Çok fotoğrafçı dövmüş, çok muhabir terslemişsiniz. Gazeteciler çok korkarmış sizden…
Geçen Söz (Ar), Ercan’a (Karakaş) “Baba, sen de benim gibi teyzemden korkuyor musun?” diye sormuş. Ercan da “Yavrum, teyzenden korkmayan mı var?” demiş. Üniversiteyi bitirdi hâlâ tırsıyor! Geçen gün çok güldüm, Milliyet gazetesinden bir şey sormak için beni arayacaklar, kura çekmişler.
Ben bu röportajı çok hevesle almıştım, korkmalı mıyım?
Bazen “Bilmem ne dergisi için ağda hakkındaki fikrinizi öğrenmek istiyoruz” diyorlar. Ben de “Lazer kullandım bitti, artık bende kıl yok” diyorum. Öyle konularda konuşmuyorum. Ama siz ciddi yersiniz, magazin yok, sizleri dövmüyorum. Hem arada Uğur (Vardan) var, korkma.
O zaman en geriden başlıyorum. Çocukluğunuzda bir yandan sokağa çıkıp dans ediyorsunuz, diğer yandan erkek çocuklarla çıkıp futbol oynuyorsunuz. Alışılagelmişin dışında bir sentez değil mi?
‘5 şarkı 25 kuruş’çular vardı, bizim Roman vatandaşlar. Onlarla göbek atıyordum. Bir yandan da futbol oynuyordum, evet. Çok özgür bir yapının içinde yetiştik. Dedem hâkim, anneannem belediye ebesi. Aydın bir aile, anaerkil bir düzen. Anneannemler Erzincanlı, alevi; sonsuz bir hoşgörü ortamı, dolayısıyla aynı şeyi biz de yaşadık. Neyi yapma dedilerse onu yapan bir tiptim. Hiç laf dinlemeyen, hiperaktif… Elektrik direklerinin tepesine tırmanıyordum. Tabii bunda babasız olmanın da payı var. Annem tiyatroda çalıştığı için bize bakan birileri oldu hep. Bizse laf dinlemeden, başımıza buyruk yaşadık, sokaklarda büyüdük. Erkek çocuğu muyuz, kız çocuğu mu, hiç onun ayrımında olmadan… Onun için arsada futbol maçı yapmak da serbestti.
Takım arkadaşlarımın hepsi benden yaşça büyüklerdi ama baş edemedikleri için oyuna giriyordum. Önce kibarlıkla “Git, sen kızsın” falan dediler ama sonra yıldılar. Çok büyük bir arsada sürekli maç yapardık. Hafta sonları bayağı seyircimiz olurdu. İyi bir oyuncuydum bakma, çok zayıf ve ataktım! Ta ki bütün sağ ayak parmaklarım kırılıncaya kadar. Tam gol atacakken, bir önceki maçta dizine tekme attığım bir abinin intikamına rast geldim… Mahsus vurdu. Annem kendimize zarar verecek bir şey yaptığımızda bağırıp çağırmaz, direkt döverdi. Dolayısıyla ben bu kırık parmaklarla eve geldiğimde önce bir güzel dayak yedim, sonra Balat’ta bir hastanede tırnaklarımı çektiler. Futbol hayatım böylelikle bitmiş oldu. Belki de Türkiye’nin futbol tarihine adını yazacak çok iyi bir oyuncu yerine sinema oyuncusu oldum. O da oyuncu, bu da oyuncu, fark etmez.
Karagümrük’ün maçlarına gidiyordum. O dönem Atikali, Fatih, Çarşamba çok hoş yerlerdi. Çok zenginlik var çocukluğumdan oraya ait. Komşuluklar, mahalleler, insan ilişkileri… Ben şort ile futbol sahasında dolaştığım vakit “Kazık kadar kız oldun, artık evine git” falan diyen olmadı hiç. Değerler sonradan değişti.
Üç yaşında gümüş rengi soba boyasını bütün vücudunuza sürüp komaya giriyorsunuz. Açıklamanız, “Yıldız gibi parlamak istedim.” Sezen Aksu da çocukken sürekli cama çıkıp şarkı söylediğini anlatır. Starlık, şöhret, adını ne koyarsak; biraz da insanın doğasından gelen bir şey midir?
