Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

FutbolKuzey Kralı

Henrik Larsson, sahadaki başarının sırrını 'futbolu anlamak' ile açıklıyor. Futbolu anlamanın ise takım olabilmekten geçtiğini söylüyor. İsveçli efsaneyle Helsingborg tesislerinde buluştuk.

Bu röportaj, Socrates’in 20. sayısında yayımlandı. Eski sayılarımıza ulaşmak için tıklayın.


1994 Dünya Kupası’nda, tüm dünya isminizi öğrendi. Milt turnuvasından neler hatırlıyorsunuz?

Uzun zaman önceydi. Aslında o kadroya geç dâhil olmuştum. Hollanda’ya Kasım 1993’te transfer olmuştum, Feyenoord’a. Ondan önce Helsingborg’da, burada oynuyordum. Yine aynı ay Tommy Svensson tarafından ilk kez milli takıma çağrıldım. Finlandiya’ya karşı oynayacaktık. İlk golümü de o maçta attım ve maçı kazandırdım. Rüya gibi bir başlangıçtı. Aslında Hollanda’daki ilk sezonumda şans bulmakta zorlandığım için Dünya Kupası kadrosuna çağrılacağımdan emin değildim. Ama Svensson bana güvendi. ABD’ye gittiğimizde, kimse bizim bu kadar başarılı olmamızı beklemiyordu. Forvet kadromuz çok genişti; Martin Dahlin, Tomas Brolin ve Kennet Andersson vardı. İlk maçta sonradan oyuna girmiştim. Kamerun karşısında uzaktan bir şut çekmiştim, direkten dönen topu Dahlin tamamlamıştı. Sonra, Rusya maçında yine sonradan oyuna girdim. Brezilya maçında 11’de sahaya çıktım ama iyi geçmedi. Suudi Arabistan karşısında hiç oynamadım. Sonra çeyrek finalde Romanya’ya karşı uzatmalarda oyuna girdim ve asıl önemlisi, penaltılardan birini gole çevirdim. Müthişti.

İsveç, 1994’te Dünya Kupası’nda üçüncü olduktan sonra turnuvalarda aynı başarıyı sürdüremedi. Türkiye’de de 2002 Dünya Kupası sonrasında benzer bir durum var. Siz bu istikrarı korumayı neden başaramadınız?

İsveç’in o dönemki şansı, uzun süredir birlikte oynayan harikulade bir jenerasyon yakalamasıydı. Her ne kadar futbolu seven bir ülke olsak da en büyük tutkumuz bu değil; buz hokeyi, hentbol ve daha bir çok spor var. Ben de floorball oynadım yıllarca; hâlâ da oynuyorum. Bu yüzden, böyle bir demografide devamlı iyi jenerasyonlar yakalamak mümkün olmuyor. Bizde denk geldi işte; kalede Thomas Ravelli vardı, onun önünde bekler Roger Ljung ve Roland Nilsson ile stoperler Joachim Björklund ve Patrik Andersson dizilirdi. Ortada Klas Ingesson, Jonas Thern, Stefan Schwarz, Anders Limpar oynardı. Dahlin-Brolin ikilisi de hücumda muazzam bir ikiliydi. Çok özel bir kadroydu.

İsveçli bir arkadaşım, “Önceden futbolu seviyordum çünkü İsveç Milli Takımı vardı. Şimdi Ibrahimovic’in takımı olarak turnuvalara katılıyoruz” demişti. Takım olmaktan uzaklaşıyor mu İsveç?

İsveç gibi bir ülkeyseniz başarılı olmak için takım olmanız gerekir. Bir İskandinav ülkesi olarak her ne kadar bireysel özgürlükler kültürüne sahip olsak da kültürümüzde aynı zamanda kolektif çalışma da önemli bir yer tutar. Bireylerin ortak hareket etmeleri mühimdir. O kadar üst seviye bir futbolcunuz varsa, Ibrahimovic gibi, diğer oyuncularınız da ona en azından yakın olmaları gerekir. Yoksa dengeyi bulmakta zorlanırsınız. Ibrahimovic, aslında İsveç toplumundaki değişimin de simgesi. Benim zamanımda takım, bireyin önündeydi. Bugün ise kökenin nereye ait olursa olsun, özgür bir birey olmak en önemlisi.

