Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

FutbolKupa Filmleri #2: The Game of Their Lives

Socrates, Dünya Kupası boyunca içinde kupa hikâyeleri barındıran filmleri izliyor, yorumlarını derliyor. Kupa Filmleri serimizin ikinci durağında, The Game of Their Lives var.

Dünya Kupası’nı benim açımdan en keyifli yapan unsurlardan biri, yaşanan sürprizlerdir. Bir de 10 numaralarla birlikte özel bir yere koyduğum mevki olan kalecilerin bu zaferde parmağı varsa, değmeyin keyfime. Kupa tarihinin en şok edici sonuçlarından olan 1950’deki ABD-İngiltere maçı da bu iki kriteri taşıyan karşılaşmalardan. Profesyonel bile olmayan ABD’li futbolcuların, İngiltere’ye bozguna uğratmasında başrolü, kaleci Frank Borghi oynamış ve kupa tarihine beklenmedik bir iz bırakmıştı.

Aslında 2005’te vizyona giren bu filmden yeni haberim oldu. Bu içerik için izlediğimde ise beklediğimden daha iyi bir film gördüm. ABD takımının oluşmasında büyük pay sahibi olan St. Louis’li göçmen gençlerin hikâyesi, o kupayı takip eden bir gazetecinin gözünden anlatılıyor. Futbol filmlerinde en büyük eleştiriyi maç sahneleri alır ama The Game of Their Lives, beni bu açıdan gayet doyurdu. En azından futbol sahalarında olmayan akrobatik hareketleri sık sık tekrarlayan oyuncular görmedik. Ayrıca dönemin forma ve diğer futbol eşyaları hususunda da gayet klas çalışmışlar.

Fakat bu tarz gerçek olaylardan esinlenen filmlerde sık sık gördüğümüz ve  benim çok da hoşlanmadığım şeyler de yok değil. Filmin mesajlarından biri, ABD’nin göçmenlerden oluşan bir devlet olduğu ve onların ülkeye verdiği katkı. Gerçeklik payı da yok değil bu iddianın ama İngiltere’ye golü atan Haiti asıllı Joe Gaetjens’in o kadar siyahi bir oyuncu olmadığını da biliyoruz. Burada “Göçmenler ve siyahi insanımızla biz ABD’yiz” mesajı biraz abartı olmuş. E bir de ABD klasiği işin için orduyu karıştırma mevzusu da es geçilmemiş. Bunun dışında birkaç bilgi hatası da gözüme takıldı. İngiltere’nin yıldızı Stan Mortensen, bir yemekte ABD Antrenörü William Jeffrey tarafından takdim edilirken “FA Cup finalinde üç gol atan yetenek” olarak kendisinden bahsediliyor. Fakat Mortensen’in tarihe geçtiği o final, bu konuşmadan üç yıl sonra oynanmıştı. Bir de ‘kader maçının’ tarihi ile ilgili ufak bir oynama yapılmış. ABD, İngiltere ile karşı karşıya geldiğinde grupta bir maç oynamış ve İspanya’ya mağlup olmuştu ama filmde, ilk maç olarak karşımıza çıkıyor.

Biraz fazla ‘sallamış’ olabilirim ama belirttiğim gibi özellikle maç sahnelerinin atmosferi ile hoşuma gitti The Game of Their Lives. Sonunda o maçın gerçek kahramanlarının karşımıza çıkması da ayrıca tebessüm bıraktı… – İlhan Özgen


The Game of Their Lives filmi 1950 Dünya Kupası’nda kimsenin bırakın kazanmayı, puan almasına dahi şans vermediği Amerikan milli takımının İngiltere’yi 1-0 yenmesine kadar geçen süreci anlatıyor. Bu anlatım zaman zaman kendisini tekrar ediyor ancak vurgulamak istediği noktalar belki de günümüz futbolunda eksikliğini hissettiğimiz şeyler.

