Jupp Derwall, 26 Haziran 2007’de hayata veda ettiğinde, adının minnetle anıldığı yerlerin başında Türkiye geliyordu. Programlar, cenazesine olan ilgi ve Galatasaraylı olsun olmasın herkesin birleştiği cümle: “Ülke futbolunu değiştiren adam.”
Alman antrenör, 1984 yazında Türkiye’ye geldiğinde hiçbir şart istediği gibi olmasa da kendi kurallarını ve sistemini Florya’ya taşımış ve birçoklarına göre UEFA Kupası’na giden yolu açmıştı. Ülke futboluna bıraktığı etki kuşkusuz. Peki, zirveye çıkmadan önce? 1984 yazında antrenörlüğü bırakma kararı alan ama daha sonra hiç tanımadığı bir ülkeye antrenör olarak adım atan Derwall, neler yaşamıştı?
Hayatını kaleme aldığı Futbol Basit Bir Oyun Değildir ve Türkiye’deki yıllarını anlattığı Türkiye Anıları kitaplarında bu dönemden sık sık bahsetmişti. İşte iki kitaptan derlediğimiz Derwall’in Türkiyesi’ne dair kağıda dökülen bazı bölümler…
Aslında futbolcuları düzene, kurallara, disipline uyma ve centilmence oynama konusunda eğitmek kolaydır. Bu bakımdan sporun sınırları içinde kalmaya yatkındırlar. Aykırı durumlar çoğunlukla, ülkede geçerli yaşam koşullarına uymak söz konusu olduğunda ortaya çıkar. Hayatından memnun bir ABD’li, Fransız, Alman ya da İngiliz, genelde daha az mücadeleci ve saldırgandır. Bu ülkelerin yaşam koşulları daha uygun olduğu için, vatandaşları da dengeleyici, belki daha anlayışlı oluyorlar. Buralarda yetişen üst düzeydeki oyuncular kısa zamanda geçim endişesini geride bırakıyorlar. Durumları, ekonomisi güçlü olmayan ülkelerinkinden çok farklı oluyor. Oysa yaşam koşulları iyi olmayan ülkelerde neredeyse tek hedef; sivrilip öne çıkmak, daha çok kazanmak, yukarıda kalmak, yaşam standartını yüksek tutmak. Heyecanlı karakterin, aşırı saldırganlığın ve egoist düşüncenin kökü burada yatıyor. Yani bu tür özelliklerin kötü bir karakterin ifadesi olması gerekmiyor.
Toplum içinde yükselme mücadelesi veren, daha iyi bir yaşam kurmak için savaşan, kendilerine saygı duyulması ve değer verilmesi için çabalayan insanların, beklenmedik koşullar söz konusu olduğunda başka türlü davranması anlaşılabilir bir şey. Bu düşünme biçimi, sporda da kendini gösterir. Sporcu, sıkı disiplinin yanında eğer kendine anlayış gösterildiğini de görürse gayretini arttırır ve ulaştığı düzeyi korur.
Yabancı insanlar ve yabancı ülkeler yoktur; başka ülkeler ve başka insanlar vardır. Güven eksikliği sürekli bir hastalık halini almışsa, orada bir sorun var demektir. Ülkenin kendi insanları yerine başka bir dünyadan gelen yabancılar üstün tutulursa sorun çıkar. Ülkenin başarısızlığı televizyonlarda ve gazetelerde öne çıkarılır. Basının eleştirisi, dünyadaki başka her yerden daha kötüdür. Acımasız ve haksızcadır, çünkü kusur bulma illetini somut verilere dayanan bir eleştiriye dayandırmak olanaksızdır.
İşte o zaman durumlar böyleydi Türkiye’de. Benim Türkiye’mde.
Ve şundan eminim ki, yaşam koşulları dayattığında her insan böyle olur. Herkes yanlış yapmaktan korkuyordu. Spor kulüplerinin gökten inmeyeceğini ya da çarşıdan satın alınmayacağını böyle bir ortamda kim anlayacaktı? Bir spor kulübü ancak büyük gayretlerle, çalışarak ve elbirliğiyle yaratılabilir.
