Galatasaray’a bir basketbol maçında 22 sayı attıktan sonra vapurla karşıya geçip 2 de gol atan bir Fenerbahçe efsanesiyseniz, insanlar çocuklarına adınızı verirler. Çok daha azını yapıp tanımadıkları ve hiç tanımayacakları çocuklara isim babası olmuş onca silikon kahramanın yanında Can Bartu’nunki hak edilmiş bir kutsiyettir. Eğer ‘Sinyor’sanız o zaman bir oğluna Can, diğerine Bartu ismi koyan hayranlarınız olur. Doğal olarak…
Bartu’nun Mano Palas’ta bir Fenerbahçe kampı sırasında gençlerin teklifini kırmayıp masa tenisi şovu yapmışlığı da vardır. Bir, iki, üç derken yarım düzine galibiyet alır ve boynu bükük yollar delikanlıları. Sonrasında orta yaşlı bir bey gelir ve hafiften sitem eder,
-Can Bey ne yaptınız? Milli Takım’ın morali altüst oldu.
Sinyor burun kıvırır! Hiç iddiası olmaması gereken bir sporda Milli Takım’ın tamamını devirmek normaldir onun için…
Sinyor’la tanıştıktan sonra sormadım bu hikâyeyi kendisine. Bana anlatan Attila Gökçe gibi güvenilir bir duayen olsa da soramadım… Hikâyenin sihri bozulmasın diye. Onun için normaldi. Hatırlamıyor dahi olabilirdi. Daha da mümkünü soruyu önemsiz bulup gözlerini devirerek beni itebilirdi. Hem, biliyorsunuz, adım Can bile değil… Adım Can olsa değişir mi?
Can Dündar adını Bartu’dan almış ve küçüklüğünde onun gibi futbolcu olmak istemiş. “Adımı ve takımımı seçme hakkım yoktu” der ya hani. Bir gün Can Bartu’yla karşılaşıyor. Yanına gidiyor. Kendi hikâyesini, ‘adının istemsiz babasına’ anlatıyor.
“Adım sizden,” diyor, “babam büyük hayranınızdı.”
“Evet,” diyor Sinyor, “çok var öyle!”
Peki buna kibir diyebilir miyiz? Kınanması gereken bir ego gösterisi mi? Hayır. Asla! Çünkü Bartu, böyle olmasa kahramanın olmazdı. Can Bartu bunun için Can Bartu. Ve böyle olduğu için hem Can hem Bartu oluyor iki kardeş bir evde.
Kolay kolay anlaşılmaz bir ilişkidir hayran/kahraman bağlantısı. Çünkü aslında hayran olma hâli tek taraflıdır. Kahraman, kahraman olmak için kahraman olmaz. Ama hayranlık öyle değil. Bir platonik aşktır hayranlık ve kahraman bunsuz yaşayamaz… Hem de bundan nefret edendir çoğu zaman. İlişkinin sahnesi, hayranın gerçek hayatının hayal dünyasına bodoslama çarptığı bir kaza yeridir.
Zeki Müren’e ölümüne hayran bir homofobiğe rastlayabilirsiniz bu yüzden. Platonik aşktan farkı tamamen irrasyonel olmayışıdır. Kahramanın yıldızı parlaktır çünkü. Komşunun kızı Hatice gibi değildir. Ve fakat hayranın kurduğu bağ tamamen irrasyoneldir. Bir rock yıldızının uyuşturucu kullanıyor olması kınanabilir yani. Sanki böyle bir temizlik vaadi varmış gibi.
Bülent Korkmaz’ın yanına gidip “Abi beni hatırladın mı?” diyen Kahramanmaraşlı Abdullah’ın zihninde görebilirsiniz bu durumu. Kaptan, alçakgönüllü kahramanlardandır. Tanımadığını söylemez tabii. Sonra açıklar Abdullah: “Bizim oraya gelmiştin 10 sene evvel, resim çektirmiştik.”
Abdullah 10 sene evvel kimlik için çektirdiği polaroidi kimin çektiğini hatırlamamaktadır doğal olarak. Ancak kahramanından o büyülü fotoğrafı hatırlamasını bekler. Doğaldır, haklıdır ve tabii ki çok saçmadır…
Bu yüzden belki de çoğunun söylediği gibi kalbinizin kırılmasını istemiyorsanız kahramanınızı gördüğünüzde hemen yolunuzu değiştirip uzaklaşmakta fayda vardır. Ya da?
2002 Dünya Kupası sırasında Raul Gonzalez’le karşılaştığım anı unutamam. Bir İspanyol meslektaşımın tercümanlığında dakikalarca konuşma şansım olmuştu efsanemle… Hani soru sorarak rahatsızlık verdiğini düşünürsün ya bir ünlüyle karşılaştığında… O gün sorum kalmadığı için rahatsızlık verdiğimi düşünme noktasına gelmişti iş. Bekliyordu hâlâ, bense kuraktım artık. Çok etkilendim tabii. Gülümsedi, elimi sıktı ve gitti…
Sonra David Beckham’ın yüzlerce çocukla hiç üşenmeden resim çektirip, hepsine tek tek imza dağıttığını gördüğümde bu hayranlık ona kaydı. Zihnim durumu kurcalamaktan vazgeçmedi tabii… Nasıl?
