Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

BasketbolDergiGenelInterviewPeynir Gemisi

Ertuğrul Erdoğan iki yıl önce Galatasaray'la anlaştığında kulüp adına FIBA'da sayısız dava birikmişti; şube borç batağında ve transfer yasaklıydı. Bugün, temiz bir sayfa açma vakti...

Bu röportaj ilk olarak Socrates’in Nisan 2020 nüshasında yayımlanmıştır.
Tüm sayılarımıza bu adresten ulaşabilirsiniz.


Ülke sporuyla alakalı kimsenin yeni bir şey söyleme iddiasında olduğunu zannetmiyorum. “Günü kurtarma” sadece basketbola değil, Türkiye’deki her alana sirayet etmiş bir alışkanlık artık. Proje ortaya koymak zor; hadi yaptın diyelim, derdini anlatman başlı başına bir mesele…

Beşiktaş derbisindeki mağlubiyetle yerden yere vurulan Ertuğrul Erdoğan, Fenerbahçe galibiyetiyle tekrar gönüllerde taht kurdu. Peki… Dibi görmüş, taraftarına yüz kombine bile satamayan Galatasaray Basketbolu nasıl bu kadar çabuk elit seviyeye dönmüştü? Peynir gemisi, beylik laflar olmadan nasıl yürüdü?

Ertuğrul Hoca’nın “Bir film vardı, neydi adı? Hani Bill Murray dönüp dolaşıp aynı günü yaşıyordu… Groundhog Day. Bizimkisi de o hesap oldu biraz” dediği; ses kaydının toplamda dokuz saati aştığı, Ankara-Iowa-Amasya- İstanbul hattında gidip gelen bir röportaj bu.
Keyifli okumalar…

✶✶✶

Hocam girizgâhı ilk yıllarınızdan, Ankara’dan yapmak gerekirse, neler hatırlıyorsunuz Mülkiye seçmelerine gittiğiniz dönemden?

Ben de herkes gibi mahalle arasında Japon Kale oynayan, sokaktaki vaktini futbolla geçiren bir çocuktum. Ama 1968 doğumlu olduğum için seksenlerdeki iki büyük olay büyüme çağıma denk geliyor: 1981 Balkan Şampiyonası ve Beyaz Gölge. Remzi Abi’nin (Dilli) smacı, Efe Abi’nin (Aydan) çengel atışları, Erman Abi (Kunter) falan derken, ben de oynayabileceğimi hissettim. Zafer Kalaycıoğlu, Mülkiye’nin antrenörüydü ve aslında benim mahalleden
bir arkadaşımı takıma almak istiyordu ama arkadaşım “Ertuğrul’suz gitmem” deyince, torpille basketbola başladım. Çok çelimsizdim, bir beklentileri olmadığı için de hemen hemen her pozisyonda oynattılar beni. Antrenör ben olsam, kendimi almazdım kadroya.

PTT’ye geçişinize kadar hep Mülkiye’de miydiniz? Bir yandan ODTÜ’de okurken nasıl devam etti o süreç?

Gerçekten çok uzun yıllar kaldım Mülkiye’de. Hatta insanlar beni Siyasal mezunu sanır; çünkü hem oynadım hem de antrenörlüğe orada başladım, nereden baksan on yılım geçmiştir. Her kategoride görev yaptım. PTT’ye geçtikten sonra hayatımı değiştiren bir gelişme yaşandı; 1978 doğumlulardan bir takımı bana verdiler. 1994’te de Caferağa’da Türkiye Şampiyonası vardı, o dönem için gayet iyi bir jenerasyondu, biz o takımla şampiyon olduk. Nur Gencer yanıma geldi, “Seni 1979 doğumluların olduğu milli takıma geçireceğiz. Nihat İziç’in asistanı olacaksın” dedi. Hidayet, Kerem, Mehmet… Malum jenerasyon. Ali Burgul da diğer asistan koçtu. Biz yedi yıl çalıştık bu ekiple. U22’NİN son edisyonudur; Sicilya, Trapani’de oynanan turnuvada Litvanya, İspanya ve Slovenya gibi takımların bulunduğu grubu beşte beşle geçip şampiyon Yugoslavya’ya kaybetmiş, üçüncü olmuştuk. U22 devam etse muhtemelen altın madalya gelecekti bize.