Yıldız futbolcuların egoları yüksek olur ancak bazen, sahada mücadele ruhu açısından sorun yaşarlar. Siz ise hep, yıldız bir golcü olmanın yanı sıra savaşçı ruhunuzla bilindiniz. Bunun kaynağı neydi?

Bu ruhun, çocukluğumda aldığım terbiyeden kaynaklandığını söyleyebilirim. Hayattaki temellerimi attığım günlerde, tipik bir İsveçliye benzemeyen bir İsveçli olmanın zorluklarını yaşadım. Bu, bugünlerde Avrupa’da daha yaygın bir durum. Ancak o yıllarda, böyle şeylere ender rastlanıyordu. En azından İsveç’te öyleydi. Kimse benim futbolculuğuma inanmıyordu; çünkü babam Yeşil Burun Adaları’ndan bir denizciyken, annem de İsveçli bir fabrika işçisiydi. Herkes bana “Şunu yapamazsın, bunu yapamazsın, bu mümkün değil, yeterince büyük, güçlü ya da iyi değilsin” diyordu. Bu da benim için, hayatım boyunca hep büyük bir motivasyon kaynağı oldu. Çünkü ne zaman böyle dense yanıldıklarını kanıtlamak için çok çabaladım. Sonunda da bu, futbolcu olarak içimdeki bir ateşe dönüştü. İnsan, kendisini yönlendiren ve içten gelen bir motivasyona ihtiyaç duyar. Teknik direktöründen alamazsın bunu, yapay olur. Sahaya çıktığında o metreleri koşman, mücadele etmen, işler zorlaştığında ya da geriye düştüğünde dahi bu kafa yapısını koruman gerekir. Ayrıca, sahada tek başınıza herkesi çalımlayarak bir sonuca ulaşamazsınız. Takım olmak önemlidir. Aksi hâlde başarı gelmez.

Celtic taraftarının gözünde efsane mertebesine yükselmek biraz zor diye bilinir. Taraftarla bu enerjiyi nasıl yakaladınız? Tek sebebi, çok gol atmanız mı?

Sanırım taraftarlar, daima takım için çabaladığımı anladılar. Sahada çok ağır görevli bir işçi misali çalıştığımı gördüler. Kötü günleriniz olabilir. Teknik, taktik olarak işler yolunda gitmeyebilir. İstediğinizi yapamayabilirsiniz. Ancak ben, böyle günlerde dahi koşmayı ve mücadele etmeyi bırakmadım. Tribünde oturan insanlar için önemlidir bu; takım o gün kötü bir gün geçirse de futbolcular koşuyor ve formaları için yeterince mücadele ediyorlarsa yeterlidir çoğu zaman. Seyirciyle böyle bağ kurarsınız. Celtic taraftarı için bu daha da önemli çünkü çoğunluğu işçi sınıfından gelme. Tabii, bir miktar gol atmış olmamın da etkisi olabilir.

Bu nedenle mi sizi ‘King of The Kings’ diye çağırdılar? Celtic’te 221 maçta 174 gol attınız, altı sezonda beş kez kral oldunuz ne de olsa…

Yok, elbette sadece attığım gollerden dolayı böyle söylediklerini düşünmüyorum. Celtic taraftarının önünde kayarak bir müdahale yaptığınızda ya da bir ikili mücadelede direnç gösterdiğinizde, hemen adınızı bağırmaya başlarlar.

Bunu severler. Tıpkı güzel bir gol attığımda olduğu gibi; tutkuyla. Bu bir kültür meselesi. Ben İsveç’te, kolektif olmanın bireysellikten üstün düşünüldüğü bir kültürün içinde büyüdüm. Bunu da oyunuma yansıttım. Diğerlerinden yetenekli olsam da kirli-ağır işleri yapmaktan çekinmedim. Elimi, yüzümü kirlettim. Bu, seyircilerin hemen idrak ettiği bir mesele. Onlara karşı hep açık ve dürüst oldum; rol kesmedim. Bu da işe yaradı.