Şu soruyu sordum: Peki ya sevgilin seni hiç sevmemişse ve sevmeyecekse? Sadece bir çıkar ilişkisiyse bu? Peki ya varlığını sana borçlu olduğunu bilen bir profesyonelse? Bu kadar çok insanla konuşmayı, fotoğraf çektirmeyi seven bir alçakgönüllü yıldız ne zaman fırsat bulur da yıldız olur? Sistem bir yıldızdan, bir kahramandan ilgiye karşılık verme profesyonelliğini arar. Şöhretin tazminatıdır bu. İşin bir parçası… İşin parçası olan bu ilgi karşılama, samimi olabilir mi? Yoksa bizler soğuk bir pazarlama yönteminin sıcak yüzüne mi vuruluyoruz? Onların sanatlarını icra etmesi ve bizim keyif almamız neden yetmiyor? Yani belki de, büyük ihtimalle, kahramanınla tanıştığına memnun olduysan aslında muhtemelen ruhsuz bir pazarlama stratejisinin kurbanı oluyorsun. Yani belki de karısıyla yemek yerken yanına gidip bir şeyler söylediğin kahramanından tam da beklediğin gibi bir tepki alıyorsan hayatı boyunca rol yapan bir uyanıkla karşı karşıyasın. Böyle bir uyanığa neden hayran olayım ki?
Beckham demişken, bir de kahraman olup kahramanları olanlar var tabii. İngilizlerin hakkında isabetle söylediği gibi; futbolculuğunu tartışabilirsiniz ama gollerinin çoğu kendisi gibi yakışıklıdır Becks’in… Manchester United’ın kutsal 7 numarasıyla hayranlarını çığ gibi toplayarak taşıdı yıllarca. Cantona, Robson, Ronaldo ve tabii George Best gibi… Peki hayran mıknatıslarının en destansı olanı Best’in, Cantona ve Ronaldo için söylediği onca şahane şey varken Becks için söyledikleri ne etki yaratmıştır?
Ronaldo için “Bugüne kadar birçok oyuncuya ‘yeni George Best’ dendi. Ancak ilk defa bu yakıştırma benim için bir övgü’’ diyen o… Cantona için “Bugüne kadar içtiğim tüm şampanyaları onunla Old Trafford’da bir Avrupa maçı oynayabilmek için feda ederim’’ diyen de… Bilirsiniz, Beckham’a düşense ‘’Sol ayağını kullanamıyor, kafa vuramıyor, ikili mücadele kazanamıyor, çok gol atamıyor ama onun dışında fena değil” olur.
Gerçekten böyle mi düşünüyordu? Yoksa aslında hayranlık duyduğu tek isim o muydu? Çünkü futbol bir yana asıl ikon o. Hele de kadınlar için. ‘’Bir keresinde Gazza için IQ’su forma numarasından daha düşük demiştim. O da IQ ne diye sordu?’’ dediği Paul Gascoigne de muhtemelen o kadarını hak etmiyordu. Tamam bir dâhiden bahsetmiyoruz ama saha içinde karşısına çıkan herkesi aptal gibi gösterirdi Gazza… Hangisi daha iyi bilmiyorum Best’le kaderleri pek benziyor. Alkol, karaciğer… Belki de bir özeleştiri kim bilir! Kariyerimin başında daha önce televizyonda ya da statta seyrettiğim, gazetelerde okuduğum onlarca büyük yıldızla tanıştım. Bir dönem, çoğunun hatırlamadığı ya da yanlış hatırladığı birçok golü ya da maçı onlara sormakla geçti. Sonradan anladım ki şairler şiirlerini bilmezler. Bilen milyonlar içinse onlar kutsal sözlerin kaynağıdır. Goller ve sayılar da öyle.
Hepsi insandı, tam da beklediğim gibi. Zaafları, büyük yetenekleri, kederleri olan, mutlu olmak isteyen insanlar. En önemlisi endişeleri olan insanlar… Bir gün artık tanınmama endişesi olan insanlar…
Hepimiz biliriz ki, şöhret bir nimet ve bir lanettir. İnsan beynine göre değildir. Yapaydır. Sıradan insanların altından kalkamayacağı bir ilişkidir. Ama zaten sıradan insanların hayranları olmaz. O yüzden ben kahramanımda beklenmeyen bir karakter gördüğümde mutlu olurum. Çünkü yalındırlar. Çıplak kalmaktan korkmazlar. Şöhretlerini severler, diğerleri gibi kaybetmekten korkarlar ama karakterlerini korurlar. Normal değildirler. Çünkü normal insanlar size gerçek yüzlerini göstermeyenler, henüz tanımadıklarınız, tanıyamadıklarınız, kalkanlarını indirmeden yaşayanlardır. O yüzden, eğer beklenmedik bir şey görmek sizi kıracaksa kahramanlarınızla tanışmayın.
Ben mi? Eğer Can Bartu’yla tanışmamış olsam, gözümde bu kadar büyümezdi…