Bu röportaj, ilk olarak Socrates’in Ağustos 2017 tarihli 29. sayısında yayımlanmıştır. Bütün sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.
Lilian Thuram’ın 1998 Dünya Kupası yarı finalindeki iki golü Fransa futbol tarihinin altın sayfaları arasındadır. Tecrübeli sağ bekin Hırvatistan karşısındaki oyununun zafere giden yolda ne kadar önem taşıdığı tartışılmaz. Ama Maviler (Les Bleus) için Thuram’dan önce bir başka gizli kahraman daha vardı. O dönem sol bekte görev alan Jean-François Domergue, Fransa formasıyla 1984 Avrupa Şampiyonası yarı finalinde iki gol atmış ve ülkesinin ilk büyük uluslararası zaferinin başrollerinden biri olmuştu. Domergue’e önce kariyerini sorduk, sonra adım adım bugünlere geldik…
1984 Avrupa Şampiyonası’nda Michel Platini başroldeydi ama siz de yarı finalde attığınız iki golle zaferde büyük pay sahibi olmuştunuz. Neler hatırlıyorsunuz?
Aslında milli takım düzeyinde bu jenerasyon başarıya daha önce yakınlaşmıştı. Yarı finalde penaltılarla Almanya’ya elenmemize rağmen aslında 1982 Dünya Kupası’nda sergilediğimiz performans da muhteşemdi. 1984 Avrupa Şampiyonası’nın farkı elbette kupaya gitmemiz ve Fransa’ya ilk uluslararası zaferini getirmemizdi. O neslin oyun içindeki planı da aslında bazı temeller üzerine kuruluydu. Savunmamız çok kaliteli isimlerden oluşuyordu. Orta sahamız Michel Platini gibi olağanüstü bir liderin etrafında şekilleniyordu, hücumcular da bu birlikteliği taçlandırıyordu. Özetle, motive, gönüllü, saygılı bir grup vardı soyunma odasında. Ve orada birçok değer temsil ediliyordu. Birçok değer…
Benim açımdan ilginç bir süreçti zira turnuvanın başında Manuel Amoros’un kırmızı kart görmesiyle kadroya yerleştim ve sonra ilk 11’de kaldım. Elbette en unutulmazı Marsilya’da Portekiz ile oynanan yarı finaldi. İlk golümü bir serbest vuruşla attım. İkincisini ise maçın sonunda ağlara gönderdim ve skoru 2-2 yaptım. Üçüncü golümüzü ise Platini attı ve bize finalin kapılarını açtı. Finalde de İspanya’yı mağlup ettik ve Avrupa şampiyonu olduk. Bu, futbolculuk kariyerimden bana kalan en özel hatıraydı.
Sizden sonra 1998’deki kuşak, başarı çıtasını yükseltti. Onların farkı neydi?
Biz 1980’de sahneye çıkan bir neslin parçasıydık, çoğumuzun kariyeri 1990’lara kadar sürdü. Onlar da daha çok 1995-2006 arası önemli işler yaptı. Aslında, karşılaştırdığımızda arada çok da büyük farklar olmadığını görüyoruz. Zira bizler aynı kaynaktan beslenen iki nesildik. Aynı insani ve kolektif değerleri paylaşıyorduk. İki jenerasyonda da bireysel çok büyük yetenekler ve liderler vardı ama herkes güçlü bir kolektif yapı kurulmadığı sürece başarının gelmeyeceğini biliyordu. Yani, iki nesil ruh olarak birbirlerine çok yakındı.
Biz, çıkışımızla birlikte uluslararası başarıların artık yakında olduğunu müjdeledik. Bir de o takım yepyeni bir akım başlattı. Mesela Platini, İtalya’da Juventus forması altında kendisini çok geliştirdi. Mesela Didier Six, o dönem Türkiye’de forma giydi. 1984 nesli yurt dışında tecrübe kazanmanın ne kadar değerli olduğunu gösterdi. 1998 Dünya Kupası ve 2000 Avrupa Şampiyonası’nı kazandıran kadrolara baktığınızda neredeyse hepsinin Fransa dışında forma giydiğini görürsünüz. Bunda Bosman Kuralları’nın da çok büyük payı var elbette. Fransız oyuncular, futbolculara serbest dolaşım özgürlüğü getiren bu kurallarla birlikte en başta İtalyan kulüplerine, sonra Almanya ve İspanya’ya gitti. 1998 neslinin bu bağlamda, farklı futbol kültürlerinin faydasını gördüğünü söyleyebilirim.
