Play-off beklentisiyle girdiği sezonun henüz ikinci ayında yere çakılan Phoenix Suns’ın sahibi Robert Sarver, 2015’in sonundaki dokuz maçlık mağlubiyet serisini kendince şöyle açıklamıştı: “Size Milenyum kuşağı ve etrafında oluşan kültür hakkındaki görüşümü söyleyeyim; karşılaştıkları engellerle başa çıkamıyorlar. Yaptıkları her şeyin sosyal medyada, her an, onaylanıyor ve kutlanıyor oluşuyla bir ilgisi var mı, emin değilim. Markieff Morris vakası da bunun mükemmel bir örneği.”
Yeni nesli anlamlandırmaya çalışmak dünün meselesi değil. Bunun için Sarver gibi, şekilsiz bulutlara bakıp hiddetlenen ihtiyarlardan biri olmanız da gerekmiyor. Dünyaya yön veren/verecek gençlerin eğilimlerini bilmek istiyorsunuz. Gezi sonrası ‘bazı’ televizyonlara çıkan ‘Y Kuşağı’ uzmanlarını hatırlayın. İçlerinden biri, Milenyum jenerasyonunun çevresindeki değişimlere yaklaşımını ‘pragmatik idealizm’ olarak kodluyordu. Bu kod, 2016 NBA sınıfının 1 numara adayı Ben Simmons’ı anlamak isteyen bizlere bir kapı açabilir.
Simmons, kolej kariyerinin son maçına 12 Mart akşamı çıktı. İnişli çıkışlı bir sezonu ardında bırakan takımı Louisiana State’in, NCAA turnuvasına katılmak için son şansı kazanmaktan geçiyordu. Olmadı, Texas A&M’e 71-38 yenildiler. Kolej kariyerlerine draft tahtalarının zirvesinde giren oyuncuların silik bir sezon geçirdiklerine daha önce tanık olmuştuk. Ama böylesine değil. LSU’nun 38 sayılık vedası, Simmons’ın oyununda gözlenen gediklerin yüksek sesle tekrarlanmasına yol açtı. Şut atamıyordu, kolları kısaydı, savunmada isteksizdi ve takımına herhangi bir şekilde liderlik etmeyi becerememişti. Şut atamadığı doğruydu, dahası şut atarken hangi elini kullanması gerektiğinden bile emin sayılmazdı. Sahadaki büyük yıldız adayını savunmak için rakip takımlar genellikle en sıradan savunmacılarını görevlendirmeye başlamış, bu ‘dört adım geriden hayalet savunma’ stratejisi işe de yaramıştı. Topu tepede aldığında gereğinden fazla uzun bir Rajon Rondo hissi veriyordu, hayranlık duyduğunuz fiziği bile artık eskisi kadar etkileyici görünmüyordu. Özellikle de kollarını kaldırdığında…
https://www.youtube.com/watch?v=ohJckDIpSPQ
Megafonun yankıladığı sesi takip etmeye devam edelim. Doğal ribaund yetilerine karşın savunmada çoğu zaman faktör olamamıştı ve Baton Rouge’un görmeyi arzu ettiği liderin yakınından geçmemişti. Kendini sakatlıktan sakınıyor gibiydi. Milenyum kuşağına yönelik tahliller, işte burada bize kapı açacak. David Stern NBA’e giriş için 19 yaş sınırını getirmemiş olsaydı, Simmons doğrudan profesyonel olacaktı. Muhtemelen ailesiyle birlikte, posta kutularına gelen üniversite broşürlerine dönüp bakmayacaklardı bile. Paraya ihtiyacı olsa Avrupa ya da Çin’e gidebilir; bunların genel menajerler nazarındaki değerini düşüreceğini bilmese, bütün yılı boş geçirmeyi zoraki üniversite deneyimine yeğleyebilirdi. LSU’yu yeniden ülkenin basketbol haritasına sokmakla ilgilenmiyordu. Onları seçmesinin tek sebebi, vaftiz babası David Patrick’in takımın asistan koçlarından biri olmasıydı.
23 Haziran’da Simmons’ı ilk defa ‘olmak istediği yerde’ göreceğiz; Brooklyn’de, LeBron James’in menajeri Rich Paul ile birlikte… Ertesi günse seçildiği takımın antrenman sahasında, o kuşağına özgü pragmatik idealizmle çalışmaya koyulacak. İşe hangi eliyle şut atacağına karar vermekle başlayabilir. Yolun devamında onu, yakın zamanda Royce White ve Kyle Anderson’ın -belki onlardan da önce Clippers yıllarındaki Lamar Odom’ın- girdiği paradigmalar çatışması bekliyor. Bugünün yerleşik hâle gelmiş ‘pace and space’ atmosferinde Simmons gibi bir süper yıldızın hayatta kalması, bununla yetinmeyip 1 numaranın hakkını verecek ölçüde temayüz etmesi mümkün olabilir mi?
Ben Simmons ilk bakışta ‘zamanımızın bir kahramanı’ gibi duruyor – milenyal bir kahraman. Basketbolun saati ise biraz farklı yürüyor.
*Bu yazı, Socrates’in Haziran sayısında yayımlandı. Derginin tüm sayılarını temin edebileceğiniz satış bağlantıları için tıklayın!