“Her şeyden umut kesilince, yeni bir dünya kurmak mümkündü.”
Ruhun Ölümü, Jean-Paul Sartre
1996 çalkantılı bir yıldı. Geçenlerde bilim insanları tarafından tarihin en kötü yılı seçilen 536 kadar olmasa da… Susurluk kazası, insan hakları ihlalleri, Metin Göktepe’nin öldürülmesi, siyasi belirsizlikler, Sabancı suikasti, terör saldırıları, uçak kazaları, Charles ve Diana’nın boşanması, Internet Explorer 3’ün çıkması, Garry Kasparov’un Deep Blue’dan rövanşı alması, Bill Clinton’ın yeniden ABD başkanı seçilmesi gibi olaylar derken çok sakin bir sene değildi. Efes’in Koraç Kupası zaferi ve futbolda Euro 96’ya katılımın yanı sıra Hamza Yerlikaya, Halil Mutlu, Mahmut Demir ve Naim Süleymanoğlu’nun olimpiyat altınlarıyla beraber Türk sporunda parlak bir yıldı. Türkiye, Atlanta’da üç branşta altı madalya almıştı. Katılım yüksek değildi ama altınlar spor birikimi kuraklığını kamufle ediyordu.
O sene Atlanta’da zirveye çıkan iki isim daha benim için özeldi. Biri efsane koşu stiliyle 200-400 metre dublesi yapan Michael Johnson, diğeri de kadınlarda aynı başarıyı tekrarlayan Gazel lakaplı Marie-Jose Perec’ti. Başarısı, karizması ve zarif stiliyle Perec, Fransa’da müthiş bir üne ulaşmıştı. Fransa, ülke olarak da 1920 Antwerp’ten o güne dek ilk defa toplamda 30 madalyanın üzerine çıkmıştı. Ve 37 madalyadan 20’si INSEP (Ulusal Spor ve Beden Terbiyesi Enstitüsü) adlı akademiden yetişen sporcular tarafından kazanılmıştı. Perec de onlardan biriydi. Guadalup’ta büyüyen Perec, lisede atletizm antrenörlerinin dikkatini çekmişti. Uzun boyu ve uzun bacaklarıyla 400 metre için biçilmiş kaftandı. 17 yaşında INSEP’te eğitim almaya başlamış, önceleri ortama alışamamıştı. Zira okul, 19. yüzyıldan kalma ordu binalarında eğitim veriyordu ve Paris onun için çok karmaşıktı. Ancak 1980’lerin sonunda tekrar INSEP’e döndü ve yükselişi başladı. 1991 Dünya Şampiyonluğu’nu 1992 olimpiyat altını ve 1996’daki tarihi başarı izledi.
Fransız halkı Amerikalılardan yaklaşık dört kat daha fazla doymuş yağ içerikli yiyecekle beslenmesine ve yoğun sigara tüketmesine rağmen, kalp hastalığı sebepli ölüm oranlarından ve obezite seviyesinden ABD toplumuna göre üç kat daha az muzdariptir. Bu sıradışı duruma ‘Fransız Paradoksu’ denir. Bunun sebeplerinden biri olarak içtikleri yüksek kalite, antioksidanlı kırmızı şaraplar sunulur. Diğer bir sebep olarak da küçük porsiyonlar hâlinde ve daha rafine ürünlerden yemeleri gösterilir. Yani niceliğe ulaşırken nitelikten vazgeçmiyorlar. Modadan sanata kadar uzanan bu anlayışın spordaki karşılığı ise INSEP. Kökleri 19. yüzyıla uzanan enstitü, olimpik sporların eğitimlerinin verildiği, Paris’te 28 hektara yayılan devasa bir mektep. 1960 Roma’da elde edilen başarısızlık üzerine yapılan çalışmalarla 1975 yılında asıl açılışını yapan bir şampiyonlar fabrikası. En değerli tarafları da Fransa’nın 22 bölgesine yayılmış bir ağ ile yetenekli sporcu adaylarını yetiştirmeleri ve onları okul entegrasyonu ile bir sporcudan fazlası hâline getirmeleri. Örneğin 2008’de bronz alan jimnastikçi Benoit Caranobe şimdilerde bir önolog olarak çalışıyor.
Sportif alanda ise Laura Flessel’den Teddy Riner’e, Alain Mimoun’dan Jimmy Vicaut’ya kadar yaklaşık 700 büyük şampiyon yetiştirmiş bir spor sistemi. Farkı ise emek, sabır gibi kavramları şiar edinen, kısa yollardan kaçınan bir yapı kurulmuş olması. Üstelik teknolojik gelişmeleri yakından takip edip bunu enstitüye taşıyan bir vizyon söz konusu. Ayrıca sadece sporcu değil, o sporcuları yetiştirecek antrenörleri de eğitiyorlar. Evet, son Dünya Kupası’nda tartışıldığı gibi göçmen nüfusun bu başarılarda katkısı var. Evet dünyanın farklı yerlerinde farklı sosyo-ekonomik gerçeklikler var. Ancak bu ikircikli konuyu merak ediyorsanız size Daron Acemoğlu ve James Robinson’ın Ulusların Düşüşü kitabını öneriyorum. Ya da yine bizde yasaklı olan Wikipedia’ya VPN ile girip INSEP maddesine bakabilirsiniz. Veya görsellik istiyorsanız YouTube’a girip 1990’ların sonunda INSEP’te beraber oynayan Boris Diaw ve Tony Parker’ın yan yana oldukları videoya bakabilirsiniz. En azından ben öyle yaptım. Ve ne güzel bir tesadüf ki o hâllerine yeniden göz attığım gün TRT Arşiv’de İTÜ Spor Kulübü efsanesi rahmetli Hüseyin Alp ile yapılan röportaja denk geldim.
Eski kaydı izlerken Gümüşsuyu’ndaki tarihi salona rastladım. Gençlik yıllarımın geçtiği o parkeyi görmek bende buruk bir heyecan yarattı. Altyapıda o salona çıkarken bizden önceki o mirasa büyük bir aidiyet hissederdik. İmkânlar kısıtlıydı ama o parkeden Yalçın Granit, Hüseyin Alp, Kemal Erdenay, Necati Güler, Harun Erdenay gibi efsanelerin geçtiği bize öğretilmişti. İTÜ’de yetişmenin kıymeti bambaşkaydı. O salonla eskiye dönmüşken kasedi biraz daha geriye sardım, 1990’lı yıllarda Adana’da gençler yarı finaline çıkmadan Necati Güler’in otelde yaptığı konuşmayı anımsadım. O konuşmadan sonra kaybetmemize imkân yoktu. Kaybetmedik de. Daha da mühimi, unutulmayacak hatıralar edindik; kültürün, dostlukların yanında…
Sonra Parker ve Diaw adına INSEP tesislerinde açılan yeni salonun haberini gördüm. Orada eğitim alacakları düşündüm. Bir de 2016 Rio’da Türkiye’nin 101 sporcuyla 4 dalda, Fransa’nın ise 395 sporcuyla 14 spor dalında madalya aldığını not ettim. Aldıkları 42 madalyadan 21’i INSEP mezunları tarafından elde edilmişti. Bir haberim daha var. Perec, 2024 Paris komitesinde çalışıyor. Ayrıca INSEP’teki gençlere rehberlik yapıyor. O da bu geleneği farklı bir nesle taşıyanlardan… 2018’in son sayısı, geçmişin iyi yanlarını geleceğe taşıyanlar, başaramayıp yere düştüğünde doğru köklere tutunanlar, onları bulamadığında yeni kökler yaratanlar için…