Aslında sevimli, anlayışlı, yardımsever ve saygılı insanlardı. Her şeye “Peki” demelerini engelleyen bir kişilikleri vardı. Düşüncelerini açık seçik ortaya koyuyorlar, söylediklerinden kolayca dönmüyorlardı; hele kendilerinin haklı olduğuna inanmışlarsa ve yakınlarına, dostlarına ama öncelikle ülkelerine haksızlık yapıldığını görmüşlerse…
En küçük tartışma ya da atışma, oyuncuların kendilerine hakaret edildiğini kabul etmeleri için yeterdi. Bunu, artık nasıl isterseniz öyle kabul edin: Hırs, gurur, onur, mantıksızlık ya da kendine aşırı güven.
Onur koruma savaşının başlaması için bir atışma ya da küçük bir iğneleme yeterlidir. Bir futbol taraftarı için ise, 1992 Avrupa Kupası 2. turunda Frankfurt’da Galatasaray-Eintracht Frankfurt arasında oynanan maçta yaşandığı gibi yakılmış bir bayrak olabilir bu.
Ancak bazen de önemsiz bir şey için kafa göz kırdıracak öz güven eksikliği ve fanatizm derecesinde haktan yana olma duygusu söz konusudur. Atılganlık, gurur, onur, akılsızlık ya da aşırı hırs, ne derseniz deyin. Ciddiye alınmak isteyen cana yakın ve sevecen bir insanın imajını oluşturan şeyler yani. Öte yandan bu imaja kendisi de zaman zaman ters düşer…
Benim Türk dostlarım böyledir işte. Mağlubiyeti zor kabul eden, galip geldiği zaman coşkulanan hüzünlü bir dost, eski bir kurt. Zararsız bir üçkâğıtçı ve birine takılıp makaraya almaktan sevinç duyan ve sonra keyfini çıkararak eğlenen bir afacan. Ama aynı anda da bir düşüncenin ya da kendi kişiliğinin güçlü bir savunucusu.
Dışarıdan bakan biri için bunları anlamak kolay değildir. Ama Türkiye insanının yaşamını, geleneklerini ve tarihini öğrenmek isteyen biri bunu anlayacaktır.
Türkler, başkalarına tâbi olma konusunda başarılı değildirler. Trafik kurallarına dahi uyulmuyordu. O dillere destan İstanbul trafiği, trafik polisi, milyonlarca şoförü kendi haline bırakınca daha iyi işliyordu. İnsanların trafik lambalarına ya da trafik işaretlerine uymaktan daha önemli işleri vardı.
Türkler ne yazık ki iyi birer diplomat da değildirler. Oysa günlük yaşamlarında çok hareketli, becerikli ve içe dönüktürler. Bir yerde bir anlaşmazlık ya da yanlış anlama söz konusu olduğunda arabuluculuk, yatıştırıcılık, hâkimlik yapmak yerine meseleyi bir trajedi haline getirmeyi çok iyi bilirler.
Büyük olasılıkla bunun nedeni, aileleri, işler ve daha iyi bir yaşam beklentileri adına verdikleri sonsuz mücadelede yatar…
Aslında İzmirli olmasına karşın Mustafa Denizli, İstanbul’u avcunun içi gibi biliyordu. Antrenmanlardan sonra beni güzel lokantalara götürür, günü keyifle tamamlardık. İyi ve dost insanlarla, konuşup tartışmak isteyen futbol tutkunlarıyla karşılaşırdık. Kimi küfreder, alınan kötü sonuçlardan duydukları öfkeyi dile getirirdi. Ama düşüncelerini dile getirmeden, terbiyeli bir biçimde susanlar da olurdu.
Ben hepsine cevap vermeye çalışırdım. En çok bilmek istediğim şey, neden Galatasaray’ın Fenerbahçe ve Beşiktaş’a göre daha az taraftarı olduğuydu. Pek çok insanla konuşurdum. Daha sonraları, karım da İstanbul’a geldiğinde, sokakları onunla birlikte arşınlamaya başladık. İstiklal Caddesi’nde, Balık Pazarı’nda yürürdük, Rumeli Caddesi’nde, Osmanbey’de dolaşırdık. Buraları, hep alışveriş yapan insanlara dolu olurdu. Çocuklar mağazaların vitrinleri önünde gözlerini aça aça alınmasını istedikleri şeyleri annelerine gösterirlerdi.
Dünyanın en futbol hastası ülkesinde olduğumu düşünürdüm. Pazarda satıcılar bir yandan bağırarak mallarını satarken, bir yandan da laf sokuşturmayı hiç ihmal etmezlerdi: “Ne olacak bu Galatasaray’ın hali, Bay Derwall?”, “Niye iyi oynamıyoruz?” Biri, “Cimbom kaput!” diye bağırır, öbür yandan bir başka ses gelirdi: “En büyük Fener, başka büyük yok!”