Amerika’nın dünyanın en büyük spor organizasyonunda boy göstermesini isteyen Amerikan hükümeti, apar topar ülkedeki en iyi oyuncuları tespit edip bir milli takım yaratma isteğiyle ülkenin dört bir yanına gözlemciler gönderdi. Gözlemciler, İtalyan göçmenlerin çoğunlukta yaşadığı St.Louis bölgesine geldiklerinde de bir altın madeni bulmuşcasına sevindikleri kadar şaşırmışlardı. Zira o sıralarda futbol, Amerika’da önemseyen bir spor olmasının yanı sıra vatandaşlar tarafından da pek ilgiyle karşılanmıyordu. Ancak 50 yıl önce Amerika’ya yerleşen İtalyanlar, futbol sevgilerini de yanlarında getirmişlerdi. Hafta sonları müsabakalar düzenliyorlar ve bu sporu ellerinden geldiğince yaşatıyorlardı. Durum böyle olunca Amerikan milli takımının yarısını İtalyan kökenli oyunculardan oluşmaması kaçınılmazdı.

İtalyanlar, futbolu doğaçlama oynamaktan zevk alıyorlardı ve oyun planlarını da hücum üzerine kurmayı alışkanlık haline getirmişlerdi. Ancak Alman kökenli Amerika milli takımının kaptanı Walter Bahr, takımın disiplinli bir hiyerarşi içerisinde hareket etmesi gerektiğini savunuyordu. Ve iki kültürün, iki farklı mentalitenin çarpışması kısa süre içerisinde çözümlenmesi gerekiyordu. Çünkü Dünya Kupası’na hazırlanmak için 10 günlük bir süreleri vardı. 10 gün!

Walter Bahr, her ne kadar milli takımın kaptanı olsa da hiçbir zaman dediğim dedik bir tarza bürünmüyor. Her zaman orta yol araması ve takımın kalecisi -aynı zamanda İtalyan kökenlilerin lideri- Frank Borghi ile çatışmak yerine omuz omuza vermeye gayret etmesi gözden kaçırılmaması gereken bir ayrıntı. Zira takımı oluşturan birçok farklı karakterin aynı telden çalmaları için belirlenenen oyun planına sadık kalınması gerekir, işler kötüye gittiği zamanlarda bile.

The Game of Their Lives, takım içi hiyerarşilerin, kutuplaşmaların ve çok kültürlülüğün bir özeti niteliğinde. Takım içerisindeki her oyuncunun farklı karakterleri ekrana çok iyi yansıtılmış. Film ilerledikçe her bir kişiliğin takıma kattığı özel şeyleri görebilmek, iki maestronun yönettiği bir orkestrayı dinliyormuş hissini yaratıyor. Bir yandan Frank Borghi ve İtalyanlar, diğer tarafta Walter Bahr ve arkadaşları. En uç taraftaki takımın tek siyahi oyuncusu Joe Gaetjens’i de unutmamak gerek. İki gruptan da bağımsız bir şekilde kendi solosunu çalan Gaetjens’i de orkestraya dahil etmek için İtalyan’lar tempo düşürüyor, milli takımın gediklileriyse tempo arttırmak zorunda kalıyor. İki grubun kendi kimliklerinden verdiği ödünlere Gaetjens, attığı galibiyet golüyle karşılık verdiğinde ister istemez tüyleriniz diken diken oluyor.

Dünya Kupası birçok hikâyeye gebe. Ve bildiğiniz üzere en akılda kalan hikâyeleri genellikle, beklenmedik takımların beklenmedik başarıları yazıyor. Eğer bu Dünya Kupası’nda tüm olasılıklara kafa tutan bir takıma gönül verdiyseniz ya da Amerikalıların deyimiyle “Sindirella Hikayeleri”ni seviyorsanız, The Game of Their Lives’ı kaçırmayın derim. -Feyyaz Sonbudak


1950 Dünya Kupası, futbola yabancı Amerikalılarla önceki kupaları boykot ettikten sonra sonunda büyük sahneye ‘teşrif eden’ İngilizler karşı karşıya. Bugün dahi Dünya Kupası’nın en büyük sürprizlerinden biri olarak görülen 1-0’lık ABD galibiyetini Hollywood’un keşfetmemesi sürpriz olurdu elbette.