Kariyerinizde en kötü an hangisiydi? 1999’daki sakatlık mı, kaybettiğiniz 2003 UEFA Finali mi?

Sakatlık berbat bir şey. Ama 2003 finalinin daha acı olduğunu söylemem lazım. Celtic’te çok iyi bir takımımız vardı. Çok daha fazlasını kazanmayı hak etmiştik. O yıl, o yolculukta Premier Lig’den takımları yendik; Liverpool, Blackburn… Porto’ya karşı oynadığımız final maçında bizi desteklemek için çok sayıda taraftarımız Sevilla’ya gelmişti. Birçoğunun bileti bile yoktu. Onlara daha güzel anılar yaşatmak isterdim. Çok zaman geçti üstünden ama düşündükçe hâlâ tüylerim ürperiyor. Finalde iki gol atmak, normalde maçı kazanmanıza yeter ama o gün kader veya talih, ne derseniz deyin, kazanmamızı istemedi. Yine de finale gitmemiz bile iyi bir takım olduğumuzun kanıtıydı. İki gol atmak yerine kazanmayı yeğlerdim kesinlikle.

Celtic’ten Barcelona’ya gittiniz…

İskoçya’daki son yılıma girerken kontratımı yenilemeyeceğimi söylemiştim. Sezon içinde bunun bir faktör olmasını istemediğim için daha önceden açıklama yapmıştım; “Sıcak iklime sahip bir yere gitmek istiyorum” demiştim. Hiç olmazsa bir takımın benimle ilgileneceğini düşünüyordum. İsveç Milli Takımı’na döndüm ve Euro 2004’te forma giydim. Başarılı olabileceğim bir takıma gitmek için şampiyonada iyi futbol oynamam gerektiğini biliyordum. Aslında yaşımdan ötürü, herhangi bir ülkenin en iyi birkaç takımının benimle ilgileneceğini düşünmemiştim. Ama şanslıydım; Barcelona beni istedi ve bu muhteşem bir fırsattı.

O kadar güçlü bir Barcelona’da kenardan geleceğinizi biliyor muydunuz?

Böyle olacağını biliyordum çünkü kontratı teknik direktör Frank Rijkaard’la konuşmuştum. Bana “Tecrübeli bir oyuncuya ihtiyacım var ama her maça ilk 11’de başlamayacaksın” demişti. Ben de “Takımda şans bulduğum sürece bu bana uygun” demiş ve bu konuda bir sorun olmayacağı yanıtını almıştım. Evet, oraya yedek kalabileceğimi bilerek gittim ama içten içe ilk 11’de oynamak istiyordum. Kenarda oturmaktan mutlu değildim. İçimdeki o ateş sönmemişti. İlk sezonuma bakarsanız, ne zaman büyük bir maç olsa sahada olduğumu görürsünüz. El Classico’da çapraz bağlarım koptu. Kariyerimi sorgulamaya başlamıştım. Ne yapacağıma karar vermek için birkaç gün düşünmem gerekiyordu çünkü artık yaşlı bir oyuncuydum. Uzun bir tedavi sürecinde neler yaşanabileceğini biliyordum. Uzun süre oynayamadım ama bir kez daha, hem de güçlü şekilde geri geldim. Real Madrid maçında oynadım. Sonra Villarreal’e karşı oynarken yine sakatlandım. Şampiyonlar Ligi’nde Milan deplasmanı öncesiydi. Aşil tendonumda bir şey hissettim. Ludovic Giuly yerime girmişti. Sonra bir kez daha toparlamayı başardım. Şampiyonlar Ligi Finali için hazırdım.

Ama Giuly, sizin yerinize 11’de sahaya çıkmıştı…

Evet ama içimdeki o oynama ateşi yine kırmızıydı. (Gülerek) Kendimi yine de hazır tutuyordum. Kariyerimde ilk defa böyle bir finalde forma giyme şansı bulmuştum.

Rijkaard o gün, oyuna girerken sizi motive edecek bir şey söyledi mi?