Psikolojik boyutu bana sorarsan çok derin. İçgüdüsel. Tabii her insanda beğenilme arzusu var ama şimdi kendi çocukluğuma baktığımda sahnede parlak bir anne var, baba yok, anneyle eşliyor insan kendini. Benim kendimi bildim bileli annem akşamları tiyatroya giderdi. Gözümdeki ilk resimler o. Bir de annesi babası ayrı her çocuk, kendi istenmediği için ebeveynlerinin ayrıldığını düşünür. Kendini suçlar. Oradan yırtmaya çalışıp sevilen biri olmak ister. O zaten mezara kadar sürse çatlarsın. Şükür ki bir yaşta bitiyor, “Aman, ister beğenin ister beğenmeyin!” diyor ve çok rahatlıyorsun. Ben şimdi o noktadayım.
Sekiz yaşındayken erkek çocuk rolü için saçlarınız kesiliyor. Bu çok dramatik bir anı değil mi?
Çok ağladım, hüngür hüngür. Fakat sonra iki buçuk lira verdiler, saçımı falan unuttum. Bugünün 25 lirası gibi düşünebiliriz. O paraya ben bir kese yaptım. Kendim oturdum diktim onu, sakladım ve biriktirmeye başladım. Buna şaşırıyorum; çünkü annem dünyanın en müsrif insanlarından biriydi. Feci bir şey yani, anlatılamaz kelimelerle. 100 bin lirayı ver, buradan Sarıyer’e gidene kadar harcar ve döner. (Sarıyer’e on dakika mesafedeyiz.)
Kitaplara çok harcadığı doğru mu? Karamazov Kardeşler’i okumanız için yaptıkları…
Bir gün yiyecek para yok, annem gitmiş Dede Korkut Masalları’nı almış cilt hâlinde. “Bunları okumayan, hayat yolunu buradan geçirmeyen, hiçbir bok olamaz” derdi. Karamazov Kardeşler’i okumam için kravatla su saatine bağladı beni, “60 sayfa okunmadan buradan kalkılmayacak” dedi. Neredeyse elinde kamçıyla kitap okuturdu, mecburduk. Okutturduğu gibi bir de “Bundan ne anladın?” diye imtihana çekerdi, “Bu neyi temsil ediyor?” diye sorardı. Dede Korkut Masalları, oyuncu olmamı çok etkilemiştir. Oradaki kahramanlar, o mistisizm… Binbir Gece Masalları örneğin, bunlar başka dünyalarda var olma isteğimi çok kamçılamış. Oyunculuk da odur zaten.
Babanızla yıllar sonra ilk görüşmenizde “Kızım kaydını Hacettepe’ye yaptır, ben tüm masrafları karşılayacağım. Yeter ki annenin mesleğini bırak” sözü sizi ondan anında uzaklaştırıyor. Oyunculuktaki kariyerinizin gidişatında bu olayın etkisinden de bahsedebilir miyiz?
Ben tiyatroyu zaten çok seviyordum. Tiyatroda seyircinin bol olduğu bir dönemdi, Üç Maymun Kabare’de çok iyi oyunlarda oynadık biz, Aziz Nesin’in oyunlarında… 200 lira yurt parası için gidemedim Hacettepe’ye. Annem bize “Hayata tek başınıza ve sıkı sıkı sarılın” derdi, babama da yardım istemek için gitmedim, kendi çağırmıştı. O davetle ilişkilerin düzelebileceğini zannediyorken onun annemi aşağılayıcı tavrı bağların güçlenemeden tekrar kopmasına neden oldu. “Kızım, bu annenizin tiyatro sevdası hepimizin hayatını mahvetti” demesi canımı çok sıktı.
Turnelerde en rahatsız otellerde, hatta ekipçe genelevde kaldığınız bile olmuş; böyle bir çocukluk… Ardından tiyatro, mankenlik, sinema, şarkıcılık, sınırsız şan, şöhret… İffet, Vasfiye, Fahriye, Asiye… Müjde’nin hikâyesi belki onlardan bile daha ‘film’ değil mi? Neden böyle bir film izlemeyelim? Ya da Aysel?