Ertuğrul Erdoğan röportajı, Nisan 2020.—Ertuğrul Erdoğan röportajı, Nisan 2020.


A takımla çalışmaya, yani profesyonel antrenörlüğe ise Galatasaray’la başlıyorsunuz, değil mi?

Tabii eş zamanlı olarak milli takımda devam ederken 1996’da Cem Gökçe’nin teklifiyle Galatasaray’a geçtim. Lloyd Daniels’ın geldiği sene teknik ekipteydim mesela. İki yılda sırasıyla Hakan Yavuz, Tolga Tuğsavul, Aydan Siyavuş ve Koray Mincinözlü’yle çalıştım. 1998 yazında da hayatımı değiştiren ikinci gelişme yaşandı.

Iowa State’e gidişiniz mi? Bağlantıyı nasıl kurmuştunuz?

Galatasaray’da çalıştığım dönem ortaya şöyle bir fikir atılmıştı: Yazları, NBA’den antrenörleri buraya getirelim, ufkumuz genişlesin. Los Angeles Clippers’tan iki koç, Barry Hacker
ile Evan Pickman yanımıza gelmişlerdi. 1998 sezonunun sonunda Barry, ülkesine dönmeden önce “Ertuğrul, neden ABD’de çalışmayı düşünmüyorsun?” dedi. “Valla bilmiyorum” diye cevap verdim. Bir gün posta kutusunda adıma gelmiş mektup gördüm. Barry’den tabii ki. “Koçun adı bu, senden bahsettim, ilgileniyorlar. Bir yıl boyunca seni teknik ekibe alacaklar” yazıyordu. O dönem Utah State’i çalıştıran Larry Eustachy’di bahsettiği koç. Başladım hemen Utah’la yazışmaya…

Tabii sonra Tim Floyd, Phil Jackson’ın yerine Chicago Bulls’un yeni koçu oldu. Iowa State’teki pozisyon boşaldı, Larry Eustachy oraya geçti ve…

Domino etkisi. Ben tüm yazışmaları Utah State’le yaptım ama uçak biletini Iowa’ya kestirdik.
Des Moines’a indim, oradan Ames’e geçtim. 1998-99 sezonu, Marcus Fizer ve bir dönem Galatasaray’da oynayan Radoslav Rancik’in abisi Martin Rancik var kadroda. Paul Shirley vardı, redshirt’tü. Tim Floyd döneminde üç kere NCAA’de sezon sonu turnuvasına katılmış,
son yılında Sweet 16’de elenmiş bir okul. Benim orada olduğum sene, malum, lokavt dönemiydi ve NBA’de hiç maç izleyemedim ama şöyle bir avantaj oldu: Doğma büyüme Ames’li Fred Hoiberg, lokavttan ötürü evine döndü. Floyd keza, geri geldi.
Birlikte çok güzel vakit geçirdik; ki zaten Ames öyle gezip tozabileceğiniz bir yer değil.
Üniversite odaklı bir kasaba, eski mezunlar hep etrafta ve otomatikman bir ilişkiniz oluyor. Benim çok enteresan bir Noel’im vardır mesela Fred Hoiberg’le.

Aynı periyotta Ergin Ataman’ın Stanford’a, Hakan Demir’in de Siena College’a gittiğini düşünürsek; burada TBF’nin rolü neydi?

Valla bende para yoktu. Kemal Dinçer ve Turgay Demirel vasıtasıyla planı organize edebildim.
Hatta Reebok ofisinde Turgay Demirel bana “Niye gitmek istiyorsun? Ne var ki orada?” demişti, ben de açıklamıştım. “TBF’nin bana destek olmasını istiyorum” dememin ardından Emir Turam’ı aradı ve “Bu işi halledelim” dedi. Aylık da bir para gönderiyordu federasyon bana. Iowa State’ten para alacağımı düşünmemiştim.

Sonra… Bir Teksas maçı. Koç Eustachy maç analizini yapmamı istedi. VHS’den edit yapmanın işkencesini bilen bilir, ileri-geri sürekli sarıyorsun ve onlarca kaset çıkar-tak, tekrar geri dön falan…. Neyse yaptım raporu, kazandık, bana para vermeye başladılar. Hatta ‘idari asistan’ unvanıyla beni işe almak istediler. “Seni hemen teknik ekibe dahil edemeyiz ama bize yakın olabileceğin böyle bir pozisyon var?” dediklerinde hanımı aradım. Ciddi ciddi düşündük, Aslı da ODTÜ Kimya mezunu olduğu için “Eşinize de buradaki firmalardan birinde iş bulabiliriz” dediler. Hanımla yeni başlamıştık ve biraz “Ne yapacağız Iowa’da” durumu oldu. Pas geçtik.