Tam hatırlamıyorum ama galiba “Sahaya gir ve hücumda merkezde kal, merkezde kal, merkezde kal…” diye tekrarladığını biliyorum. O an orada olup mücadele edecek birini istiyordu. Savunmacılarla boğuşacak, hava toplarını da alabilecek birini. Beni Barcelona’ya getirme nedenlerinden biri de buydu. 9 numarada oynayan biriydim ve bu sayede takıma kenarlardan oynama opsiyonu yaratıyordum. Takımdaki diğer forvetlerin sahip olmadığı bir özellikti bu. Maça başlamayacağımı bir gün önceden biliyordum, yedek olacaktım. Ama sahaya girersem etki yaratabileceğimi de biliyordum. Hissediyordum bunu. Sonra maç başladı. Arsenal gol attığında oyuna girme şansım olduğunu iyice düşünmüştüm. Ve girdim de…

En önemli ana dönmek istiyorum… Galibiyet golünde Juliano Belletti’ye verdiğiniz gol pasını hatırlıyor musunuz?

Önce Andres Iniesta, sonra ben ve devamında Belletti… Oyuna girenler, sırasıyla böyleydi. Arsenal yorulmaya başlamıştı. Samuel Eto’o ilk golü attı. Ve o an geldi! Belletti topu bana, ceza sahası içine doğru attı. Çok iyi kontrol edemedim önce. Zor bir toptu. Hemen arkamda Sol Campbell bana yapışmıştı. Ben de topu dışarı doğru çıkardım. Köşeye doğru. Belletti de o anda içeri doğru çapraz koşu yapmak üzereydi. Ashley Cole ve Mathieu Flamini de yakınındaydı. Onu görmüştüm, koşusuna devam ediyordu ve topu koşu yoluna attım. Ceza sahasının sağ köşesinden kaleye doğru giderken önce topu kontrol etti, sonra da golü attı.

Ne hissettiniz maç bittiğinde?

Fantastikti! 1-0’dan geri dönmüştük. Futbolcu olarak daima en büyük turnuvaları kazanmak istersiniz. Benim için de Şampiyonlar Ligi en büyüğüydü. Daha önce bir büyük finalde kaybetmiştim ve o duyguyu biliyordum. O yüzden, o anı tekrar yaşamak istememiştim. Üzerinden on yıl geçti ve hâlâ bu kupayı kazanan başka İsveçli yok. Bu, pek de kötü değil sanırım.

Ronaldinho bir röportajında, “Henrik’ten çok şey öğrendim. O benim idolümdü. Ayrıca antrenmanlarda özel numaralar da gösterirdi bana. Ona hayatım boyunca minnettar kalacağım” demişti.  Nasıldı arkadaşlığınız?

Birincisi, o ‘numaralar’ dedikleri muhtemelen dripling ve top hâkimiyeti konusunda değildi. (Gülerek) Belki gol atma konusunda birkaç şey paylaşmış olabilirim. Ama ötesi mümkün değil. İltifat etmiş. İyi bir ilişkimiz vardı, ondandır. İspanyolcam iyi değildi ama yine de konuşmaya çalışıyordum onunla. Barcelona’da ilk kez yüz yüze tanıştığımızda, 1994 Dünya Kupası’nı izledikten sonra bana hayran olduğunu söylemişti. Dalga geçtiğini düşünmüştüm. Ronaldinho’nun bana hayran olması garipti. “Benim rol modelimsin Henke!” derdi. Hâlâ garip gelir bana bu. Çok sohbet ederdik ve sahada birbirimizi anlardık. Teknik olarak benden daha yetenekliydi, kuşkusuz. Ama ben de; hareket kabiliyetim, sahadaki bağlantıları görüşüm, boşlukları sezişim, nereye pas atacağımı ve koşacağımı biliyor oluşum, yani futbol denen oyunu anlayışımla onu rahat ettiriyordum. Sizle aynı seviyede ya da daha iyi oyuncularla oynadığınızda bu tip özelliklerinizi ortaya çıkarmak daha kolay hâle gelir. İkimizin de yetenekleri farklıydı ama ‘futbolu anlamak’ gibi bir ortak noktamız vardı.

Oynadığınız en iyi oyuncu muydu?