Ben iki yıl çalışıp bir senaryo yazdım; “Nasıl Geçti Habersiz?” isminde. Burada hem kendi çocukluğum hem annem var. Biraz değiştirdim tabii karakterleri. Biz iki kızdık; ben onu bir kız, bir erkek yaptım. Annemin Teoman Alpay’la olan aşkı, bizim bütün çocukluğumuz ve işte hayatı bütün süzgeçlerinden süzmüş, hayatın süzgecinden geçmiş, ölüme doğru giden bir yolculuk var. Annemin ölümü var hastanede, o da trajikomik bir şeydi. Yani normal bir insan ölüyor başka, Aysel ölüyor başka. Ama ‘çocukluğumla ilgili bir film bırakma’ gibi bir egoyla yola çıkmadım. Orada ben bir şey anlatmaya çalıştım; 75 yaşına gelmiş bir kadının ağzından, bütün bize değer diye yutturulan şeylerin altının ne kadar boş olduğunu göstermek istedim. Çok içime sindi aslında ama bunun ticari şansı bilmiyorum ne derece olur. Bu piyasa koşullarında zor.
Çok güvendiğim bir firmaya verdim, bazı değişiklikler istediler. Onları yapabilirim, anlıyorum da ama film kendisi olmaktan çıkıyor o zaman. Keza benim de çok sevdiğim bir yönetmen çekmek istedi. Ama şöyle bir öneriyle geldi: “Bu daha Aysel filmi olsun, hatta kadının adı Aysel olsun.” Birebir hikâyeler her zaman çok tehlikelidir ve beklenti farklıdır. Benim annem, kendi yarattığı ‘Deli Aysel’ değildi ki! Bu da ‘Deli Aysel’in ne kadar akıllı olduğunun hikâyesi. Günün birinde bu hâliyle cesaret edip çekmek isteyen biri olursa vereceğim. Annemin yaşlılığını da ben oynayacaktım hatta, makyajla bir 15 yaş ekleyip… Çünkü üstünde epey uğraştım, şablona uygun gibi görünen bir değişiklikteki her adım hikâyenin ruhundan yiyor, dramaturji açısından. Böyle güzel. Günün birinde, millet bu abidik gubidik olaylardan sıkılırsa gerçek sinemaya döner.
Kariyerinizin ilk yarısında biraz daha dönemin rutinine uygun filmler var. Bu dönemde Ertem Eğilmez size, “Bu filmlerde bile oynarken ‘İşte Hollywood kapıları bana açılıyor’ diye oynayacaksın” demiş. Bundan etkilendiniz mi?
Çok etkilendim. Senede 12 -13 tane film çekiyordum. İstemediğim filmler… İstemediğim derken, senaryoları zayıf falan… Dedi ki bana; “Oyuncu ahlakı diye bir şey vardır ve ben senden bir şey olacağını, gözündeki o parıltıyı gördüğüm için uğraşıyorum.” Hiç unutmadım, “Eğer yaptığın işi aşağılarsan hiçbir şey öğrenemezsin hayatta” da demişti. Ben o disiplini annemden de görmüştüm, açbiilaç tiyatrolara gidişi; evde tencere kaynamıyor, kalkıyor, yürüyerek ta tiyatrosuna gidiyor.
Sonra Ah Güzel İstanbul’la ikinci dönem başlıyor. Türkân Şoray Kanunları’nı tarihe gömen bir film, ona “Sen cesaret etmeseydin biz de edemezdik. Biz de seninle gördük bir şeyin ucuzlatmadan, bayağılaşmadan olabileceğini” dedirten… Ardından kadın hareketiyle özdeşleşmeniz… Nasıl gelişti bu dönüşüm? Ne kadar tercih, ne kadar tesadüf?
