*Buğra Balaban ve İlhan Özgen tarafından yapılan bu röportaj, ilk olarak Socrates’in Haziran 2018 tarihli 39’uncu sayısında yayımlanmıştır. Bütün sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.
1994 Dünya Kupası, birçok futbolseverin ‘En sıkıcı’ listesinde üst sıralarda. Ama bugün dönüp bakınca, o kupadan aklımızda kalan güzel anılar da yok değil. İsveç de bu tebessüm ettiren renklerden biri. Brolin, Anderson, Ravelli ve Larsson gibi o yaza iz bırakan oyunculara sahip İsveç, kupayı da üçüncü sırada bitirmişti. O takımın forvet hattının önemli isimlerinden biri de Martin Dahlin idi. Attığı goller ile ’94 ABD’ye damga vuran Dahlin ile o yazı, sonrasını ve bugünü konuştuk…
İsveç, Dünya Kupaları tarihine baktığımıza önemli takımlardan biri. 1958 ya da 1974’te önemli işlere imza atan bir ülke. Ama 1994, futbolseverler için farklı yerde. İsveç futbol tarihinde o takımın yeri ayrıydı diyebilir miyiz?
Evet, ben de katılıyorum buna. Güçlü ve ofansif bir takımdık. Sanırım turnuvanın en çok gol atan takımıydık da. Bütün bunlar da insanları etkiledi ve takımı sevdiler.
Yıllar önce Futbol Mundial programına konuşmuş ve teknik direktör Tommy Svensson’un bir sözünden bahsetmiştiniz. Size turnuva öncesi, “Oraya bu kupayı kazanacağınıza inanarak gitmelisiniz” demiş. Gerçekten de 1994’te ABD’ye giderken böyle mi hissediyordunuz?
Kesinlikle! İki sene önce Avrupa Şampiyonası’nda Almanya’ya yarı finalde elenmiştik ama şampiyon olan Danimarka’yı da grup maçında 1-0 yenmiştik. Zaten Danimarka’yı hep yeneceğimizi düşünürdük. Avrupa Şampiyonu’nu yendik, son Dünya Şampiyonu Almanya ile kafa kafaya oynadık… 1994 Dünya Kupası Elemeleri’ne geldiğimizde, Fransa’nın ve Bulgaristan’ın önünde bitirdik grupları. Hâliyle Dünya Kupası’nda önemli işler başarabileceğimizi biliyorduk.
1990 Dünya Kupası, İsveç için berbat geçmişti. 1994’te de Kamerun maçıyla kupa berbat başlamıştı. İlk maçtan sonra yine erken bir veda gerçekleşeceğini düşündünüz mü?
Kötü başladık ama potansiyelimizin, yapabileceklerimizin fakındaydık. Goller atacağımızı biliyorduk. Hiçbir zaman “Sonuna geldik” diye düşünmedik, aksine mücadeleye devam ettik.
Belki de o takımın bugünlerde bu kadar özel olarak hatırlanmasının sebebi, Romanya ile oynadığınız çeyrek final maçıydı. O maçla ilgili neler hatırlıyorsunuz?
Çok çetin bir maçtı. Sahada muhteşem oyuncular vardı. Çok yakın geçti aslında; onlar da kazanabilirdi. Ama sonucu penaltılar belirledi. Penaltılar hep gergindir ve her zaman biraz şansa ihtiyacınız vardır. Biz de şanslıydık! Bana göre en büyük avantajımız, hep olumlu düşünmekti. “Oraya gidelim ve şu işi bitirelim” düşüncesi vardı. Kimsenin aklından yenilmek geçmemişti.
İsveç’in o kadrosunda kendine has karakterler vardı. Brolin, Schwarz, özellikle de Ravelli… Ravelli’nin çılgınlıklarından aklınızdan kalanlar var mı?
Çok büyük enerjisi olan bir adamdı Ravelli. Çılgın mı? Bence değil. Çok eğlenceli, komik bir herifti ve biraz da şov yapmayı severdi.
Dahlin-Brolin-Kennet Andersson üçlüsü, zaman zaman kenardan gelen Larsson… Romario ve Bebeto ile birlikte kupanın en keyif veren hücum hattıydınız belki de… O sinerji nasıl ortaya çıktı? Uyumun sırrı neydi?
Andersson ve ben, Romario-Bebeto ikilisinden çok gol atmıştık. 4-4-2 oynuyorduk. İkimiz ileride, Brolin ise orta sahada hemen arkamızdaydı. Turnuvanın en çok gol atan forvet ikilisiydik. Kennet ile 15 yaşından beri birlikte oynuyorduk. 16 yaş altı milli takımında da birlikteydik, ilerleyen seviyelerde de… Bu da aramızdaki kimyanın gelişmesini sağladı.
Almanya-Barcelona Karışımı
Yarı finalde Brezilya’ya elendiniz. O takım, Brezilya futbolunun değişiminin simgesi olarak görülür. Siz, 1994 model Brezilya deneyiminizden neler hatırlıyorsunuz?
