdik ve o an, oraya aşık oldum. Böyle bir kulüpte çalışmak istediğimi söyledim ama böyle bir fırsat kendiliğinden gelmiyor, kendinizi geliştirmek zorundasınız. Ben de bu gelişimi Stabaek’te ve şimdiki gibi Le Havre’de yapabilirim.

Şu an ABD’de görev yapan Jürgen Klinsmann, Almanya’yı çalıştırdığı dönemde birçok yenilik getirdi. Geniş bir antrenör ekibi, yeni antrenman metotları, yeni bir konsept… Alman futbol kamuoyu adeta çıldırmıştı, “Bu adam ne yapıyor?” diyorlardı. Ama bugün baktığımızda her kulüp Klinsmann’ın o günkü uygulamaları ile çalışıyor. Galiba bazen yeniliklere açık olmak lazım. Katılır mısınız?

Bir işe başladığınız zaman başarılı olmak istersiniz ve bu hedef yolunda doğru araçları bulmaya çalışırsınız. Jürgen’in çok iyi fikirleri vardı ve bu geç de olsa kabul gördü. Ben ABD’de çalışırken Fransız bir kondisyonerim vardı, Mısır’da da analiz uzmanım Polonyalı genç bir çocuktu. Benimle Norveç’e de geldi, sonra Almanya’ya dönüp Viktoria Köln’de A Takım hocası oldu. Futbolda sadece bir tane doğru yok. Size hangisi uyuyor? Bunu analiz etmeniz gerek. Bulduğunuz anda, başarılı olma ihtimaliniz çok yüksek.

Bugün teknik direktörler sadece antrenör değil, aynı zamanda transferlerden ve yapılanmadan sorumlu profesyoneller. Siz antrenörlerin sadece antrenör olduğu dönemde, 1981’de, Ohio Üniversitesi’nde spor yöneticiliği okudunuz. Bugün bunun faydasını görüyor musunuz?

O dönem Princeton Üniversitesi’nde futbol oynuyordum ama itiraf etmek gerekirse bu bana bir derinlik kazandırmıyordu. Ohio’ya gidişimin iki nedeni vardı; hem üniversitede okumak hem de üniversite takımının antrenörü olmak. 22 yaşındaydım ve başantrenörlük cezbedici bir fırsattı. Böylece, genç yaşta her iki alanı birden deneyimlemiş oldum. Futbolda gelişim ve eğitim çok önemli ve açıkça söyleyebilirim ki bu alanda basketbolun hâlâ çok gerisindeyiz.

Bildiğim kadarıyla, ABD basketbolunda antrenörler için UEFA Pro Lisans gibi bir eğitim programı yok. Siz bu tespitinizi neye bağlıyorsunuz?

Doğru, böyle elit düzeyde bir kurs yok ama çok iyi bir antrenör olmak için sadece kurs yeterli değil. Çok iyi antrenörleri izlemeniz –ve hatta fırsatınız varsa- onlarla çalışmanız lazım. Bu yüzden, bir çok Avrupalı basketbol antrenörü ABD’ye gelip eğitim görüyor. San Antonio’ya gidip Gregg Popovich’le çalışmak gibi… Gregg’le konuştuğunuz zaman, onunla vakit geçirip yaptıklarını gördüğünüz zaman, o yüksek kaliteye tanıklık edebiliyorsunuz. Bu sayede, kendinizi nasıl geliştireceğinizi görebiliyorsunuz.

ABD futbolu sizinle büyüdü. Diğer spor dallarına nazaran ilgi azken bu gelişimi nasıl sağladınız?

‘Soccer’, basketbol, beyzbol ve Amerikan futbolunun çok gerisindeydi, hâlâ da öyle. Ama Amerika’yı Amerika yapan, dünyanın her köşesinden insanları bünyesinde toplaması. Orada her zaman için futbolu seven ve ciddiye alan bir kitle vardı. Fakat dipten zirveye bir adımla çıkamazsınız, bunun için insan desteğine ihtiyaç duyarsınız. Manfred Schellscheidt, bu insanlardan biriydi. Almanya’nın Solingen şehrinden geldi ki ben, Solingen’den o güne kadar sadece güzel çatal-bıçak geldiğini düşünürdüm. Meğer Manfred de varmış.

Nasıl bir katkısı oldu?

Köln Spor Okulu’nda teknik direktörlük eğitimi görmüş biriydi. ABD’ye futbol oynamaya gelmişti ve daha sonra yapılanma konusunda önemli adımlar attı. Daha sonra, geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Dettmar Cramer ve Hennes Weisweiler gibi isimler geldi ve biz adım adım büyümeye başladık. Dettmar, antrenörlük eğitimi konusunda çok büyük katkı sağladı. Manfred de iyi bir eğitmendi. Bu eğitim bizi de büyüttü. Onlar olmasaydı sonraki gelişim de olmazdı.