—Mike Krzyzewski’yle birlikte… (1999)


“Hayatımı değiştiren tecrübe” dediğiniz için, biraz daha detaylandırır mısınız o bir yılı? Başka okulları ziyaret ettiniz mi mesela o periyotta?

Okuldan para almaya başlayınca seyahat özgürlüğüm oldu. O meşhur üçgeni; North Carolina, NC State ve Duke’u yaptım. UNC’de Dean Smith yeni bırakmıştı ama daha emekliye ayrılmadan önce otuz yıllık asistanı Bill Guthridge’e görevi takdim edip öyle ayrılmıştı kenara. UNC’ye gittiğimde hem Guthridge hem de Smith oradaydı, asistan koçlar Phil Ford ve Pat Sullivan’la birlikte her odaya girip çıkabiliyordum. Smith’le uzun sohbetlerimiz oldu, müthiş bir kibarlıkla bana “New York aksanıyla konuşuyorsun” demişti, kusursuzluktan uzak İngilizcemi kast ederek… İstanbul’a geldiğinden, şehrin çok hoşuna gittiğinden ama insanların neden bu kadar çok sigara içtiğini anlayamadığından bahsetti. Ankara çıkışlı her antrenör gibi; benim için de Seyfi Kuştimur’un kütüphanesinden ötürü UNC çok özeldir. Hatta basketbolun İncil’i Dean Smith’in Multiple Offense and Defense kitabıdır diyebilirim.
Üniversite boyunca elimden düşmemiştir bu kitap. Gittim sonra otuzlu yaşlarımın başında kahramanımla tanıştım. O kadar güzel geçti ki Smith; piyasada olmayan, alan savunmasını anlattığı ‘Point defense’ adlı VHS’yi korsan olarak hediye etmişti bana. Hâlâ saklarım.

Sonra NC State’e gittim ama orası verimli geçmedi. Duke’a devam ettim. Yakın dönemde bitmiş bir U22 Dünya Şampiyonası vardı; bizim Mirsad ve Hüseyin’i dahil edip ilk
altıya girdiğimiz, son maçta Rick Majerus’un çalıştırdığı ABD’ye üç sayıyla kaybettiğimiz turnuva… Mike Krzyzewski, aynı Smith gibi özel olarak konuşmak istedi benimle. “Sizde üç tane özel oyuncu var; Tunçeri, Okur ve Türkoğlu, neden gelmiyorlar ABD’ye? Bizde çok rahat oynayabilirler” demişti. UNC ve Duke’ta kural gereği öyle her yere penetre edemiyorsun ama gerek dönemin asistan koçları Quin Snyder, Johnny Dawkins ve David Henderson, gerekse de koç Kryzewski çok ilgililerdi, beni sahaya indirdiler, soyunma odasına, maç toplantılarına aldılar. Sabah koç Krzyzewski’nin asistanına uğrayıp kahvemi alıyor ve köyün delisi gibi dolaşıyordum Cameron Indoor’da. Duke’un salonu, yani ömrü hayatımda bir rakip takım küfür edilmeden nasıl böyle ezilebilir, orada gördüm. Şöyle de bir hikâye hatırlıyorum; asistan koç ekibinden, Galatasaray’da oynamış Henderson, başta bana soğuk yaklaşmıştı. Meğer sebebi, zamanında adamı 30 attığı bir maçtan sonra Aydan Abi’nin yollaması ve dolayısıyla adamda oluşan Galatasaray önyargısıymış. Ben de oradan geliyorum ya… Ulusal şampiyona finaline yükselip Khalid El-Amin ve Richard Hamilton’lı UConn’a kaybeden acayip bir takımları vardı; Elton Brand, Shane Battier, Trajan Langdon, Corey Maggette… Hayatım boyunca unutmayacağım bir dönem. ‘The Turk’ diyorlardı bana. Olabildiğince gezdim, Alaska’ya çıkıp meşhur shootout’lardan birini gördüm, Jerry Tarkanian’la tanışma şansım oldu. Ne günlerdi…

Türkiye’ye döndüğünüzde direkt Galatasaray’a gelmediniz ama…

Sekiz aylık bir askerlik dönemi var. Ames’den Amasya’ya geçiş de çok dramatik olmadı aslında. Bir nevi ABD’nin Amasyası’ndaydım. Askerlik dönüşü kısa bir Oyak Renault dönemi… 2000’de Nihat İziç’in başantrenörlüğe getirilmesiyle birlikte de Fenerbahçe’nin yolunu tuttum.


