“Daha önce bir araya getirilmemiş iki şeyi bir araya getirirsiniz ve dünya değişir. İnsanlar bunu o zamanlar fark etmeyebilir ama bu önemli değildir. Dünya yine de değişmiştir.” Julian Barnes, Hayat Düzeyleri
Son dönemde haberlerde yankılanan sayıların ardında saklı acılara karşı tanık olunan umursamazlığa bakınca, aklıma her şey gibi sayıların da masumiyetini yitirmemiş olduğu çocukluğum geliyor. Mesela Boston Celtics’ten Robert Parish ve Portland Trail Blazers’tan Kevin Duckworth’ün ’00’ yazan formalar giymesi ilgimi çekerdi. Diğer sporlarda rastlamadığım sıfır numaralı formanın ardında bir gizem var mıydı? Daha sonraki yıllarda lige gelen Gilbert Arenas, çaylak sezonunda sıfır dakika alıp başarısız olacağı konuşmalarına karşı vereceği savaşın sembolü olarak sıfırı seçmişti. İşin garibi sıfır da kendini rakam olarak kabul ettirmek adına mücadele etmişti. Sümer ve Maya medeniyetlerinde mevsimlerin akışıyla ilintili şekilde zamanı hesaplamak için kullanıldığı bilinse de sıfırın normal bir sayı olarak kabul edilmesi için iki bin yıl geçmesi gerekmişti. Hintli bir matematikçi hiçliğin sembolünden yola çıkarak sıfırı sayı olarak kabul ettirmişti.
Bugünlerde sıfır numara denince akla ilk Damian Lillard geliyor. Onun tercihiyse hiçlikten ziyade varoluşla alakalı. Zira Lillard’ın sıfırı aslında bir harf. Doğup büyüdüğü işçi mahallesi Brookfield’ın bulunduğu Oakland kentini, olgunlaştığı Weber State Üniversitesi’nin bulunduğu Utah eyaletindeki Ogden şehrini ve NBA kariyerini geçirdiği, çocuklarının dünyaya geldiği Portland’ın bulunduğu Oregon eyaletini simgeliyor. Gary Payton, Jason Kidd, Brian Shaw gibi oyuncuların çıkmasıyla meşhur olan Oakland aynı zamanda ABD’de suç oranının da en yüksek olduğu yerlerden biri. Brookfield’a yakın Fruitvale İstasyonu’nda, aynı adı taşıyan filmde de anlatıldığı üzere, Oscar Grant sırf siyah olduğu için polis şiddetinin kurbanı olmuştu.
Lillard, ESPN’e verdiği bir röportajda, büyürken babasının “Bir odaya girdiğinde her zaman kendine güvenmelisin. Kimseden korkun olmamalı” sözlerini kendine şiar edindiğini söylüyordu. Bu gözüpekliği ve özgüveni, NBA’de ‘Yılın Çaylağı’ seçildiği ilk sezondan itibaren hissettirmeye başlamıştı. Aldığı o ödülü diğer çaylaklardan yaş anlamında büyük olmasına, kolejde dört yıl okuyup lige katılmasına yoranlar vardı. Liseden beri olduğu gibi yine kendini ispat etmesi gerekiyordu. Hak ettiği saygıyı gördüğünü düşünmüyordu. Ancak tüm bu algıyı kendi değiştirecekti.
Portland gibi sakatlıklardan, şanssızlıklardan yakası sıyrılmayan bir takımı yıllardır hep iddialı ve izlenir kıldı Lillard. Steph Curry ile beraber üçlük devriminin simgelerinden birine dönüştü. Daha ilk sezonunda başladığı, sonradan menzili sınır tanımayan çılgın şutlarıyla ünlenen maç sonlarına ithafen, ‘Dame Time’ fenomeni ortaya çıktı. Herkesi şaşkına çeviren basketlerini bileğinde saat varmış gibi gösterip kutlaması ikonikleşti. Baskının zihinleri kitlediği, zamanın sıfıra yaklaştığı bu bölümleri herkesten daha iyi oynadı. İşin enteresanı, 2019 NBA play-off’unda Paul George’un üzerinden attığı, George tarafından “Kötü atıştı” diye değerlendirilen o akılalmaz şutu bir noktadan sonra sıradan gösterecekti.