Filmin açılış sahnesi, 1950 ABD takımında forma giyen futbolcuların onurlandırıldığı 2004 MLS All-Star maçına ait. Genç bir gazetecinin, 54 yıl önce Belo Horizonte’de maçı takip eden tek ABD’li gazeteciden o yolculuğun hikâyesini dinlemek istemesiyle başlayan film, kayıt cihazının açılmasıyla takımın kuruluş günlerine dek uzanıyor. İlhan Özgen’le 1950 ABD kadrosunu incelediğimizde neden büyük bir çoğunluğun Saint Louis kökenli olduğunu merak etmiştik ve bu konuya dair ipuçlarını görmek de mümkün filmin ilk bölümünde.

Spor filmi çekmenin, özellikle maç aksiyonu anlarında ne kadar zor olduğu sık sık konuşulup anlatılan bir gerçektir. Öte yandan, bana kalırsa sahada çok eğreti durmamayı başarmış oyuncuların neredeyse tamamı. İronik olanı ise en kötü ‘maç içi’ oyunculuğun kaleci Frank Borghi’nin kurtarışlarında karşımıza çıkıyor oluşu. Gerçi dönemin kalecilik standartlarını göz önünde bulundurunca, ona da çok fazla laf etmemeli…

Elbette bolca ‘Amerikan’ dokunuşuna da rastlayacaksınız The Game of Their Lives‘ı izlerken. İtalyan, Alman, Afrikalı-Amerikalı gibi farklı kökenlere sahip oyuncuların Amerikan ülküsü için nasıl birleştiği, zaferin büyüklüğünü artırmak için filmde geçen ekstra bir hazırlık maçı ve İngilizlerin onları aşağılayışı, hazırlık süresince iyi anlaşamayan Pee Wee ve Walter’ın büyük maç öncesi omuz omuza oluşu gibi detaylar Hollywood’da olduğunuzu hissettiriyor.

En sevdiğim anlar ise çok gol yediği bir hazırlık maçının ardından otele yürüyerek dönmek isteyen kaleci Borghi’yi yalnız bırakmamak için tüm takımın otobüsten inip onunla birlikte yürüdüğü anlar. Evet, çok Hollywood ama kalecinin yalnızlığı temasına karşı zaafım var sanırım… – Buğra Balaban


Dünya Kupası tarihinde pek çok ‘unutulmayan an’ var elbette. Bana en farklı gelen ise Amerika’nın 1950 Dünya Kupası’nda İngiltere’yi 1-0 yendiği maç. Dergide yer alan ’50 Dünya Kupası Ânı’ için araştırma yaparken bu maça denk gelmiş ve pek çok yazı okumuştum. Açıkçası o dönemde bu filmi izleme fırsatım olmamıştı. Daha sonra bu yazı dizisi için oturup izledim filmi. Elbette, beğendiğim pek çok sahne var. Özellikle, tıpkı yukarıdaki yazılarda olduğu gibi maç sahneleri benim de fazlasıyla hoşuma gitti. Ancak bu tip filmlerde sevmediğim yönlerden bahsederken hep aynı cümleyi kuruyorum: “Anlatım biraz fazla tek taraflı.”

“Futbol neden dünyanın en büyük sporudur biliyor musun? Çünkü tek ihtiyacın olan bir top ve boş bir arsadır. Şık malzemelere ve özel bir alana ihtiyacın yoktur. İri, güçlü ya da uzun olmak gerekmez. Futbol tüm sporlar içinde en demokratik olanıdır. Tüm insanların oyunudur.”

Filmi izlememiş olsanız bile, The Game of Their Lives filminin bu en can alıcı sözüne bir yerlerde rastlamışsınızdır diye düşünüyorum. İngiltere’yi yenen kadronun da üyesi olan göçmen bir İtalyan’ın ağzından dökülen bu sözler belki de olanları anlatır nitelikteydi. Öyle ki bu maç öncesi insanlar bu maçın skorunu merak etmekten çok İngiltere’nin Amerika’ya kaç gol atacağını merak ediyordu. Bahis şirketleri de tıpkı dünyanın geri kalanı gibi düşünüyor ve İngilizlere 1’e 3, Amerika’ya ise 1’e 500 oran veriyordu.

Sürprizleri ve bu tip hikayeleri seviyorsanız, tüm ‘Hollywoodvari’ sahnelere rağmen bu filmi öneririm… -Kaan Demirel

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Tahterevalli

Tahterevalli

3 sene önce
Başka Bir Yol

Başka Bir Yol

4 sene önce
Hayal Albümü

Hayal Albümü

4 sene önce