Fenerbahçe Basketbolu’nda 13 yıl boyunca erkek ve kadın takımları, altyapı derken aşağı yukarı her kademede görev almışken; Aydın Örs, Bogdan Tanjevic, Neven Spahija, Simone Pianigiani dönemlerinin tamamını yaşamış biri olarak, değerlendirmeye nereden başlarsınız?

Fenerbahçe basketbolu çok farklı dönemlerden geçti. Aydın Örs geldiği ilk gün “salon” demişti ve Murat Ülker’in önderliğinde Ataşehir’de inşa edilen salon, bugün basketbol seyircisinin
profilini tamamen değiştirmiştir. Asıl milat salon inşaatı. Benim kulübe girişim tam milenyumun başlangıcı. Kaotik bir dönem. Hatta o dönem basına da yansıyan bir kavgaya karışmış, Silas Mills’le tartışmıştım. Bizim Hüsnü’ye saçma sapan şeyler söylemişti, ben de karşı çıkınca olay büyüdü ve işi bırakmak durumunda kaldım. Daha ilk sezonda… Yeni evlenmiş, iş arıyordum…

Oktay Mahmuti’den telefon geldi, “Efes’te yardımcım olur musun?” diye… “Tamam” dedim. Ama araba almam lazım çünkü sürekli Merter’e git-dön imkânsız başka türlü. Girişte iki maaş alacağım, o para da Peugeot 206’ya ayrılacak. Neyse siparişi verdim ama Efes’ten ses yok. Geri dönmüyor kimse. En nihayetinde… Yattı o iş. Tıpış tıpış Fenerbahçe’ye döndüm.

A Takım’a değil ama, öyle mi?

Hayır, hayır… Şubat-Eylül arasını mutfakta geçirdim, çok güzel yemekler yaparak. Hanım artık yalvarmaya başlamıştı, “Ne olursun git” diye. Burada Aslı’ya kredi vermem lazım çünkü antrenörlüğü bırakmanın kıyısına gelmiştim. Kayınpederin şirketinde çalışmaya doğru gidiyordum ki “Sen babamla mutsuz olacaksın. Parasına pozisyonuna bakma, git kabul et kız takımı da olsa… Basketbolun içinde kal” dedi. Her Türk erkeği gibi ben de dirayetli bir duruş ortaya koyarak “Tamam karıcım” diye yanıtladım, Fenerbahçe Kadın Takımı’na, Zafer Kalaycıoğlu’nun asistanı olarak döndüm. Kızlar bilmez bunu ama tekrar antrenörlüğe tutunmamda büyük payları vardır. Sonra Murat Özgül’le birlikte Erkek A Takım’a ve ardından Aydın Örs ve Bogdan Tanjevic’le devam ettim…

Örs ve Tanjevic’yle çalışmak size neler kattı? 2010’da Tanjevic’e konulan kolon kanseri teşhisi ve akabinde takımı devralıp şampiyonluğa taşıdığınız dönemi biraz anlatır mısınız?

Aydın Örs bana göre Türk basketbolunun gelmiş geçmiş en büyük antrenörüdür. Teşbihte hata olmaz; nasıl Zeljko Obradovic’le alakalı konuşurken Aleksandar Nikolic’ten bahsediyoruz, Aydın Abi de bu ülkenin Nikolic’idir. O dönem Avrupa’ya karşı sahip olduğumuz kompleksi şu anki jenerasyonun anlaması mümkün değil; Aydın Abi bu ortamda altyapısından yedi oyuncu çıkarttı, Murat Evliyaoğlu ve Tamer Oyguç’u da ekleyerek dokuz yerli oyuncuyla iki final yaptı, bir şampiyonluk aldı Edirne’nin ötesinde. Ben ondan iş disiplinini, profesyonelliği öğrendim. Birçok insanın yaptığı “Hiç değişmiyor, hep kontrol basketbolu oynatıyor” eleştirisine de katılmadığımı, yüzüncü yılda Willie Solomon’u kullanışını örnek vererek söyleyebilirim. Açık sahada dripling üstü lak diye yapıştırdığı üçlükler vardı. Hiçbir şey demezdi.

