Erkenden kalktı ve üstüne hiçbir şey almadan bakkalın yolunu tuttu. Maç günü yayımlanan bütün gazeteleri almayı gelenek haline getirmişti. Koleksiyonuna yeni parçaları kattı ve koşar adım eve döndü.
-Meral, kalk hadi! Kahvaltıyı hazırlıyorum.
Meral, maç günlerinde değişik bir hâletiruhiye içerisinde olurdu. Bir yanda Oktay’ın sabahın köründe kalkması ve onu da uyanmaya zorlamasının verdiği sinir, bir yandan da Oktay’ın maç nedeniyle perişan ettiği pazar gününü telafi etmek adına hazırladığı kahvaltının verdiği mutluluk…
Oktay, gazetelerden başını kaldırmadan apar topar kahvaltısını yaparken, Meral de eşine katılmak için masaya oturdu.
-Maç kaçta?
-Bir buçukta ama 11 gibi stadyumda olmam lazım.
-Niye?
-Canım, yıllardır öğrenemedin. Bilet kuyruğu meselesi işte…
-Hangi takımla oynuyorsunuz bugün?
-Malatyaspor.
Eşinin sorularını telaşla cevaplayan Oktay, kahvaltısını bitirdiğinde saat 10.05’i gösteriyordu. Giyinmesi, kahvaltısından da tez olmuştu. Meral’in yanağına bir öpücük kondurdu ve Beşiktaş mesaisine resmen başladı. Babadan kalma arabasının kontağını çevirdi, eline ilk gelen İlhan İrem kasedini teyple buluşturdu. …Ve Ötesi albümünün en matrak şarkılarından Taş Devri çalmaktaydı. Şarkının tesiriyle suratında oluşan tebessüm, Anadolu yakasında oturmanın verdiği mutsuzlukla harmanlandı. Eğer tam zamanında İnönü’de olamazsa bu tamamen Anadolu yakasının suçuydu, orada oturmak zorunda kalışı ise Meral’in…
Stadyuma vardığında saat 11.15’ti. Sıradaki iş, Metin ve Yusuf’u bulmaktı. Neyse ki yıllardır buluştukları yerden ayrılmamışlardı. Yanlarında Metin’in işyerinden arkadaşı Orhan da vardı. Orhan, methini duyduğu bu üçlü ile maç izlemek için sabırsızlanıyordu. “Oğlum, nerede kaldın lan!” dedi Metin.
– Geldik işte! Haydi, girelim artık maça…
Yılların ayıramadığı üçlü, D’artagnan Orhan’ı da arkalarına katarak önce bilet sırasındaki daha sonra da küçük yaşlardan beri Beşiktaş’ı izledikleri deniz manzaralı kale arkasındaki yerlerini aldılar. Maça daha 15 dakika vardı. Bu boşluğu, Yusuf’un kademesi doldurdu:
-Çıkışta kaçmak yok ha! Mahallede kutlama var.
-Tamam yahu! Zaten galibiyeti de kutlayacağız. Tabii Wilson’a takılmazsak… Milne ne buluyor şu adamda anlamadım!
Oktay’ın Wilson karamsarlığı, bir hafta önceki 5-1’lik Fenerbahçe galibiyeti yâd edilerek bastırıldı. Artık maç zamanı gelmişti. Oğuz Sarvan’ın düdüğüyle maç başladı…
Lider Beşiktaş, 14 Ocak 1990’daki 3-1’lik Malatyaspor galibiyeti ile zirvedeki yerini pekiştirmişti. Oktay ve arkadaşları, bir gün gecikmeli de olsa, ‘13 Ocak Kutlaması’ için yola koyuldular. O gün kadehler Oktay’ın Beşiktaşlı olmasının yıldönümüne kaldırıldı: “Oktay’ın doğru yolu bulması şerefine!”
Bu coşkuyu, Orhan’ın suali böldü:
-Oktay, biraz geç kalmışsın duyduğuma göre. Var mı bir hikâyesi?