Bu oldukça ilgi çekici. Türk futbolundaki büyüme de Almanların ülkeye ayak basmasına dayanıyor.

Aynen öyle. Jupp Derwall’in Türkiye’de yaptıkları ile Dettmar’ın, Hennes’in, Manfred’in ABD’de yaptıkları özünde bir kalkındırma projesiydi. Ülke sporları için paha biçilemez bir katkı sağladılar.

Mısırlı insanlarla konuştuğumuzda aynı sözleri sizin için kullanıyorlar. Siz oraya Mısır Milli Takımı’nı çalıştırmaya gittiniz ama kısa süre sonra ülkede hem bir iç savaş çıktı, hem bir devrim yaşandı hem de futbol oynanmadı. Siz buna rağmen ülkeyi terk etmediniz. Mısır’la ilgili hafızanızda neler kaldı?

Maalesef Port Said’i unutamıyorum…. (1 Şubat 2012’de Al Masry-Al Ahly maçında çıkan olaylar sonucunda 74 kişi ölmüştü) Olaydan birkaç gün önce maç programımızı yapmıştık. Buna göre, önce Al Masry–Al Ahly maçının ilk yarısını televizyondan, Zamalek-İsmaily maçını ise stattan izleyecektik. İlk yarı bitti, yola koyulduk, stada vardığımızda diğer maçın artık son dakikaları oynanıyordu ve Al Masry 3-1 öne geçmişti. Stattaki televizyondan maçı takip ediyorduk. Son düdükle birlikte kıyamet koptu; futbolcular kaçışıyorlardı, sahada güvenlik görevlileri ve polis de vardı ama kimse hiçbir şey yapmıyordu. Zamalek maçı başlamıştı ama Port Said’den haberler gelmeye başlayınca ikinci yarı oynanmadı, iptal edildi. Otele geçtik, ekibimle ve eşimle bütün gece televizyon başında gelişmeleri izledik. Ertesi gün, ölenler için bir yürüyüş yapıldı, ardından Ahly kulübünde bir tören düzenlendi. Orada futbolcularla ilk kez karşılaştım ve hepsinin gözlerinde ölenleri gördüm. O an, Mısır’a gelişimin boyutu değişti…

Sonra neler oldu?

Muhammed Ebuterike ile buluştuk, hem Ahly’nin hem milli takımın efsanesiydi ama o kadar çok etkilenmişti ki futbolu bırakma noktasına gelmişti. Tüm işaretler o yöndeydi, basın bununla çalkalanıyordu.

O toplantıda neler oldu?

Yaşlı gözleriyle bana baktı ve dedi ki: “Hocam, elimizden ne geliyorsa yapalım ve takımı Dünya Kupası’na götürelim!” O anda biz kan kardeşi olmuştuk, o anda hayatımızın en önemli ve en anlamlı misyonu başlamıştı artık.

ABD’li yetkililer sizi evinize dönmeniz yönünde telkin etti, hemen o anda ülkeyi terk etmeniz belki de doğru olandı ama siz, futbolun durmasına rağmen kaldınız.

Bu önemli bir sorumluluktu. Lig yoktu diyeceğim ama o an ülke karışıktı, yarın ne olacağı belli değildi. Ama öyle yüce bir oyuncu grubum vardı ki düzenlediğimiz kamplara müthiş bir yürek ve mücadele duygusuyla geliyorlardı. Dünya Kupası’na gitmek için çok büyük fedakârlık yaptılar. Ama sorumluluk yükleri o kadar fazlaydı ki sanırım bunun altından kalkamadık ve play-off maçları sonunda elendik. Yine de onlarla çalıştığım için gururluyum.

Mısır döneminizde antrenör olarak taşıdığınız en önemli özellik neydi?

Liderlik. Belki çok sevimli bir tanım olmayabilir ama liderliğin rolü çok önemli. Doğru liderlik yaptığınızda, etrafınızdaki insanlar da gösterdiğiniz hedefe dair hakimiyetinizin farkına varabiliyor. Sıkıntılı durumlarda dahi yolunuzdan şaşmadığınızı, güçlü olduğunuzu görebiliyor. Pep Guardiola ve Jose Mourinho çok farklı futbol kültürlerine sahip iki teknik direktör ama ortak bir noktaları var; liderlik özellikleri. İkisi de ‘inandırıcı’ biçimde ekiplerine liderlik ediyor.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Tahterevalli

Tahterevalli

3 sene önce
Başka Bir Yol

Başka Bir Yol

4 sene önce
Hayal Albümü

Hayal Albümü

4 sene önce