Şüphesiz.  O dönemde büyük bir fenomendi. Muhteşemdi. İstediği her şeyi yapabiliyordu. Birini geçmek isterse bunu çok rahat ve akıcı biçimde hallederdi. Ne zaman ve nereye pas atmak isterse atardı, bunu da en zarif şekilde yapardı. Gol mü? İstemesi yeterdi…

Türkiye’ye karşı oynadığınız milli maçları hatırlıyor musunuz?

Hepsini çok iyi hatırlıyorum. Türkiye’ye karşı oynamak enteresandı hep. İsveç’ten tanıdığım Türkler de vardı çünkü. Türkiye’ye karşı oynadığım ilk maçta sakattım, menisküs vardı dizimde. Sonra bir kez 1-1 berabere kaldık, bir kez de 2-1 kazandık. Bir gol atıp bir de asist yapmıştım. Çok iyi futbolcular hatırlıyorum o kadrodan; Hakan Şükür, Tugay Kerimoğlu, savunmacılar Bülent Korkmaz, Alpay Özalan… Bir de savunmacıların çok sert oynadıklarını hatırlıyorum! (Gülerek)

2007’de iki aylığına kiralık olarak Manchester United’a gittiniz. O transfer nasıl gerçekleşmişti?

İsveç Ligi’nde kış arasıydı.  Kısa Manchester yolculuğu fantastik bir tecrübeydi. Sir Alex Ferguson’la ilgili çok şey duymuştum, doğal olarak. United’ın golcüye ihtiyacı vardı. Bu fırsatı değerlendirmek istedim. Bir rüyanın gerçekleşmesiydi. Onunla ve takımdaki oyuncularla bir araya gelmek de muhteşemdi; çünkü orada geçirdiğim on haftada gördüğüm ilgi ve alakayı hiçbir yerde görmemiştim. Hiç bu kadar rahat hissetmemiştim. Sadece on hafta için İngiltere’de olacaktım; yani ailem İngiltere’ye taşınamazdı. Oğlum Jordan, Helsingborg’da okula gidiyordu ve her şeyini kulüp ayarlıyordu. Abimin oğlunun vaftiz törenine gitmem gerekti, özel uçak tuttular. Bu tip kişisel meselelerde çok yardımcı oldular. Onlarla zaman geçirdiğim için kendimi hâlâ çok şanslı hissederim.

Ferguson’la ilişkiniz nasıldı? Biyografisinde, kalmanız için çok uğraştığını söylemişti?

İyiydi diyebilirim. Teknik direktörlerle çok fazla muhabbet eden biri değildim. Birkaç kez ofisinde konuşmuştuk. Güzel sohbetlerdi. Karşılıklı bir saygı vardı aramızda. Ona karşı kötü bir şey söylemiş olmam mümkün değil. Kalmamı da istedi ama Helsingborg’a 12 Mart’ta döneceğime dair söz vermiştim. Sezonun geri kalanında United’da kalmadığım için pişmanlık yaşadım mı? Yaşadım; orada bir sene kalıp Helsingborg’a dönebilirdim yine.

Ama bir kulüple anlaşma imzaladıysanız sözünüzde durmanız lazım, üstelik kulüp de dönmenizi istiyorsa… Ben de bunu yaptım. Hayatta, verdiğiniz sözler önemlidir.

Özel yaşamınıza girmek istemezsiniz belki ama hayatınızın en karanlık anını sormak istiyorum, 2009 yılındaydı bildiğim kadarıyla…

Evet, fazlaca karanlıktı. Bu olayı, İsveç’te daha önce belgesel gibi anlattılar. 6 Haziran 2009… Dürüst olmak gerekirse herkes her şeyi biliyor zaten; İsveç formasıyla Danimarka’ya karşı oynamıştım, maç sonrası soyunma odasında haber verdiler, kardeşim Robert hayatını kaybetmişti. Uzun süredir sorunları vardı ve uyuşturucu bağımlısıydı.

2009’da tekrar emekli olduğunuzda hayatı sorguladınız mı?

