-I-
Geçmişte spora olan merakım ve devam eden yıllarda da mesleğim gereği, dünyanın en iyi sporcularından bazılarını canlı gözle izleyebilme fırsatım oldu. Roger Federer’i kortta görmek, bana kendimi bir hayal aleminde hissettirmişti. Serena Williams’ın rakiplerine nasıl bir üstünlük kurduğuna yakından tanıklık etmek paha biçilemezdi. Kevin Durant, sanki salon yıkılsa bile o topu çemberden geçirebileceği hissini veriyordu. Cristiano Ronaldo ise hem fiziği hem de zihniyle sahadaki 21 rakibinin hepsinden daha önde gibiydi. Ancak benim için en unutulmazı Ronnie O’Sullivan’ı ilk gördüğüm an ve devamında akıp giden dakikalardı.
2016’da, Eurosport’tan spiker arkadaşlarım Emre Yazıcıol, Emre Özcan ve Uğur Ozan Sulak ile birlikte bir snooker seyahati yapmaya karar verdik. Gitmeyi seçtiğimiz turnuva, coğrafi yakınlığı ve üst düzey oyuncuların katılımı sebebiyle, o yıl Bükreş’te düzenlenen European Masters’tı. 2006’dan beri çılgınca takip ettiğim ve zaman içinde -anlatarak da olsa- mesleğim hâline gelen oyunu ilk kez canlı izleyecek olmanın mutluluğunu yaşıyordum. Üstelik aklımızda dergi için snooker röportajları yapmak da vardı. Yani yıllar boyunca televizyon ekranından tanıdığımız yıldızların elini sıkma, onlarla sohbet etme şansı da bulacaktık.
Otele yerleşip, turnuvanın oynanacağı Circul Globus’a geldiğimizde ilk günün akşam seansının başlamasına fazla zaman kalmamıştı. Biz de bu arada boyunlarımızdaki akreditasyon kartı sayesinde salonun seyirci için kapalı bölümlerini dolaşmaya başladık. Antrenman masasında dünya 1 numarası Mark Selby, turun sevilen karakterlerinden David Grace ile birlikte çalışıyordu. Ardından, akşam ilk tur maçını oynayacak Ronnie O’Sullivan belirdi. Simsiyah takımını giymiş, ciddi bir yüz ifadesi takınmıştı. Diğer oyunculardan farklı bir auraya sahip olduğunu anlamak için bir snooker takipçisi olmaya dahi gerek yoktu. İsteka çantasını taşıyan menajeri ve yakın arkadaşı Jason Francis ile birlikte kısa bir antrenman yaptılar.
O gün, yaklaşık iki-üç metre mesafeden ve hatta zaman zaman bize fırlattığı “Bunlar da kim?” bakışları eşliğinde Ronnie’yi ilk kez izledim. Bir yandan onu rahatsız etmemeye çalışıyor ama bir yandan da gözlerimi masadan alamıyordum. Hiçbir antrenman rutini veya düzeni yoktu. Sadece rastgele toplara vuruyordu ve bu bile yıllar boyunca ona neden ‘dâhi’ dendiğini anlamak için yeterliydi. Bir kere de olsa masaya eğilip vuruş yapmayı denemiş biri bilir ki; snooker, bilardo disiplinlerinin en acımasızıdır. Hatta başka branşlarda ustalaşmış oyuncuları zaman zaman amatör gibi gösterebilir. O kısa antrenman sekansı malumu bir kez daha ilam etmişti, Ronnie oynadığında snooker saçmalık derecesinde kolay görünüyordu.