O ara şöyle bir şansım oldu; ben sahneye çıkıp para kazanmaya başladım. Sinemadan kazancım sıfırken birdenbire başka bir ekmek kapısı açıldı ve daha seçici olma şansım oldu. Kadın hareketini tabii ki ben tek başıma başlatmadım. Duygu Asena çok iyi bir yazı yazdı. O seksenli yıllardaki feminizm hareketi, toplumda da böyle bir birikim vardı ki bu dalgalanma oldu. Hepsi birbiriyle örtüştü. O dönemde ben yıldızdım. Ailemden aldığım bilinç de benimleydi. Herhâlde bir farkındalık yarattım duruşumla. O filmler bana durup dururken “Gel, sen sokaktan geçiyorsun” diye önerilmedi, ben de gidip tek başıma “Hadi gideyim feminist filmlerde oynayayım” demedim. Atıf Yılmaz, Şerif Gören, Ömer Kavur, Yavuz Turgul gibi yönetmenlerle çalıştım. O filmler bana, duruşuma karşılık önerildi diye düşünüyorum. Hem o dönemki toplumsal dinamizmle hem de benimle örtüşen filmlerdi.
Filmlerinizde topluma ışığı tutulan bilinç, sizde hep vardı. Peki bu filmlerle üstlendiğiniz misyonla birlikte değişime, gelişime uğradı mı hiç? Örneğin tam o dönemde kürtajla ilgili yaptığınız açıklama nedeniyle ifade vermek zorunda kalıyorsunuz…
Sana çocukluğumu anlattım. Böyle bir çocuk, kadının bu kadar baskıya uğradığı bir toplumda “Aman kenara çekileyim, sadece filmimi yapayım” ile sınırlandıramaz kendini. Bu iki taraflı bir ilişki; gayet tabii insanın kendi gelişimi yaptığı işlere, yaptığı işler de kendi gelişimine etki ediyor… Sana az önce senaryomu da gösterdim, bunu 30 yaşındayken başka türlü yazardım. Bugün hayata bakışım aynı değil ki… Sinemanın en büyük kazancı, biraz önce belirttiğim gibi başka hayatlarda varolmak. Bir kere seni zaten geniş bir dünyaya itiyor; daha araştırmacı oluyorsun, psikolojiden, sosyolojiden anlamak istiyorsun. Dine bakıyorsun, kadının dinin içindeki yerine bakıyorsun. Dolayısıyla, o filmleri şimdi yapsam belki başka bir bakış açısı girerdi işin içine. Daha müdahil olurdum belki senaryolara.
Hayat çok farklı anlamlar getiriyor sana, çok değişiyorsun. Şu an olabildiğince özgür bir ülkede yaşıyor olsam, yapacağım film senin söylediğin şaşırtmacaların çok üstünde olur. Annemin bir lafı vardır; “Etrafa sıçtı, süpürgeye saçtı” derdi bir şeyleri anlatmak için. Böyle bir noktaya geliyorsun. Bir yandan kendi donanımın, birikimin, iç huzurun, iyi bir evliliğinin olması, iyi bir çocuk yetiştirmiş olmak; bütün bunlar “Tamam da banane?” dedirtiyor sana. Ama toplumun genel hâline baktığında yastığa başını koyup rahat uyuyabiliyor musun? Hayır, ben uyuyamıyorum. Her gece yirmi kere yatağımdan fırlıyorum.
Sinema, gerçekten çok güçlü. Fakat bütün iktidarlar, tüm sanat kurumlarını tu kaka hâline getirmek için ellerinden geleni yaptılar. Sinemanın mevcut durumuna baktığımızda da başardılar sanırım. Ben para kazanan insanlardan hoşnutum, kazansınlar, bir filmin bütün emekçileri para kazanıyor. Ama ortada sinema falan kalmadı, iki-üç yönetmen dışında. Annem ölmeden birkaç gün önce “Ben bu insanlığın büyük bir kısmını sevmedim” dedi, “Çok vahşi, eğitemedi insanlık kendini” diye ekledi. Ona katılıyorum.
Geçtiğimiz ay G-Zone‘a verdiğiniz röportajda en sevdiğiniz filminizin Teyzem olduğunu söylemişsiniz. Sonrasında hangi filmler gelir?