—Fenerbahçe yılları…

Boşa Tanjevic ise farklı bir hikâye tabii. Yine ‘oldskool’ ama Semih Erden’i üç numara oynatıp sahada uzun kalmaya çalışan, 1.65’lik Marques Green’e iki yıllık kontrat veren bir çılgınlıktan bahsediyoruz. Çok sevdiğim, müthiş entelektüel bir insandır. İşte kanser olayı çok talihsiz; orada takımı alıyorum ama hastanede yaşadıklarımız da var. Her ziyarete gittiğimde “Ayrılırken gel beni öp Ertuğrul” taktiğiyle ikinci çekmecedeki Toscanello sigarasını isterdi. Karaciğeri yeni metastaz yapmış, eller titriyor ama içmese ölecek o sigarayı. Doktor bile dayanamayıp “Hadi günde bir tane iç bari” diye izin vermişti. Hastanede refakatçisi milli takımdan yakın olduğu Ömer Uğurata’ydı mesela, ben maçı yönetiyorum, devrede Ömer beni arıyor “Şunu oynatma, bunu daha çok oynat” diyordu da ben pek dinlemiyordum tabi… Tuhaf bir süreçtir; maalesef annem de kansere yakalanmıştı. Tanjevic’e altı ay ömür biçti doktorlar, bugün hâlâ yaşıyor. On yıl ömür biçilen annem ise aynı sene içinde hayatını kaybetti.

2010’daki lig şampiyonluğundan sonra Fenerbahçe’den başantrenörlük teklifi beklemiş miydiniz?

Sadece beklemek değil… Söz de verilmişti. “Şampiyon yap, seneye takım senin” dediler ama yarı final serisinde Neven Spahija’yla görüşüldüğü haberini aldım. Aydın Abi’nin yüzüncü yıl şampiyonluğundan sonra yerine Tanjevic’in getirilmesine benzer bir durum. “Peki” dedim, Spahija’nın birinci asistanı olarak kulüpte kaldım. Neven gitti, Simone Pianigiani geldi. Luca Dalmonte’nin ardından ikinci asistanlığa geçtim Pianigiani’yle. Baştan sona yanlış kurulan bir kadroydu… Bo McCalebb gibi bir oyuncunun yanına dört numaraya Kaya Peker’i koyduk, Mike Batiste yine hayatında hiç dört numara oynamamış adam, orada denendi. David Andersen alındı. Benjamin Eze’nin 18 dakikası hariç, 4’lerin 5 oynadığı Montepaschi Siena takımına antitez yaratıldı neredeyse. O panik havasından sonra Emir Preldzic dört numaraya geçti, 4-5 pick-n-roll’üne ağırlık vermeye çalıştık falan.. Olmadı nitekim. Ben yönetime yalvardım, birinci asistan başkasıyken eğer ikinci asistanı, yani beni başantrenör yaparsanız organizasyon kötü gözükür, ben de çok kötü gözükürüm. Ama dinlemediler, Tanjevic döneminde takımı sezon ortasında alıp şampiyon yapmama güvendiler. Karşıyaka’ya elendik ilk turda ve benim için Fenerbahçe macerası bitti.

—Ertuğrul Erdoğan röportajı, Nisan 2020


Aslında bir de Obradovic’in Fenerbahçe’ye attığı imzayla tekrar kulübe dönme durumunuz var…