Biri sorsa da anlatsam edasıyla masaya bakışlar fırlatan Oktay, rakısından bir yudum aldı ve meşhur hikâyesini anlatmaya başladı:
Sene 1973. Ocak ayının 13’ü… Bildiğin üzere Metin, ben ve Yusuf çocukluk arkadaşıyız. O gün de Yusuf’la beraber buralarda geziniyoruz. Metin, koşarak yanımıza geldi. Herifin yüzü kıpkırmızı olmuş depar atmaktan. “Oktay, milli maçı televizyon veriyormuş ulan! Koşun Abdi Ağabey’in kahvehaneye gidiyoruz” dedi. Fırladık tabii istasyon tarafındaki kahveye. O zamana kadar televizyondan maç falan izlememişiz. Sadece biz değil, mahallede birçok kişi böyle bir şeyi hatırlamıyor. Ekrana aşina bazı büyüklerimiz bahsediyor televizyonda maç izlediğinden, o kadar… Neyse uzatmayayım… Mekâna daldık. İçeriye girdiğimizde ağzımız açık kaldı! Mahşer kalabalığı var kahvehanede. Peder beyler de orada. Benimkiyle bir göz göze gelişimiz var ki sorma… Kızacak ama bir şey söylemiyor. Futbolla yeni yeni ilgileniyoruz ya, hoşuna da gidiyor bir taraftan.
Neyse, biz dokuz yaşın verdiği fiziksel avantajla kalabalık arasından sıyrıldık ve ön taraflarda bir yer kaptık. Milli takımı en fiyakalı yerden izlemek istiyoruz. Fakat ahali sanki Türkiye’yi değil de İtalya’yı izlemeye gelmiş. İtalya da Dünya Kupası’nda final oynamış; Riva, Rivera, Anastasi, Zoff… Böyle bir takım. Bizde de Cemil, Osman, Metin falan var ama onlarınkilerin yanında pek de yıldızdan saymıyoruz! Metin’le Yusuf babadan Beşiktaşlı… Baksana; birisinin adı Yusuf Tunaoğlu’ndan dolayı ‘Yusuf’ olmuş, diğerinin babası da geleceği görmüş de ‘Sarı Fırtına’nın adını vermiş. Ben de o zamanlar pederden dolayı Galatasaraylı gibiyim. Onların gözü kaleci Sabri’yle, sol bek Zekeriya’da… Ben ise ‘Ördek’ Mehmet ve Metin Kurt’u gözlüyorum devamlı. Babamın stadyumda izlemeye doyamadığı adamları, sonunda ben de izleyeceğim ya, heyecan had safhada. Mehmet’in orta saha resitalini, Metin’in dripling gösterisini görmek için sabırsızlanıyorum. Büyüklerimiz de bize sataşıyor, “Ulan ne şanslı veletlersiniz be! Oturduğunuz yerden Cemil’i, Osman’ı, Mehmet’i izleyeceksiniz” diye.
Sonra maç başladı. Ama ne başlamak! Ne Metin’e top geliyor ne de Mehmet takımı atağa çıkarıyor… Ne Cemil gole yaklaşıyor ne de Osman fileleri havalandırıyor… Bizim takım kapanmış ceza sahasına; gelene vur, gidene vur! İtalyanlar da kendi seyircisi önünde oynuyor, bir an önce gol atma telaşındalar. Heriflerin yetenekleri, bizim savunmayı allak bullak ediyor ama her denemede Sabri’ye takılıyorlar. Rivera vurdu bir tane, Sabri kurtardı. Anastasi vurdu, onu da kurtardı! Normal kurtarışlar dedik ama yanılmışız. Adam kurtardıkça kurtarıyor… Riva, Rivera, Chinaglia… Hepsi vız geliyor tırıs gidiyor Sabri’ye. Ben bıraktım bizimkileri, Sabri’yi izlemeye koyuldum.
Bir ara Metin, tek başına topu götürüp şutu çektiğinde bile kalabalığın coşkusuna dâhil olamadım. İşim gücüm Sabri Dino oldu. Daha stadyuma bile gitmemişiz, topçu filan izlememişiz… Sadece radyodan duyduklarımız, gazeteden okuduklarımız… İlk başlarda ekran tecrübesizliğimize verdim bu performansı. Belki de her kaleci aynı numaraları yapıyordu! Ama stadyumlarda maç izleme işini meslek haline getirmiş ağabeylerimizin, “Helal olsun be Sabri!” nidalarını duydukça anladım ki tarihi bir ana tanıklık ediyoruz. O gün Sabri’yi izledikçe keyiflendim, futbolu sevdim.