-II-
Ronnie O’Sullivan cephesinde işler hiçbir zaman oynarken göründüğü kadar kolay değildi. Babasının 1993’te işlediği cinayet sebebiyle aldığı hapis cezası, dağılan mutlu aile fotoğrafı, başarısız ilişkiler ve bağımlılıklar gençlik yıllarının özeti oldu. Bu esnada sporla arasına da sık sık kara kedi girdi. 2002 yılında The Times‘a verdiği röportaj, ‘Roket’ lakaplı yıldızın oyunla kurduğu sevgi/nefret ilişkisine değinerek açılıyordu: “İyi oynadığımda snooker dünyanın en keyifli şeyi, kötü oynadığımda ise bir savaşa dönüşüyor. Sonunda aklımı kaybedebileceğim bir savaşa…” Onu sporunun bir numaralı izlencesi hâline getiren şey masadaki muazzam hızıyla birleştirdiği keskinliği, yani çoğunlukla ‘mükemmel oyun’ olarak tanımlanan şeyi ortaya koymasıydı. Sınırsız bir akıcılık, yüksek tahribat gücü, rakiplerinin cevap veremeden nakavt oluşu ve kendisinin bundan aldığı sonsuz haz… Ronnie, oynayabileceğini bildiği kadar iyi oynadığı zaman mutlu bir adamdı. Snooker gibi kusurlu bir oyunda, sürekli olarak kusursuzu aramak ise mutsuzluk kaynağı oldu. Bu döngü; çocukluk günlerinden, 2011 yılında gittiği bir doktor randevusuna kadar sürecekti.
Britanya’nın önde gelen spor psikiyatrlarından Steve Peters’ın kapısını çaldığında, O’Sullivan gözle görülür şekilde kariyerinin fetret devrini yaşıyordu. Yaşı 35 olmuş, turnuva kazanma frekansı azalmış ve kendisine büyük bir şöhret armağan eden sporla olan ilişkisi bitme noktasına gelmişti. Bazı anlarda, hâlâ snooker galaksisinin en parlak yıldızıydı ama yeni yüzler onu gölgelemeye başlamıştı. Ünlü müşterileri arasında Chris Hoy, Victoria Pendleton, Steven Gerrard ve Luis Suarez gibi isimler olan Peters, Ronnie’ye yeni bir perspektif sağlamak için doğru kişiydi. Birlikte yaptıkları çalışmanın odağında ise ‘kabullenmek’ vardı. En başta da her zaman iyi oynayamayacağını kabullenmek.
Ronnie O’Sullivan, Doktor Peters ile görüşmeden önce hâlihazırda üç kez dünya şampiyonuydu ve birçok büyük turnuva zaferine sahipti. Yani o CV’ye başka bir ekleme yapmadan emekli olsa bile tarihin en büyük birkaç oyuncusu arasında sayılacaktı. Hem de tüm bunları, malum sebeplerle snooker’dan pek keyif alamadığı senelere rağmen başarmıştı. Kendi sözleriyle, Peters’ın dokunuşu onun tüm kabul algısını değiştirecekti: “Steve, her vuruşun mükemmel olamayacağını, kötü olduğunu düşündüğüm maçların aslında o kadar da kötü olmadığını anlamamı sağladı” şeklinde anlattığı süreçten yepyeni bir mantaliteyle çıktı.
-III-
Belki Bükreş köklü bir snooker şehri değildi ama halkı son derece şanslı bir snooker izleyicisiydi. Zira bizim de tribünlerden takip ettiğimiz turnuvada çok kaliteli maçlar oynanıyor ve büyük isimler bir bir üst turlara çıkıyorlardı. Keyfimiz ayrıca yerindeydi çünkü hâlihazırda Mark Selby, Neil Robertson ve John Higgins ile uzun röportajlar yapmıştık. Hedefimizde bir tek, Uğur Ozan’ın birkaç senedir ayarlamaya çalıştığı Ronnie söyleşisi kalmıştı. Üstelik Roket’in turnuvadaki iyi gidişatı ve araya soktuğumuz ‘hatırlı’ dostlar sayesinde bunu başarabileceğimize inanıyorduk. Önümüzde hâlâ birkaç gün vardı ve otel lobisinde üstünden hiç çıkarmadığı çizgili tişörtüyle kahve içen Ronnie, bir an için gözümüze ulaşılabilir gelmişti.
