Sıkça duyduğumuz “O takım antrenörsüz de şampiyon olur.” cümlesi, safsatadan başka bir şey değildir. Hiçbir takım antrenörü olmadan başarı kazanamaz. Kariyerim boyunca birçok kez bunu gözlemledim ve bizzat yaşadım. Bu husustaki tecrübelerimin en büyüğü, 1948 Londra Olimpiyat Oyunları oldu.
O dönem Türkiye Milli Takımı’nın antrenörlüğünü yapan Molnar, “yurtdışına kaçar” gerekçesiyle olimpiyatlar öncesinde görevinden alınmıştı. Londra’ya Ulvi Yenal’ın sorumluluğunda gidecektik. Turnuvaya, Caddebostan’da yaptığımız kampla hazırlandık ve kafileyle birlikte Londra’ya uçtuk. Caddebostan gibi eğlence mekânlarının çok olduğu bir muhitte kamp yapmamız ilk yönetim hatasıydı. Lâkin Şükrü Gülesin, Lefter Küçükandonyadis, Vedii Tosuncuk, Cihat Arman, Hüseyin Saygun ve Gündüz Kılıç gibi kaliteli futbolculara sahip olmamız iddiamızı muhafaza etmek adına yeterli bir sebepti. Kadromuzdaki isimler nedeniyle müspet bir sonuç alacağımızdan emindik.
Londra’da ilk rakibimiz Çin olmuştu. Yağmurlu bir havada oynanan maçta rahat bir oyunla Çin’i 4-0 yendik ve kardöfinale yükseldik. Gollerimiz; Gündüz (2), Lefter ve Hüseyin’den gelmişti. Takım olarak büyük bir sevinç yaşasak da maç içinde husule gelen bir hadise moralimi epey bozmuştu. Karşılaşma esnasında Çin santrforu ile sık sık karşı karşıya geliyorduk. Hava hakimiyeti ile tanınan bir savunma oyuncusu olarak ilk yarıda rakibime büyük bir üstünlük sağlamıştım. Ufak tefek itişmeler olsa da kafa toplarının hepsini alıyordum. Hakemin düdüğüyle haftaym için soyunma odasına doğru yöneldik. Bir anda Burhan Felek’in elinde Türk bayrağı ile üzerime doğru yürüdüğünü gördüm. Yanıma geldi ve bayrağı göstererek şöyle dedi: “Adam seni öldürecek! Bu bayrak için o adamı oyundan çıkart!” Çok sinirlenmiştim. “Ne diyorsun sen!” minvalinde tepki versem de ikinci yarı için sahaya çıktığımda bu olayın tesirinden kurtulamamıştım.
Nitekim maçın devamında Çinli santrfor ile girdiğim bir mücadelede, mezkûr tartışmanın da etkisiyle çok sert bir müdahalede bulundum ve bu oyuncunun sakatlanarak sahayı terk etmesine sebebiyet verdim. Bu olayın üzüntüsünü üzerimden atamamıştım ki maçın akşamı davetlisi olduğumuz yemekte gördüklerimle daha da sarsıldım. Son derece şık sporcular dimdik salona girerken, koltuk değnekleriyle zar zor yürüyen bir sporcu dikkatimi çekmişti. Bu, Çinli santrfordan başkası değildi. Burhan Felek’i kolundan yakaladım ve “Bunun müsebbibi sensin!” dedim. Kanaatimce antrenörsüz oluşumuzun bir başka olumsuz etkisiydi bu olay.
Çin’i ekarte ettikten sonra kardöfinalde Yugoslavya ile karşılaştık. Madalya için iddialı olan takımlardan Yugoslavya, Stjepan Bobek gibi meşhur bir hücum oyuncusuna sahipti. Bobek, Partizan formasıyla tüm Avrupa’nın gözdesi olmayı başarmış çok kaliteli bir futbolcuydu. Onun dışında daha sonra Türkiye’de antrenörlük yapacak olan Branko Stankovic de Yugoslav takımının elemanlarındandı. Kaliteli bir takıma karşı oynamış ve iyi mücadele etmiştik. 1-0 yenik duruma düşsek de Şükrü ile eşitliği yakalamıştık. Fakat 3-1’lik mağlubiyetten ve dolayısıyla elenmekten kurtulamadık. Bu yenilgide dokuz kişi kalmamızın da payı büyüktü. Atatürk’e küfür eden Bobek’e tekme attığım için oyundan ilk atılan ben oldum. Kenarda bir liderimiz olmadığı için sinirlerimiz gerilmişti. Oyundan çıkarken Şükrü “Ben de geliyorum” diye bağırıyordu.
Son derece üzgün bir şekilde soyunma odasının yolunu tutmuştum. İngiltere’de soyunma odalarına varmadan evvel kan dolaşımının normale dönmesi için hazırlanan, içi buz dolu havuzun olduğu bir oda vardı. O havuza atladım ve yüzmeye başladım. Bir anda kulağıma krampon sesleri geldi. “Ne o, maç bitti mi?” diye sorar sormaz Şükrü’nün o kalın sesiyle: “Yok ulan, ben geldim!” demesini bugün gibi hatırlıyorum. Mitic’e tekme atmış ve oyundan atılmıştı o da. Bu ihraçlar nedeniyle birkaç gün sonra Türkiye’ye gönderildik ve mağlubiyetin sorumluları olarak gösterildik. Neticede final oynayacak olan takıma yenilmiştik ama Dünya Savaşı nedeniyle Dünya Kupası’nın düzenlenmediği o yıllardaki en büyük futbol organizasyonunda son sekize kalmıştık.
Altın madalyayı, o dönem futbolda pek esamesi okunmayan İsveç kazandı. Kısa süre sonra Milan tarihine geçecek olan müthiş trio Gren, Nordahl ve Liedholm gibi istidatlı futbolculara sahip olan İsveç, buna rağmen favori değildi. Fakat İtalya ve Britanya gibi önemli futbol ülkeleri, savaş sonrası henüz toparlanamadığı için sürpriz takımlara yol açılmıştı. Sürprize imza atan ve madalya kazanan İsveç, Yugoslavya ve Danimarka ise profesyonel bir antrenör önderliğinde olimpiyata gelmiş ve disiplinli oyunlarıyla ön plana çıkmayı başarmışlardı. Eğer komik politik nedenlerle Molnar gibi büyük bir hocayı Türkiye’de bırakmayıp Londra’ya götürseydik, biz de madalya kazanan ülkelerden birisi olabilirdik. Bir takım ne kadar büyük oyunculara sahip olursa olsun onları düzen içerisinde sahada yönlendirecek bir lideri yoksa muvaffak olması imkânsızdır.
Hazırlayan: İlhan Özgen
Bu yazı, Haziran sayısında yayımlanmıştı. Socrates’in tüm sayılarını internet üzerinden temin edebilirsiniz.