Teyzem’den sonra Adı Vasfiye gelir. Çok severim oradaki karakteri. Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’ı da çok severim. Atıf Yılmaz’ın bir lafı vardı, “Kızım on kişi seyretmiş, yirmi kişi, bir milyon kişi; ticari başarıyı boşver. İnsan sadece yaptığı iyi işlerle ayakta kalır. Onlar kalır film olarak.” Ağır Roman’ı da severim ben çok, Fahriye Abla, Dul Bir Kadın… Yolcu özellikle çok sevdiğim bir filmdir, bir savaşın insanları ne hâle getirdiğini çok iyi anlatır. Aslında “hepsi benim çocuğum gibi” klişesi gerçek, ‘Ayı Kız’ı oynadığım filmi bile severek seyrediyorum. Ama dediğim gibi, geldiğin noktada keşke diyorsun sinema bilinci daha gelişmiş bir seyirci ortamı olsa da başka başka filmler yapabilsek. Bende bir sürü proje var gördüğün gibi. Orada ama bunları yapımcıya götürsen kafana atar. Bana sorarsan sinema öyle hikâyelerde var.
Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’da Esnafspor Teknik Direktörü Hacı’ya aşık kadını oynuyorsunuz. Daha az film çekmeye, daha seçici olmaya başladığınız dönemde rol aldığınız bir film… Bu filmin filmografinizdeki yeri ve önemi nedir sizce?
Ben bir kere Serdar’ı (Akar) çok beğeniyorum, yönetmen olarak. İkincisi de senaryoyu bana gönderdiğinde çok beğendim. “Rol küçük ama…” dedi, “Rolün küçüğü büyüğü olmaz, oynayacağım ben” dedim. Bence çok iyi bir filmdir. Hayatın her alanına, her sosyolojik ortamına adapte edebileceğin bir hikaye. Zaten Serdar’ın gençliği ve çocukluğundan besleniyor. O insanların başarıya olan açlıkları, sıkışmışlıkları, yaşanamamış aşklar, o futbolcuların dünyası, takım ruhu ve moral bozukluklarıyla çok sosyolojik bir boyutu var filmin. Hacı’nın (Savaş Dinçel) Ermeni kimliğini açık etmemesi, korkular… Özal Türkiyesi o dönem. Dedim ya; her şey var, Türkiye’nin şu anki durumuna da benziyor, aynı duygular.
Uzun süre tuttuğunuz takımı gizlemişsiniz…
Takımım devamlı değişti de ondan!
Neden?
Evde kavga çıktığı için. Benim için çok önemli değil, zaten çok ilgim yok. Söz, Beşiktaş Koleji’ne gitti, “Beşiktaşlı olacaksın” dedi, “Peki” dedim. Sonra Ercan onu Fenerbahçeli yaptı, bana “Sen de Fenerli ol” dediler, yine “Peki” dedim. Çocukken Galatasaray ve Karagümrük’ü tutuyordum. Oynanan toptan çok işin dedikodusunun, mahkemelerin, suçlamaların artması ilgimi iyice kaybetmeme neden oldu.
1990 Dünya Kupası Finali’ni yerinde izlemişsiniz. Onun tadını çıkarabildiniz mi?
Çok güzeldi. Spor yazarı arkadaşım Erdoğan Şenay ile turnuvanın genelini televizyondan seyrettik. Altlı üstlü oturuyorduk. O bizi ailece finale davet etti. Maradona’nın ağladığı maçtı. Her şey o kadar etkileyiciydi ki… Müthiş bir stadyum, büyük güvenlik önlemleri, tepede helikopterler…
O maçta kimi desteklediniz?
Tabii ki Maradona’yı. O bir ilahtı, başka kimi destekleyebiliriz ki? Kaybedince onunla beraber biz de ağladık.