Takımı lig şampiyonu yaptıktan sonra iş bulamayan ben, haliyle play-off ilk turunda elendikten sonra da kulüpsüz kaldım. Basketbolda idari kadroda görev almaya başlayan Mirsad Türkcan aradı, “Abi, Obradovic’in asistanı olmak ister misin?” dedi. Meğer o dönemde Tanjevic gitmiş, Mirsad’ı ve Zeljko’yu aramış, Spahija yine Obradovic’e telefon etmiş benimle alakalı… “Tamam” dedim Mirsad’a, Obradovic’le telefonlaştık, “Ertuğrul seninle çalışmak istiyorum, buluşalım” dedi. A Milli Takım’da asistanlık yapıyorum, 2013 EuroBasket dönemi. Ülker Arena’da dörtlü bir turnuva oynuyoruz. O bir haftayı Zeljko’yla birlikte geçirdik. Hatta Boşa yanıma gelip “Obradovic’le konuş, sana ihtiyacı varsa milli takımdan affını isteyebileceğini, Fenerbahçe’de kalabileceğini söyle” dedi. Bunu Zeljko’ya ilettim. “Olur mu, milli takımda olman bizim için gurur kaynağıdır. Git gel, sonra zaten birlikteyiz” dedi. El sıkıştık.

Benim için de çok önemli bir adamdır Obradovic. Yıllardır her kliniğine ya gitmişimdir ya izlemişimdir bir şekilde, zaten Avrupa’da onun yaptığı şeylere öykünmüyorum diyen varsa yalan söylüyordur. Kimyamız tutmuştu. Oyuncularla alakalı fikrimi soruyor, nasıl yapacağını anlatıyor… Ben Slovenya’dayım, çok kötü oynadık turnuvada. 10 Eylül sabahı İstanbul’a indim. Ofise gidiyorum, telefonum çaldı. “Görevine son verdik ekonomik sebeplerden ötürü” dediler. Obradovic’e ulaşmaya çalışıyorum, ulaşamıyorum. Yurt dışında seminerdeymiş. En sonunda konuştuğumuzda, “Basına hiçbir şey söyleme. Haftaya dönüyorum” dedi. Döndü, salonun önündeki Cafe Crown’da buluştuk. Evrakları, demirbaşları teslim ettim. “Sorry” dedi. Böyle son buldu hikâyem. Sezon başlamasına çok yakın işsiz kaldım, ardından Aralık’ta Telekom geldi, sonra İBB ve en sonunda Galatasaray…

—Ömer Uğurata’yla birbirimizi çok iyi tamamladığımızı düşünüyorum. Bu takımda rolü çok büyük…


David Blatt’le konuşurken bir keresinde “Hayatta en keyif aldığım şey Obradovic’i yenmek” demişti. Galatasaray’a geçişinizden sonra Fenerbahçe’yle oynadığınız dört maçın üçünü kazandığınızı hesaba katarsak; birebir eşleşmenizde bu yaşadığınız olayın etkisi var mı?

Yani, tabii ki, yok diyemem. Ama odak noktam değil. Çünkü bu duyguyu yaşayarak maça çıkarsam kararlarım etkilenir ve baştan kaybederim maçı. Obradovic’i yenmek tabii ki çok keyifli. Bu işin zirvesindeki adamdan bahsediyoruz. Sahi şöyle bir şey de var, hiçbir zaman biz kazanmış olmuyoruz bu maçları… Hep karşı taraf kaybetmiş oluyor. Geçen yıl mesela, bana bir tebrik telefonu geldi… “Koç tebrikler. Ama Zeljko bu maça çok asılmadı zaten, Real Madrid maçı var önünde, ona dikkat çekmek için” dedi. Sonra bu, ikinci galibiyetimizde şöyle devam etti, “Milano’dan çok kötü döndü Fenerbahçe. İyi yakaladınız valla…” Üçüncüde ise “Ertuğrul, biliyorsun durumlar çok kötü. Zaten para ödenmiyor Fenerbahçe’de. Çok iyi döneme denk getirdin…” Yahu kendimi, oyuncuları sorguluyorum artık. Aaron Harrison’a mesela ben ne anlatayım? “Baba ya sen 28 attın ama Fenerbahçe bırakmış zaten maçı” mı diyeceğim? Bana kulüpten gelen insan oldu, “Fenerbahçe maçı bırakmış” diyerek… Yahu Zeljko bir derbi maçını bırakacak, siz delirdiniz mi?

Bu galibiyetler zaten olağan karşılanmalı. Galatasaray’ın büyüklüğünü tek maça indirip Fenerbahçe galibiyeti üzerinden tanımlarsan olmaz. Fenerbahçe’yi yenmek, ne kadar bütçe farkı olursa olsun, eğer olağandışı ise sen büyük değilsin. Fenerbahçe’yi yendiğin gün çok daha mütevazı, sakin, normal mesajlar vereceksin. Bu galibiyetler bize Fenerbahçe’yle aynı seviyede olduğumuzu göstermiyor ama doğru işleri yapmaya devam edersek, EuroLeague’in kalıcı bir parçası olabileceğimizin mesajını veriyor.