Meritokrasiye dayanan ve kimin daha iyi, kimin daha kötü olduğunu somut sayılar üzerinden değerlendirmeyi seven Amerikan spor kültürüne karşı âdeta matematiği kırıyor Dame. Bunu bir de mekândan ve zamandan münezzeh oynuyormuş hissi yaratarak yapıyor. NBA’de son beş dakikasına beş veya daha az sayı farkıyla girilen maçlara ‘clutch time’ deniyor ve Lillard bu sezon o bölümlerde şu ana kadar toplam 128 sayı üretti. Üstelik Jusuf Nurkic ve CJ McCollum gibi iki önemli isim yokken Portland’ı Batı Konferansı sıralamasında ilk beşte tutmayı başardı. Geçen ay New Orleans Pelicans’a karşı sadece yirmi şut ile attığı 50 sayıyla birlikte kariyerinde 12. kez bir maçta 5o ve üstü sayı üretti, bu istatistikte tüm zamanlarda LeBron James ile eşitlendi.
Kişisel olarak tarihteki yerini her geçen büyüten Lillard, takım arkadaşlarının verimini artırmayı da sürdürdü. Klasik, burnu havada süper yıldız imajından uzak bir profil çizmeye devam etti. Ve bu yükselişi, çok sayıda yakınını kaybettiği son 18 ayda, hayatının zor bir döneminde yaptı. New Orleans maçının sonundaki konuşması da zaten farkını ortaya koyuyordu: “Bu sayılara sıkı çalışmadan ulaşamazdım. Bildiğiniz gibi, ortaokulda, lisede ya da kolejde çok da ‘Geliyorum’ diye bağıran biri değildim. Ne yapmam gerekiyorsa perde arkasında yapmalıydım, kendi yolumu çizmeliydim. Ve hiçbir zaman bunun için övüleceğimi ya da bunun sonuçlarını elde edeceğimi düşünmüyordum. Dolayısıyla bir ‘bilinmeyen’ olmanın, ışıkların sizin üzerinizde olmamasının, büyük bir okuldan burs talep etmenin, görülmek istemenin ne olduğunu biliyorum. Ne yaptıysam perde arkasında yaptım, bu yüzden buraya gelirken attığım adımları unutmuyorum. Bir aileye, tüm bu sponsorluklara sahip olmama rağmen bunları mümkün kılan çalışmayı, disiplini, alçakgönüllülüğü, sevgiyi, şefkati unutmuyorum. Beni buraya getiren şeyi yapmaktan kaçınırsam, ailemi ve çevremdekileri incitmiş olurum. Bu yüzden bu ilkelere sadık kaldığımdan emin oluyorum. Yani, otuz yaşında, aldığım sonuçları görüyorken neden bundan uzaklaşayım ki? Sonuç olarak, daha güçlendim: Daha çok, daha akıllıca çalışıyorum… Çevremdeki insanları seviyorum. Tüm bunları daha yüksek seviyede yapıyorum. Ve bu ilkeler benim için her şeyi geliştirmeye devam ediyor.”
Çok sevdiğim Damian Lillard’ı ve sırtındaki numarayı her gördüğümde aklıma Robert Kaplan’ın “Sıfıra ilk baktığınızda hiçbir şey göremezsiniz ama içine doğru bakın, işte o zaman dünyayı göreceksiniz” cümlesi gelecek.
Bu sayı; tüm zorluklara rağmen kötülüğe, zorbalığa, nefrete karşı her zaman sevgiyi, şefkati ve insanlığı savunanlar için…