Tarihi fark beklenen o maç, Sabri Dino sayesinde 0-0 bitti. Bendeniz de o gün bugündür ‘Beşiktaşlı Oktay’ olarak Dolmabahçe’nin yollarını arşınlar oldum. O maçı izleyen birçok velet de benimle aynı yola girdi belki. Hatta İtalya maçından bir sene sonra da ipimizi kopardığımız gibi Şeref Stadı’na gittik Beşiktaş antrenmanını izlemeye. Orada Sabri Dino’dan da bir imza almıştım. 1975’te futbolu bıraktı ama benim için hâlâ Beşiktaş’ta oynamış en iyi kalecidir. Kulakları çınlasın sonra gömlek işine girdi. Gerçi bu aralar işleri kötüymüş galiba ama Sabri Dino’ya vız gelir bunlar!
Oktay, Orhan’a doğru eğildi:
-Baksana şu gömleğin markasına!
Orhan, gömleğin yakasını kaldırdı. Kahverengi mintanın yakasının arkasında afili bir Sabri Dino yazısı vardı. Kaleci mukayesesinden rahatsız olan Yusuf girdi devreye:
-Oğlum, Rasim’le Engin’e haksızlık etme. Onlar da 10 numara kaleci.
Oktay, umursamaz bir tavırla:
-Hadi oradan yahu! Gördük Engin’in bugün yediği golü!
Uzun uzadıya yapılan kaleci tartışmaları, Oktay’ın saatine bakmasıyla sonlandı:
-Beyler, ben kaçıyorum, Meral delirmiştir.
“Seni aramızdan aldığı yetmezmiş gibi, bir de mahallenden kopardı. Helal olsun Meral’e!” dedi Metin. Oktay, eski mahalle arkadaşlarını civardaki evlerine yolcu ettikten sonra, yeni tanıştığı Orhan’la da vedalaşıp karşı yakaya doğru gazladı. Sıkıntılı bir trafik mücadelesi sonunda Boğaziçi Köprüsü’ne vardı. Saatine baktığında, akrep ile yelkovanın işbirliği akşamın dokuzunu göstermekteydi. “Meral’in suratı beş karıştır şimdi,” dedi kendi kendine. İlhan İrem’in Köprü albümünden Sırat Köprüsü şarkısı, manidar bir şekilde eşlik ediyordu Oktay’ın yolculuğuna. Boğaz Köprüsü’ne girer girmez, bir kalabalıkla karşılaştı. Köprünün ortasında terk edilmiş bir araba dikkatini çekti. “Yine mi!” diye mırıldandı. Tek amacı, bir an önce eve ulaşıp Meral’in gönlünü almaktı. İntihar olayını pek de umursamadan yoluna devam etti.
Eve vardığında saat dokuzu geçmişti. Meral, ‘13 Ocak Kutlaması’nı bildiği için tepki göstermedi. Hemen duşa girdi ve maçtan unutulmaz anları özet geçti Meral’e. Keyfine diyecek yoktu Oktay’ın. Birkaç yıldır beklediği şampiyonluk bu sefer gelecekti. Adı gibi emindi bundan. Yarın gazeteleri toplayacak ve ‘Kara Kartal’ın şampiyonluk yürüyüşünü keyifle okuyacaktı. Bu ceride seansı, pazartesi stresini alacaktı. Bu mutlulukla, kafasını yastığa koyduğu gibi uyudu…
Oktay, bir gün önceki gibi erkenden kalktı. Kahvaltı hazırlama nöbetini Meral devralmıştı. Eşinin yanağına bir günaydın busesi kondurdu ve bakkalın yolunu tuttu. Ekmeğini ve dükkândaki tüm gazeteleri alarak Metin Tekin’e taş çıkaran süratle merdivenleri çıktı. Masaya oturdu ve ilk lokmasını ağzına atar atmaz, günün ilk gazetesiyle zafer keyfine başladı. Zarif bir bilek hareketi ile spor sayfasını çevirecekti ki gazetenin ilk sayfasındaki haber gözüne takıldı. Artık ne Malatya zaferinin ne de pazartesi stresinin önemi vardı. Dudakları titreyerek, sesli sesli Milliyet Gazetesi’ndeki haberi okudu:
“Dün saat 20.30 sıralarında hacizli olduğu öne sürülen 34 CTL 70 plakalı otomobiliyle Boğaziçi Köprüsü’ne gelen Sabri Dino, köprünün Beylerbeyi ayağından denize atlayarak yaşamına son verdi.”
Sabri Dino 14 Ocak 1990 günü aramızdan ayrıldı. Yazıdaki maçlar ve Dino’nun intiharı dışındaki hadiseler tamamen hayal ürünüdür.
*Bu yazı Socrates’in Nisan sayısında yayımlandı. Derginin tüm sayılarını bulabileceğiniz satış bağlantıları için tıklayın!