Galatasaray’da oyuncu seçiminde dikkat edilen faktörleri, bütçe detaylarını, ödenen borçları ve iki yıllık süreçte yaşadıklarınızı biraz anlatır mısınız?

Türkiye’de en büyük problemlerden biri oyuncuların, piyasanın çok üstünde fiyatlara oynamaları. Özellikle yabancı oyuncularda, marketi iyi bilmeyen organizasyonları menajerler yakalayınca bir liralık oyuncuyu üç liraya satıyorlar. Bir kere biz, marketi iyi takip edeceğiz.

Geçen yıl 2,2 milyon dolar, bu yıl da 2,7 milyon dolarla başlayan oyuncu bütçesi sezon içi sakatlıklarıyla birlikte 3 milyon doları buldu. Galatasaray tarihinin en düşük bütçeleri bunlar. Ben kulübe geldiğimde 5,5 milyon dolardan fazla borcu vardı kulübün. FIBA’da bekleyen altı dava görüldü. Bunlardan şikâyet etmiyorum, zaten durum böyle olmasa Galatasaray bana teklif yapmaz. Ama insanların anlaması lazım; geçen sene eleştirildim “Bir tane transfer yapamıyor” diye… Yahu transfer yasağı var, nasıl yapayım? Ağustos başında göreve geldim, alelacele geçmişte takip ettiğim oyuncuların olduğu listeyi taradık ve transferleri yaptık. Bir haftadan daha az süre vardı transfer yasağının olmadığı, o aralıkta tüm transferler bitti ve sene sonunda o takımla yarı final oynadık.

Okuyorum işte, “Hoca bir tane Carlos Arroyo bulamadın” yazıyorlar. Evet, bulamıyorum ben. 1,8 milyon euro’luk oyuncular bulamıyorum çünkü bütçemiz 2,2 milyon dolar. O zaman
işte hayatında oyun kurucu oynamamış, buna rağmen “Oynaman lazım” denildiğinde
görevden kaçmamış Tai Webster çok iyi oyuncu. Aaron Harrison ya da Nigel Hayes keza öyle.
Yani gerçekten anlayamıyorum; biz ABD’den ciddi bir scouting ekibiyle çalışıyoruz, benim menajerim yok, menajer listelerinden bağımsız transfer yapmayı başarabiliyoruz ama ben Ay’dan geldim ve bu takımın oyun kurucuya ihtiyacı olduğunu görmüyorum, öyle mi? Mümkün mü böyle bir şey?

—Ertuğrul Erdoğan röportajı, Nisan 2020


Peki, Jaka Klobucar veya Lazeric Jones tercihlerinde hatalı olduğunuzu düşünüyor musunuz?

Bilhassa Jaka buradaki baskıyı kaldıramadı. Ama bu bahsi geçen oyuncular, hiçbir zaman ilk tercihlerimiz arasında yer almadılar ki… Biz geçen sezon başında Mantas Kalnietis’le anlaştık. Hatta Saras’la olan ilişkimi kullanıp oyuncuyu ikna yoluna gittim. Galatasaray’ın eski bir oyuncusu bozdu transferi. “Manyak mısın, oraya gidilir mi? Para ödenmiyor, bir sürü problem var” dedi ve başka takıma gitti adam. Chasson Randle, Jerian Grant, Corey Walden, Derrick Walton Jr, Alex Perez… Bu oyuncuların hepsiyle imza aşamasına geldik. Perez transferi bitmişti, adam Los Angeles’ta yaşıyor. Deprem oldu LA’de. “Ay pardon” durumunu yaşadık. Bir gün geçti, gönderilmiş kontrata formaliteden imza atacak adam, Leo Westermann Fenerbahçe’ye gidince domino etkisiyle Zalgiris’in yolunu tuttu. Saras da vicdan azabından beni arayıp yine “Kalnietis’i arayayım mı?” falan diyor. “Aman” dedim Saras. “Sen girme…”