Herkes genç Fransız yeteneklerden bahsediyor. Federasyonun çalışmaları ve Clairefontaine gibi akademilerin başarıları dünya çapında konuşuluyor. Sizce Fransa futbolu nasıl değişti?
Bu başarının sırrı 1970’lere dayanıyor ve en temelinde doğru politikalar var. 1969-73 arası Fransa Milli Takımı’nın başında olan George Boulogne ile ondan sonra göreve gelen Stephane Kovacs bu dönüşümde çok kilit önemi olan adamlar. Doğru spor politikalarının yaratılmasında ve sahneye konmasında ikisi de pay sahibi oldular. Bu proje federasyon tarafından desteklendi ve hem Fransa Birinci Ligi’nde hem de Fransa İkinci Ligi’nde mücadele eden takımlar tarafından benimsendi. Yani, ilk olarak kaliteli formasyonlara sahip olan antrenörler başroldeydi. İkincisi, bu antrenörlerin fikirleri Fransa coğrafyasının farklı bölgelerinde uygulanan bir spor politikasına dönüştürüldü. Yetenekli Fransız gençler bulundu, doğru ve planlı bir programla yetiştirildi ve üst seviyelere çıkarıldı. Bu programın en önemli özelliği de futbol, okul ve aileden gelen eğitim arasındaki işbirliği sonucunda yaratılmış olmasıdır. Bu altyapı devriminde bu üçgenin doğru kurulmasının büyük payı vardır. Ve en mühimi de insanlar gelip geçti, yüzler değişti ama sistem ve politika aynı kaldı. Devamlılık da başarıyı getirdi. Şu anda geldiğimiz noktada Fransa’nın 17-19 yaş arası müthiş zengin bir oyuncu havuzuna sahip olduğunu görüyoruz.
Federasyonun bu süreçte yaptığı en başarılı çalışmalardan biri “Pole Espoirs Interregional FFF” oldu. Bu sistem sayesinde 13-14 yaş grubundaki çocuklar haftada beş gün antrenman yapıp altyapı tesislerinde eğitim alma şansı buluyor. Hafta sonları ise ailelerinin yanlarına dönüyor ve orada, kendilerine en yakın futbol kulübünde forma giyip maç oynama fırsatı elde ediyorlar. Böylece futbol, okul ve aile eğitimleri arasında bir iş birliği yaratılıyor. Clairefontaine’de başlayan ve devam eden bu fikirler, bugün Fransa’nın 25 farklı noktasında uygulanıyor.
Bu yıldızlar erken yaşta çok büyük paralar kazanıyor; Paul Pogba ya da Anthony Martial gibi. Peki bu ilgi ve zenginlik karşısında kendilerini koruyabiliyorlar mı? Buna dair bir eğitim alıyorlar mı?
Burada çözüm en temelden, dipten başlıyor. Aileden alınan eğitim kilit husus. Bu futbolcuların oyunu ne kadar sevdiği, yaptıkları işten aldıkları keyfin boyutu da çok önemli. Bir de sonrasında etraflarında oluşan kitlenin seviyesi mühim. Ama en başta aile var. Zira bugünün yıldızları çok ciddi bir popülariteye erken ulaşıyor ve genç yaşta kendilerini dokunulmaz görüyor. Bu anlamda onlara söz dinletebilecek tek yer aileleri.
Peki, önümüzdeki Dünya Kupası için Fransa Milli Takımı’nda bu baskıyı kaldırabilecek gençler var mı? Spor dünyasında “Fransızlar ikinci olmayı sever” anlayışı vardır. Yeni milli takım özelinde, bu psikoloji ile baş edebilecek bir potansiyelden bahsedebilir miyiz?
Bisikletten bir örnek vereyim… Fransa’da sık kullandığımız bir klişe vardır; bisiklet kariyerleri boyunca Jacques Anquetil sürekli kazanmış, Raymond Poulidor ise sürekli ikinci olmuştur ama Fransızların o dönemki en büyük sevgilisi Poulidor’dur. Fransa’da biz genelde kazananları sevmeyiz ya da sevmezdik. Futbolda bu düşünce yavaş yavaş değişti, artık kazanmanın önemi de konuşulmaya başlandı.
Daha zamanları olduğunu düşünüyorum ama bence bu yeni nesil Dünya Kupası kazanacak potansiyele sahip. Lakin mühim olan sakin kalmak. Mesela son Avrupa Şampiyonası’ndaki gibi favori olarak gösterildiğimizde sıkıntı yaşayabiliyoruz. Orada, yarı finalde Almanya’yı yendikten sonra şampiyon olduğumuzu, her şeyin bittiğini düşündük. Yeteneklerine inanmak önemli ama maçlar, oynanmadan kazanılmıyor.