Alman Milli Takımı ile Barcelona karışımı gibiydiler. Çok sağlam ve gerçekten çok iyi savunmacıları vardı. Dunga, orta sahanın ve takımın lideriydi. Her şey onun kontrolü altındaydı, devamlı ne yapılması gerektiğini söylüyor, pozisyonlarını korumaları için arkadaşlarını uyarıyordu. Çok disiplinliydiler. Ön tarafta iki başrol oyuncusu vardı: Bebeto ve Romario. Takımın kalanı ise oyun disiplinine uyan, çalışkan oyunculardan oluşuyordu.
1994 Dünya Kupası’nda sizi en çok etkileyen, heyecanlandıran an hangisiydi?
Sanırım Rusya maçıdır. Üç golde de payım vardı. İlk golümüz penaltındandı, ben düşürülmüştüm. Sonra da iki gol attım.
ABD 1994’le birlikte Türkiye’de, Dahlin-Brolin ortaklığı büyük bir hayran kitlesi kazanmıştı. Sadece Türkiye de değil, belki tüm dünyada… O dönem nasıl bir ilgi görmüştünüz? Bunu göğüslemek zor oldu mu?
Aslında Dünya Kupası’ndan sonra her şey kendiliğinden normale dönmüştü. Yaz boyunca başarımızı kutladık, sonra tekrar mesai başladı. Kulüplerimize döndük, ligler başladı… Elbette insanların ilgisi artmıştı ama öte yandan önümüzdeki maçlara, yeni sezona hazır olmak zorundaydık. Yani kutlama yapacak çok zamanımız olmadı.
Milli takımdan ve iş hayatından arkadaşınız/ortağınız Roger Ljung, bir dönem Galatasaray forması giymişti. Kendisinden Türkiye’ye dair neler duydunuz?
Kennet’i (Anderson) unutma! Türkiye’de oynadığı dönemle ilgili çok şey dinledim ondan. Stadyumlar, seyircinin yarattığı atmosfer ve yemekler… Bunların ne kadar harika olduğu ile ilgili hikâyeler işte… Bu arada ben de bir İstanbul hayranıyımdır.
Kenardan gelip büyük katkılar veren genç Henrik Larsson’u birkaç kelime ile nasıl tanımlarsınız?
Komple, çalışkan ve zeki bir futbolcu.
Zlatan Olmadan da…
İsveç, o kupadan sonra uzun süre 1994’ü aradı. O geçiş neden sağlanamadı? Ibrahimovic’li takımlar dahi sizin başarınıza yaklaşamadı sonuçta…
Ben, bunu bir problem olarak görmüyorum. 1992 ve 1994’teki takımların yaptığı iş muazzamdı. Bizden sonraki jenerasyon da iyi iş çıkardı bence. Avrupa Şampiyonası’na katıldılar, şimdi de Dünya Kupası elemelerini geçtiler. İsveç gibi küçük bir ülke için büyük başarılar bunlar. 9 milyonluk bir ülkeden bahsediyoruz. Her şampiyonada yarı final beklemek doğru değil. Belki beklentiler yüksek olabilir ama bence gayet iyi gidiyor her şey.
İsveç daima elit oyuncular çıkarmış bir ülkedir ama bu oyuncular hep bir takım oyuncusu gibi hareket etmiştir. Zlatan Ibrahimovic, belki herkesten farklı bir noktada, bir süper yıldız gibiydi. Milli takımdaki varlığı, ‘takım’ olma durumunu etkiliyor muydu?
Onun olduğu takım ayrı bir tarafa konmalı; hem takım olabilmeli hem de Zlatan kendi futbolunu oynayabilmeli. Şimdiki takıma baktığınızda apayrı bir anlayışta olduğunu görüyorsunuz zaten. Hangi sistem daha iyi, bekleyip göreceğiz. Fransa’ya, Avrupa Şampiyonası’na katıldık Zlatan’la ama takım arkadaşları, şimdi onsuz da Dünya Kupası’na katılabileceğimizi gösterdiler. Bence iki sistem ayrı ama ikisi de iyi işledi.
Zlatan elbette muazzam bir oyuncu ve güçlü bir karakter. Bu da doğal olarak bazı oyuncuların bu durumla baş etmesini zorlaştırıyor olabilir. Ama takımlarda, özellikle de günümüz futbolunda bu tarz olaylarla sık sık karşılaşıyorsunuz ve bunların üstesinden gelmek gerekiyor.
İsveç, İtalya karşısında ‘İtalya gibi’ oynayarak turu geçti. Eşleşmeyle ilgili neler söylersiniz?
Ellerindeki malzeme buydu ve durumu kurtarmak için en iyi performanslarını ortaya koydular. Harika bir iş çıkardılar bence. Bu tarz oyunculara sahip olduğumuz için çok gururlandım.
İtalya’nın bu fiziksel savaşa karşılık verememesi sizi şaşırttı mı?
Hayır. Çünkü İsveç’te çok güçlü fiziğe sahip birçok oyuncu var. İtalya açısından beni en çok şaşırtan şey, yeterli yaratıcılığa sahip olmamalarıydı.
Bizleri Rusya’da nasıl bir İsveç bekliyor? En güçlü silahları ve en zayıf noktaları neler olacak?