Geçmiş yıllarda The Guardian‘a verdiği bir röportaj ise tersini söylüyordu. “Basından benimle konuşmak isteyen herkesi hızlıca reddediyorum. Neden mi? Çünkü kendimi o kadar değerli veya önemli görmüyorum” diyor ve ekliyordu Ronnie: “Sessiz ve utangaçım, Alex Higgins veya George Best gibi değilim.” Snooker oynarken ise tam anlamıyla onlardan birisi, yani bir ‘Maverick’ oluyordu. Hatta bu tartışmaya açık olsa da, hem masadaki Higgins’ten hem de futbol sahasındaki Best’ten daha etkili bir sporcuydu. 2012 yılından başlayarak, Peters ile çalışmasının meyvelerini almış; dünya şampiyonluğu sayısını beşe, sıralama turnuvası zaferlerini 33’e çıkarmıştı. İşler kötü giderken dağılmaması, onu karşılaştığı her rakip için eskisinden çok daha zorlu bir teste dönüştürüyordu.
Bu dönüşümü canlı gözlerle takip etmek de mümkündü. Dürüst olmak gerekirse Bükreş’te, Neil Robertson’ı 6-0 mağlup ettiği yarı final maçı hariç, kusursuz bir Ronnie O’Sullivan performansı izlememiştik. Yine de maçları kazanmasına yetecek kadar oynamayı başarıyordu. A oyununu masaya getiremediği zaman, B ve C oyunları da birçok rakibe diş geçirmesi için gayet yeterliydi. Sıradaki topa istediği pozisyonu alamadığı anlarda hızlıca en doğru güvenli vuruşu yapıyor, eskiden benzer durumlarda gösterdiği hayal kırıklıklarından kaçınıyordu. “Bazen bir tenis oyuncusu olmak ve John McEnroe gibi ortalığı dağıtmak istiyorum” diye anlattığı öfke nöbetleri mazide kalmıştı. Roket, kariyeri boyunca onu en çok zorlayan rakibi; yani kendisini yenmeyi de sonunda öğrenmişti.
-IV-
1990’lardan başlayarak, sayısı zaten çok olmayan Ronnie O’Sullivan söyleşilerini taradığınızda, yazdığı iki otobiyografiyi okuduğunuzda veya pek hoşlanmadığı basın toplantılarını dinlediğinizde karşınızda istisnasız bulacağınız tek şey dürüstlük. Ronnie’nin fikirleri konusunda istikrarlı olduğunu söylemek güç fakat açık sözlülüğüne diyecek laf yok. Hiç gerçekleşmemiş emeklilik kararları, çocukluk travmaları, haftada kaç mil koştuğu, yeni diyetinin neleri içerdiği, Jeremy Corbyn ve Damien Hirst gibi ünlülerle dostluğu… Dolayısıyla, “Acaba bize neler anlatacak?” noktası da en büyük motivasyonumuzdu. Ondan daha önce duymadığımız şeyler duyabilmenin heyecanıyla son ana dek bekledik ama final maçını Judd Trump’a kaybedince istediğimizi alamadık. O günlerde kullanmayı planladığımız kapak da iki seneliğine spesifik bir Merkez Kort seçimine kadar rafa kalktı.
Ne olursa olsun snooker’ın zirvedeki adamını beş maç boyunca yakından takip etmek unutulmaz bir deneyimdi. Roket, masanın etrafında uçarcasına topları cebe yollarken öyle doğaldı ki sanki o hızlı değil, diğerleri yavaştı. Birçok kez dünya şampiyonu olmuş rakipleri bile onu parlayan gözlerle övüyordu. Maçlara gösterilen seyirci ilgisi ‘Ronnie’li’ ve ‘Ronnie’siz’ şeklinde ikiye ayrılmıştı. Oynamadığı seanslarda tribünler üçte iki oranında boşken, o varken taraftarlar imza için birbirini eziyordu. Yani şu çok açıktı ki snooker’ın birçok iyi oyuncusu ama sadece bir Ronnie O’Sullivan’ı vardı ve o yolun sonuna geldiğinde, yeşil çuhada hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı…
*Bu yazıyı da içeren 12 sayfalık Ronnie O’Sullivan özel dosyası, Socrates’in ‘Hız’ temalı 44’üncü sayısında yayımlanmıştır. Tüm sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.