Bu hem sıra dayağından geçmek gibi bir şeydi, hem de bana bir şeyler yapılması, bir hareket olması gerektiğini, beklentilerin sandığımızın üzerinde olduğunu gösteren sempati dolu karşılamalardı.
Geriye dönüp baktığımda söylemem gerekir ki, bu alışveriş gezintileri, şehrin görülecek yerlerini dolaşmak ve insanları tanımak bana çok yardımcı oldu. Onları anlamayı öğrendim.
İnsanların memnun olmadığını hissediyordum. Gündelik yaşamda sadece dert sahibi olmaya alışmışlardı. Ama bir de sevgili kulüplerinin onları hüsrana uğratmasına dayanamazlardı. Hele Türkiye’de, bu olacak iş değildi.
Kulüp ve takımla, Galatasaray taraftarını birbirinden uzaklaştıran bir şey olmalıydı. Ama ne? Sonunda bir gün aradığım cevabı buldum…
Uzun bir çalışma gününden sonra hak edilmiş içkimizi yudumlamak üzere İstanbul’un merkezindeki, ortamı hoş ve tanınmış bir restoranının barında oturuyorduk. Antrenman zevkli geçmişti; oyuncular her geçen gün daha güçlü bir bütünlük sağlıyorlardı. Biz de antrenör olarak yeterince fikre ve bunları hayata geçirecek imkâna sahiptik.
Mustafa ve ben barın tezgâhına yaslanmış, ailelerimiz ve günlük sorular üzerine sohbet ediyorduk ki, hepimizin çok iyi tanıdığı bir Galatasaray hayranı ve iş adamı olan çok sempatik bir bey yanımıza geldi. Her zamanki gibi dostça ve içtenlikle selamlaştık ve gene her zaman olduğu gibi dilden düşürmediğimiz futbol konusuna girdik. Bizimle başka ne konuşulacaktı ki? Sadece futbol günün konusu değildi; bizler de bazen olumlu, bazen olumsuz yönleriyle, ama her zaman bu şehrin ana konularından biriydi.
Bir süre şundan bundan konuştuktan sonra bu bey bana, hoşuma gidecek, beni rahatlatıp, destekleyecek, ama aynı zamanda da yardımcı olacak bir şeyler söylemek istedi. Şöyle konuştu:
“Bay Derwall, çalışmalardan, sonuçlarından ve çeşitli gazetelerin günlük eleştirilerinden hoşnut olmadığınızı, aynı zamanda hayal kırıklığı yaşadığınızı ve kendinizi mağdur hissettiğinizi biliyorum. Cesaretinizi kaybetmeyin. Kitle ve bizimle aynı fikirde olmayan bir yığın insan bizi ne ilgilendirir ki? Galatasaray biziz Bay Derwall ve çizgiyi biz belirleriz. Biz ‘High Society’yiz; bunu bilmelisiniz.”
Yıldırım çarpmış gibi kalakaldım. Sinirlerim boşaldı ve ona, şu ‘High Society’ konusunda kendi düşüncelerimi söylemeye hazırlandım. Ama sonra, öfke ve kızgınlıkla açılan ağzımı tekrar kapatarak hesabı ödedim ve Mustafa’ya bardan ayrılmak istediğimi belirten bir işaret yaptım.
Bu cümleyle sanki gözlerimin önündeki perde kalkmıştı. Aylardan beri bizi meşgul eden pek çok soru ve sorumun cevabı ile çözümü işte buradaydı. Gerçek; Galatasaray’ın yıllar boyunca en sadık taraftarıyla teması kaybetmiş olmasıydı. Sadece İstanbul’da değil, bütün ülkede böyleydi bu. Yaşamlarının anlamı futbol olan, tüm sevinç ve sevgilerini futbolda bulan taraftarıyla teması kalmamıştı takımın ve tahminlerime göre bu sayı, beş-altı milyonu buluyordu.
On bir yıldan beri taraftarlara vaatlerde bulunulmuş, oyuncular satın alınmış ve satılmıştı. Antrenörler işe alınmış ve gönderilmişti. Yönetim Kurulu üyeleri elbise değiştirir gibi değiştirilmiş ve asıl çevreye karşı hiçbir hesap verilmemişti. Bunu şimdi değiştirecektik…