Evet, tabii ki… Hayatınızda böylesine büyük bir olay olduğunda “Neden ben?” diye sorarsınız. Bu da hayatın bir parçası. Yaş almanın bir sonucu. Bir yaşa geldiğinizde mahvedilemez ya da yıkılmaz olmadığınızı fark ediyorsunuz. Gençken, kimse size dokunamayacakmış gibi hissedersiniz. Yaşlandıkça, ne kadar küçük şeylerin hayatınızı çok keskin biçimde değiştirebileceğini görürsünüz. Hele ki fazlaca mutluluk yaşamış yıldız bir futboluysanız, bir anda en güçlüyken en güçsüz hissedebiliyorsunuz kendinizi.

Hayatın ve insanın daha kırılgan olduğunu mu düşündünüz?

Tabii ki kırılganız. Kardeşimin bağımlı olduğunu biliyordum, uzun süredir bununla boğuşuyordu. Gözümün önünde, yavaş yavaş kaybolmasına tanık oldum ve hiçbir şey yapamadım. Her gün onu düşünüyordum. Bugün dahi düşünüyorum. Tedavileri için çok çaba gösterdik ailecek ama olmadı. Hatta ismini dahi değiştirdi, ona ulaşamayayım diye. Ölümü sürpriz değildi. Ama hayatını kaybettiğinde dağıldım. Ben her şeye sahiptim, o ise tükenmişti. O günlerde daha iyi anladım bazı şeyleri; hayatımı, yaptıklarımı, unvanların anlamsızlığını sorguladım. En çok da annemle babamı düşündüm. 10-20 yıl birden yaşlandılar. Çünkü başınıza gelebilecek en kötü şey, çocuğunuzun sizden önce hayatını kaybettiğini görmek.

Bu acı ölümsüz, ne yazık ki…

1994 Dünya Kupası’ndaki Romanya maçında İsveç’in son penaltısını siz kullandınız. İsveç için tarihi bir andı. Nasıl bir psikolojiyle kullandınız o penaltıyı?

Heyecandan kalbim sıkışmıştı. Beşer penaltıda sonuca ulaşılamamıştı. Teknik direktörümüz Tommy Svensson “Haydi sıra sende” dedi. 22 yaşındaydım ve her yanım titriyordu. Dünya Kupası rüyasını sonlandıran kişi olmak istemiyordum. Patrik Andersson o sırada bir küçük metal kutu çıkardı. “Bundan biraz al” dedi. İçinde çiğnenmek için tütün vardı. Biraz sakinleştim. Sonrasını biliyorsunuz; golü attım, Ravelli bir penaltı kurtardı ve yarı finaldeydik.

1980’lerde İsveç futbolunun önemli isimlerinden biri Glenn Strömberg’di. O da uzun saçlarıyla sahada bir rock yıldızı gibi dururdu. Siz de ilk yıllarınızda, özellikle saçlarınızla reggae şarkıcılarını andırıyordunuz. Strömberg’in imajından etkilenmiş miydiniz?

Hayır, saçlar konusunda ondan etkilenmedim. Ama o, çok iyi bir futbolcuydu. Kendisini izlerken başka türlü etkilenmiş olabilirim. Tıpkı eski nesillerin Gunnar Nordahl gibi oyunculardan etkilendiği gibi. Feyenoord’da oynadığım dönemdeki takım arkadaşlarımdan Gaston Taument’in rastası yoktu, sadece saçları uzundu. Regi Blinker’in de örgüleri vardı. Bende ise gerçek rasta vardı. Bob Marley’den ilham almıştım, ‘Büyük Bob’dan.


Henrik Larsson’la Kısa Kısa…

En iyi maçınız?

Söylemek zor. Kolay cevap, Şampiyonlar Ligi Finali. Ama sadece 30 dakika sahadaydım. Porto’ya karşı oynadığımız finalde ise 90 dakika ve uzatmalarda sahadaydım, iki de gol attım ama takımınız kazanamadığı sürece önemi yok.

En zor rakip?

Fabio Cannavaro.

En büyük spor efsanesi?

Pele diyebilirim. Çocukken evde belgeselini izlemiştim. Video kasetleri vardı. İlk kahramanımdı sanırım. Gol atma tekniğiyle, ilham kaynağımdı.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Tahterevalli

Tahterevalli

3 sene önce
Başka Bir Yol

Başka Bir Yol

4 sene önce
Hayal Albümü

Hayal Albümü

4 sene önce