Futbol ve bastırılmış cinsellik arasında bir ilişkiden söz edilebilir mi? Kullanılan eril dili de buna dâhil etmeden geçemeyiz. Hatta Baldız’da da bu dilin kullanıldığını görürüz, radyodaki maç anlatımı sahnesinde…
Bu tamamen erkek dünyasına ait bir terbiyesizlik bana sorarsan. Eril dil falan değil, bildiğimiz terbiyesiz bir dil bu. Kadınların bence futbola uzak durmasının temel sebeplerinden biri de bu dil. Evde eşimle birlikte maç seyrederken en ufak bir gerginlikte rahatsız olup maçı bırakırım. Orada bir horozlanma var ya futbolcusu ve seyircisiyle…“Burası az gelişmiş bir toplum” desen, aynısı İngiltere’de de oluyor. Birbirlerini öldürüyorlar,sanki savaşa gider gibi gidiyorlar maçlara. Üstelik başka duyguları körüklüyor. Çünkü orada zaten ötekileştirme var; ‘karşı takım.’ Bu, kontrol edilemeyince düşman hâline dönüşüyor. Ve erkek dünyası buna daha yatkın. Her insan ayrı bir geçmişten geliyor ama orada toplumsal bir psikoloji söz konusu. Mutlaka bastırılmış duygular var ama bu kadar terbiyesizleşmek, hangi noktada hangi çıta atlanıyor da oluyor, doğrusu onu anlayamıyorum. Belki bu toplumda erkek olmanın ağır yükü var diyelim. Onu her yerde ifade edemiyor, tribünde o ortamı buluyor. Belki böyle bir sebebi var.
2002 yılında Sezen Aksu’yla birlikte Nevruz kutlamaları için Güneydoğu’ya gitmiştiniz. Bugün gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
İyi ki gitmişiz. Bugün gidemeyiz. Gelinen noktayı tam bir kafa karışıklığı, politikasızlık siyaseti olarak görüyorum. Tamamen kişisel hırslar yüzünden bir Nevruz kutlamasını bile otuz sene öncesine taşımak… Bu ne akla sığıyor ne mantığa; bu sadece siyasetçinin küçük dünyasında karşılık bulabilecek bir şey. Sezen o gün gönüllü olarak geldi, benim ve Ercan’ın isteğiyle. O konser yapılmasın diye birçok şey yaşandı, çok ayak diredik biz. Kadınlar çamurların içinden geçti, o alana ulaşabilmek için. Sezen’in otobüsünü sokmak istemediler, dedi ki: “Gerekirse ben de yürürüm o çamurda.” Sonra valiyle konuştuk, ikna oldu. Yağmurun altında Sezen sucuk gibi ıslanıp bitirdi konseri. Şimdi o noktadan bu noktaya geri dönmek tamamen basiretsizlik. Akıl alır gibi değil. Nevruz’u yasaklıyorsun da ne oluyor yani? Ortam mı sakinleşiyor? İnsanlar farklı mı düşünüyorlar? Ben tam tersi, ortamın daha da kızışması için bu engellerin kasten konduğunu düşünüyorum.
1972 yılında Buckingham Sarayı’nın önünde gördüğünüz bir manzara var. İnsanlar Kraliçe’ye yönelik ağır sözlerle yürüyor ve polis durup izliyor. Bu sahnenin aklınıza geldiği oluyor mu?
Her dakika. Benim yaşım bir yere gidip yerleşmek için artık geç, bütün bağlarım burada ama ne kadar geriye gittiğimizi görmek için artık gözlerini çok da açman gerekmiyor. Şimdi “12 Eylül faşizmine mi dönüyoruz?” gibi karşılaştırmalar yapılıyor, bence o karşılaştırma da yanlış. Orada askeri bir darbe oldu ve belliydi neyin ne olduğu. Burada, yarın başımıza ne geleceği belli değil. Her anlamda. Yaratılmaya çalışılan görüntü 12 Eylül sonrası falan değil, daha vahim bir senaryo yazılıyor.
Kadın cinayetleri, taciz, tecavüz, yetersiz cezalar, hafifletmeler… Hep erkeğin haklı görüldüğü bir kamuoyu… Türkiye’de kadın imgesinin değişiminde rol sahibi biri olarak siz ne düşünüyorsunuz?
Erkek egemen toplumlarda, kadın sürekli erkekler tarafından tarif edilir. Çalışıp çalışmayacağı, kaç çocuk doğuracağı, günahlarının ne olduğu, nasıl giyineceği gibi bütün bu baskılarda din kullanılır. Erkek, erkek, erkek ve de erkek, illaki erkek… Buradan ne çıkacağı belli.