İsveç’teki insanların büyük beklentileri yok. Çalışkan, ellerinden gelenin en iyisini yapan bir takım görmek istiyorlar. Biraz da şans yanımızda olursa, umarım bir üst tura çıkabiliriz.
Güçlü bir savunma var. (Andreas) Granqvist gibi çok iyi bir oyuncuya sahibiz. Performansının yanında kaptanlık ve liderlik açısından da önemli bir role sahip. Onun yanında (Mikael) Lustig gibi sert ve güçlü savunmacılar da mevcut.
Hücum tarafı eksik gibi görünse de orada da etkili isimler var. Türkiye’de de oynayan (Jimmy) Durmaz mesela… Fransa maçında golü o atmıştı elemelerde. Onun dışında (Emil) Forsberg’i sayabiliriz tabii. Bu iki oyuncu takımın en yaratıcı isimleri bana göre.
Elemeleri geçmek en büyük hedefti diyebilir miyiz?
Elbette hedef buydu ama kupaya katılan hiçbir oyuncu bununla yetinmez. Bu tarz takımlar kupaya umulmadık başarı yakalayan takım potansiyeli ile gider; turnuvadan keyif almaya bakarlar ama ellerinden gelenin en iyisini de yaparlar. Turnuva ilerledikçe de ne kadar ilerleyebilecekleri hesap edilir.
1994 Dünya Kupası bizlere İsveç, Romanya ve Bulgaristan gibi sürprizler sunmuştu. Rusya 2018’de hangi takımlar benzer bir rol üstlenebilir?
Kim sürpriz yapar? İsviçre olabilir. Belçika da diyebiliriz ama onlar artık kendini kanıtlamış oyunculardan oluşan, güçlü bir takım. İsviçre, İsviçre…
Hayat Bu!
Biraz da kulüp kariyerinizden konuşalım. Borussia Mönchengladbach’ın 1990’lardaki simge oyuncularından biri oldunuz diyebiliriz. Hem sizin bireysel performansınızın en yüksek olduğu kulüp hem de Malmö ile birlikte en uzun formasını giydiğiniz takım. O yılları nasıl hatırlıyorsunuz?
Harika günlerdi elbette. Almanya’da ilk beş için mücadele eden güçlü bir takımdık. Futboldan en keyif aldığım zamanlardı diyebilirim.. Benden sonra Effenberg ve Andersson gibi önemli isimler de ayrılmıştı. Bu oyuncuların ayrılması onları zor duruma sokmuştu tabii. Yakın zamanda tekrar Şampiyonlar Ligi için mücadele etmeye başladılar. Küçük bir şehirdir Gladbach ama taraftarın desteği ve tutkusu harikadır. Her sene tepelere oynamak güçtür ama kulüp yönetimi açısından çok iyi işler yaptılar.
Almanya sonrasında ters giden neydi? Özellikle de Roma ve Blackburn’de…
Sanırım 1996’nın Ocak ayıydı… Juventus ile bir ön sözleşme imzalamıştım. Mönchengladbach ile süren kontratımın bitimine altı ay vardı ve Juventus oyuncusu olmuştum. Juventus, o dönem dünyanın en iyi takımıydı ve doğal olarak çok mutluydum. Sonra durumu Mönchengladbach yöneticilerine açıkladım ama Almanya’da kuralların değiştiğini, sözleşmenin bir yıl daha uzadığını söylediler.
Juventus’un beni transfer etmesi için 6 milyonluk bir bedel belirlediler. Bu miktar, o zamanlar için yüklü bir paraydı. O esnada Juventus’la anlaştığım için Newcastle United, Tottenham ve Fiorentina gibi takımları da reddetmiştim. Ama iki ay geçti ve hiçbir gelişme olmadı. O esnada Roma ile görüşmeye başladım. Harika bir kulüptü Roma ama bir sorun vardı: Kadroda beş forvet bulunuyordu; Fonseca, Balbo, Delvecchio, Totti ve ben… Bu hücum oyuncularından sadece ikisi oynayabiliyordu ve sadece üç yabancı sahada olabiliyordu. Birçok kulübü reddettikten sonra alternatifim de kalmamıştı, geç alınmış bir karardı. Hata olarak görmüyorum hiçbir zaman, sadece zamanlama yanlıştı. Güzel bir tecrübe oldu, belki başka bir zamanda Roma’ya imza atsaydım daha çok oynama şansım olurdu.
Roma’dan ayrıldıktan sonra birkaç sezon önce Premier Lig şampiyonu olan Blackburn Rovers’a geçtim. Rovers’taki ikinci ayımda sırtımdan bir sakatlık geçirdim. Sırtımdaki bu sakatlık da 31 yaşında futbol kariyerimi noktalamama neden oldu zaten. Çok uzun hikâye bu. Ama özetleyecek olursak; Mönchengladbach’tan zamanında ayrılıp Juventus’ta oynamaya başlasaydım, sadece iki forvet vardı ve ben de ilk seçimlerden biri olacaktım. Orada başarılı olacağıma da inanıyordum ama hayat bu…