Birçok Fransız’ın yabancı liglerde oynaması milli takımı nasıl etkiliyor?
Antrenörlerin önünde şöyle bir sınav var; sekiz günde iki maç yapıyorsunuz ve sonuçta o maçlara hazırlık için kısıtlı zamanınız oluyor. Belki büyük bir taktik yapı inşa edemezsiniz ama oyuncuların psiko-pedagojik düzeyleriyle uğraşabilirsiniz. Oyuncular kendilerini bu yapı içinde iyi hissediyor mu? Milli takım antrenörünün çizdiği sportif çerçeveye inanıyor mu? Bunlar üzerinde düşünülmesi gereken sorular. Oyuncuların yabancı liglerde oynamasının avantajı da şurada: Birincisi, Fransa’ya dönmekten ve ülkeleri adına bir şey yapmaktan hoşlanıyorlar; ikincisi, orada elde ettikleri deneyimi buraya taşıyorlar ve bu da milli takımın seviyesini geliştiriyor.
Psikolojiden bahsettiniz… Fransa altyapılarında bu alana da önem veriyor, öyle değil mi?
Kesinlikle. En son Türkiye’de bu konuda bir çalışma yaptık, oyuncu gelişiminde psikolojik çalışmaların ne kadar değerli olduğundan konuştuk. Psiko-pedagoji üzerine çalışarak çocukların gelişimini artırabilirsiniz, özellikle 14, 15 ve 16 yaşlarında… O yaştaki oyunculara sorular sormak ve bunların cevaplarını kendi başlarına bulmalarını sağlamak çok mühim. Zira oyuncu her zaman bu çerçevede başrol oyuncusu olmalıdır, olacaktır. Antrenör, bir yönetmendir. Futbolcu, aktördür.
Bu sezon Türkiye Ligi’ne gelen birçok Fransız oyuncu var, tüm Avrupa’da olduğu gibi. Fransa Ligi’nden nasıl bir kültür edinip geliyorlar sizce?
Fransa Ligi’nde eğlenceli takımlar var ve burası oyuncuların gelişimi için harika bir durak. Bu iki özelliğin yanında, geliştirmemiz gereken bir taraf var: Geçiş oyunu. Fransa’da topu kaybettiğimizde pozisyonumuza dönmek, topun arkasına dizilmek gibi bir anlayış var. Oysa Almanya ve İspanya gibi ülkeler, topu kaybettikleri anda, geri kazanmak için hücum pres yapıyor, rakibe saldırıyor. Biz de bu anlayışı benimseyebiliriz.
Türkiye’ye yakın zamanda geldiniz. Türk futbolunu bilhassa altyapı seviyesi açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir kere Türk kulüpleri tesisleşme anlamında çok iyi seviyede. Altyapının inşa tarafı çok iyi hazırlanmış. Statlar, antrenman yerleri, tesisler çok güzel… Şimdi esas değişmesi gereken, genç oyuncuların gelişmesini sağlayacak doğru bir programı meydana çıkarmak. Bu nasıl olacak? Doğru formasyonla yetişmiş iyi bir antrenör grubu gerekiyor. O antrenörleri yine iyi yetişmiş scout’larla birleştirmek de aynı şekilde önemli. Bu sayede yetenekli oyuncuları bulup çıkarma ve eğitme şansınız oluyor. Rakamlarla konuşmak gerekirse Türkiye’de 80 milyon insan yaşıyor. 5-19 yaş arasında yaklaşık 20 milyonluk bir nüfus var. Bu neyi gösteriyor? Devasa potansiyeli. Futbol federasyonunun devamlılık arz eden bir politika geliştirip bu potansiyelleri değerlendirmesi lâzım.
Potansiyel yüksek, gençler çok ama profesyonel seviyeye çıkmakta zorun yaşıyorlar. Neden?
Sorun şu ki gençlerin oynaması gerekiyor. Eğer onlardan profesyonel seviyede yararlanmak istiyorsanız onlara forma da vermeniz lazım. Mesela Fransa Ligi’nde Nice, Lorient, Toulouse, Montpellier, Nantes, Rennes gibi kulüpler gençlere çok erken yaşta forma veriyor. Elbette PSG gibi yerlerde çok forma bulamıyorlar, orada işler daha zorlu. Ama yine de başka kulüplerde ciddi süreler alabiliyorlar. Bu sorunun cevabı, ülke olarak felsefenizde ve vizyonunuzda yatıyor. Performans ve gelişim, üzerine en çok kafa patlatılması gereken şeyler.