Kısa Kısa…
Müjdat Gezen, Savaş Dinçel, Münir Özkul, Suna Selen
Çocukluğumun en ışıltılı günleri onlarla beraber geçti. Bizim evin parçasıydılar. Her anlamda hayran olduğum insanlar…
Tarık Akan, Kadir İnanır, Cüneyt Arkın
Onları artık yakın akrabam gibi görüyorum. Cüneyt ile çok fazla çalışmadık ama birbirimizi çok severiz. O dönemki imajının aksine çok sakin bir insandı. Tarık ve Kadir’le daha çok çalıştık. Bazıları gibi sette kadın oyunculara asla kaba davranmazlar. Gerçek sinema insanıdır onlar, sinema için öl de ölürler.En başta da söylediğim gibi, sadece sabırlı ol.
Kemal Sunal
Çok yakındık. Komser Şekspir’de beraber oynayacaktık, o daha sonra Balalayka’da oynamak istedi. Oraya giderken de aramızdan ayrıldı biliyorsun. Çok disiplinli, sinemaya aşık bir oyuncuydu. O filmlerde yarattığı karakteri hasbelkader oluşmuş gibi düşünebilir insanlar ama Kemal birikimiyle yarattı onu. Senaryodan da çok iyi anlardı. Çok iyi bir aile babasıydı, hayatında bir tek kadını sevdi, karısı Gül’ü. Prototip ‘star’ kalıbına hiç uymayan biriydi. Az konuşurdu ama taşı gediğine oturturdu.
Mustafa Alabora
Ona aşıktım ben. Tabii ben on yaşındaydım, Mustafa yirmi. Kafamı böyle bıdı bıdı severdi. Çok sağlam bir insan, çizgisinden hiç ödün vermedi. Zaten o çizgisini bozmamış insanlar olmasa, -eşimi de dâhil ediyorum- siyasette de, sinemada da, kültür sanat dünyasında da, iş alanında da bu ülke çöker. Ne mutlu ki dik duran insanlar var. Ben korkunun da, korkutulmanın da bir yere kadar işleyeceğini düşünüyorum.
Nur Sürer, Zuhal Olcay, Selma Güneri
Nur Sürer’in ikizim olduğunu düşünüyorum. Zaten aynı gün, aynı sene doğmuşuz. Onu kendimden daha iyi bir oyuncu olarak görürüm, dünya sinemasında yer edinecek bir oyuncudur. Zuhal Olcay da öyle. Aramızda çok yaş yok ama ben hep Selma Güneri olmak isterdim. Genç kızken izlediğim filmlerinden çok etkilenmiştim. Ama o da bıraktı sinemayı.
Atıf Yılmaz, Ertem Eğilmez, Ömer Kavur
Bazen düşünüyorum; arada mezarlarından çıkmalarını, onlara bazı şeyler sormayı o kadar isterdim ki… Üçü de benim hayatımı çok zenginleştirdi. Bana katkılarını unutamam. Benim gibi bir dik kafalıya bir şey anlatmak da zordur hani. Ömer’le çok güçlü bir dostluğumuz vardı. Ertem Eğilmez hayatımda olmasaydı ben bugünkü ben olabilir miydim bilmiyorum. Hem Arzu Film hem kendisi, benim hayat okulumdu. Atıf Abi’nin politik bilincimin gelişmesinde katkısı çoktur. Üniversite yıllarımdaki parkalı Deniz Gezmiş hayranlığım Atıf Yılmaz ile pekişti, çok tartıştık, çok yol aldım.
Atıf Abi ile ilgili hiç anlatmadığım bir şeyi anlatayım. Kadınlara tutkuyla bağlı bir insandı Atıf Abi. En son eşi Deniz Türkali bana “Kaybediyoruz, gel son bir defa gör” dediğinde durumu çok kötüydü ama o, tüm zarafetiyle aldı benim elimi öptü, her zamanki gibi. Bir de baktım, çaktırmadan saçını düzeltiyor. Bana hep “Ah fıstık, kaç kişiyle maceram oldu ama bir senle olamadı” derdi. Bütün bunlar şaka tabii, çok matrak bir adamdı. Koyu feministti. O filmler boşuna çıkmadı, onu söylemek istiyorum. Öyle çok özlüyorum ki…
*Bu röportaj, Socrates Dergi’nin Nisan 2016 sayısında yayımlanmıştır. Tüm sayılara ulaşmak için tıklayın!