Tekrar konuştuk Kalnietis’le, biz teklif ettik 300 bin dolar; ki o bile çok zorlayacaktı bizi, Kuban 450 bin euro’ya çıktı ve aldı. Bakın burada oyuncuyu bulmak, transfer girişiminde bulunmak yetmiyor, istisnai bir durumu vardı Galatasaray’ın. Birincisi, iki menajer dışında hiçbir menajer bu kulüple çalışmak istemedi. Biz ilk sezonun sonunda Nigel Hayes’in profilini yükseltip EuroLeague oyuncusu olmasını kullanarak, saygınlığımızı yukarı çekmeye çalışıyoruz. Harrison, Zach Auguste; bir gün EuroLeague yaptıklarında repütasyonumuz daha da yukarıya çıkacak.

Böyle bu işler çünkü biz NBA ile EuroLeague arasında sıkışmış ABD’li oyunculara oynuyoruz. Ben de isterim Türk oyuncu portföyümüzü genişletmek, temel oyun bilgisi yüksek
Avrupalı oyuncuları kadroya almak ama maddi imkânlarımız yeterli değil. En azından 2020’ye kadar değildi. Taksitlere bölünmüş halde, iki yılda 5,5 milyon dolarlık bir borç ödeme yapıldı ki bu bizim bütçemizden daha fazla. Galatasaray Basketbol Takımı’nın 10 Ekim 2019 tarihi itibarıyla bir oyuncuya, menajere ya da başka birine borcu kalmamıştır. Bunu temize çekmeye çalıştık biz, davaları kapattık. Buraya gelirken ödemelerde gecikmeler olacağını biliyordum, bize gelme ihtimali olan her oyuncuya da bunu söyledim. Dürüst olmaya çalıştık, hayal satmadık kimseye. Galatasaray yönetimi gerçekten çaba sarf ediyor. Erol Özmandıracı, Ömer Cansever, Ömer Yalçınkaya… Herkesin büyük emeği söz konusu bu konuda. Şimdi sırada, bir sonraki seviyeye geçmek var.

—20 yıl önce, yine Galatasaray eşofmanlarıyla…


Nedir bir sonraki seviye?

Galatasaray’ın bir kalesi yok. Antrenman, ofis, salon, altyapı; bunlar koordinasyon içinde olmazsa kontrol mekanizması yaratamazsınız. Ofis çalışmasına inanan bir antrenörüm ben, bir kültür yaratmak istiyorum. Ben BGL maçlarına, yıldız takıma gitmeyi, oradan haberdar olmayı sorumluluğumun parçası olarak görüyorum. BGL izlerken, “Seneye takıma alabilir miyim birini?” diye değil… “Acaba yazın antrenmanda bizle birlikte olabilecek seviyede mi?” diye bakıyorum. Düşün Galatasaray altyapısının halini… Hele ki şu şartlarda, bu kulüp kendi özkaynağını kullanmadan nasıl ilerleyebilir?

Burada Ömer Uğurata’ya da bir parantez açmam lazım. Bizim sistemi oynamak, oyunculara öğretmek gerçekten kolay değil. Geçen yıl 150 küsur aksiyonumuz, kodumuz vardı. Rolü çok büyük. Çok hiperaktif. Hatta öyle ki artık en sonunda antrenmanları ona bıraktım. Hayatımda ilk kez… Birbirimizi de iyi tamamladığımızı düşünüyorum; o biraz benim ‘darkside’ım gibi. Ben naifim, onun aklı hinliğe çalışıyor. Mühendis olduğu için de IQ’su daha yüksek bana göre, benim EQ’um daha önde olabilir belki…

En nihayetinde, benim aklımda olan sorular şu minvalde: Bu işi bıraktığımda, bir figür olarak insanların kafasında yer edebilecek miyim? Yani, bir kültür yaratmış olacak mıyım yoksa birkaç kupaya sahip bir antrenör olarak mı bitireceğim kariyerimi? Mesela geçen güzel bir söz gördüm, Nuri Bilge Ceylan’a aitmiş. “Bizim halk zayıflığı sevmiyor. Bir ortamda mütevazı olmaya kalkarsanız saygı hemen azalmaya başlar, hissedersiniz bunu” diye. Çok doğru. Ama ben hayatı paylaştıkça keyif alan bir insanım… Olmadığım bir kalıba giremem.

Her şey bitiyor. Basketbol da bir gün bitecek.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler