Yaklaşık 10 yıl boyunca hayatımızın içindeydiniz, bir süredir ise en azından mesafe olarak ayrı düştük. Alex de Souza’nın hayatı nasıl geçiyor?
Güzel geçiyor; bir futbolcunun hayatı gibi değil tabii ama istediğim şeyi yapıyorum yine. Futbolu, içine girmeden uzaktan izliyorum. Ailemle de artık çok daha yakınım, onlarla bolca zaman geçiriyorum. Maria ve Antonia’nın tenis oynamalarını, Felipe’nin futsal maçlarını yakından takip ediyorum. Bir yandan futbol üzerine çalışıyor, bir yandan da ailemin ihtiyaçlarına yardım edebilmenin ve günlük yaşamda onlarla iç içe olabilmenin keyfini çıkarıyorum.
Burada sizi özleyen çok insan var. Siz Türkiye’yi özlüyor musunuz? Cevabınız “Evet” ise en çok neleri özlüyorsunuz?
Türkiye’yi çok özlüyorum. İstanbul’u ve Türk insanını çok seviyorum. Orada neredeyse dokuz sene yaşadım ve İstanbul’un rutinini, Türk halkının yaşama biçimini tanıdım. Sevdim ve buna saygı duymayı öğrendim. En çok özlem duyduğum şey, Kadıköy’deki atmosfer. Orada kendimi; evimin bahçesinde, bir sürü dostumla birlikte bir parti hazırlığında gibi hissederdim.
Kariyeriniz boyunca fiziğinizle değil de oyun zekânızla ön plana çıktınız ve neredeyse herkes ileride çok büyük bir teknik direktör olabileceğinizi düşündü. Sizin böyle bir planınız var mı?
Futbolu çok seviyorum. Kendimi bir gün tekrar futbolun içinde hayal ediyorum ama şu an değil ve bunun iki tane sebebi var. Birincisi, kendimi hazır hissetmiyorum. İkincisi ise şu; en büyük çocuğu 12, en küçük çocuğu altı yaşında bir adamım ve 60 yaşına gelip de onların bu yaşlarını kaçırmış olduğumu fark etmek istemiyorum.
FIFA’ya verdiğiniz bir röportajda “18 yaşındayken de hızlı ve güçlü değildim, bu yüzden üst yapıya geçtiğimde kaybedecek bir şeyim yoktu” demiştiniz. Peki, gözlemciler sizi nasıl keşfetmişti?
Hiçbir zaman süratim ve gücüm olmadı. Bununla yaşamayı öğrendim. Hareket hâlinde olmayı ve olacakları önceden görebilmeyi amaçladım. Kuvvet yarışına giremezdim; kaybederdim. Süratime güvenemezdim; kaybederdim. Ama çok erken yaşlardan itibaren, arkadaşlarımın süratini ve kuvvetini kullanabileceğimi fark ettim. Çok hızlı düşünüyordum ve iyi bir oyun görüşüm vardı. Zaman içinde kendimi gelişmeye zorladım, “İki ayağını da iyi kullan, ceza sahasına gir, kafa golü at” gibi… Ama benim için ana unsur, basit oynamaktı; topu iyi kontrol et ve hemen müsait bir arkadaşına ver, farklı şeyleri sadece ceza sahası yakınında kullan, enerjini boşa harcama…
ZICO VE SOCRATES’E HAYRANDIM. ONLAR BENİM İDOLLERİMDİ.
İdolünüz Zico’nun Socrates’le özel bir bağı vardı. Zico hayranlığınız ne zamana dayanıyor. Bir de sizin gözünüzde Socrates, neleri çağrıştırıyor?
Zico’ya hayranlığım, onu Flamengo ve Brezilya Milli Takımı 10 numarası olarak gördüğümde başladı. Ben 1977 doğumluyum ve Zico’nun etkili olduğu zamanlar da çoğunlukla 80’leri kapsıyor. Socrates’in milli takım ve Corinthians kaptanlığı da aynı döneme rastlar. Yıllar geçtikçe ikisine de hayranlığım arttı. Profesyonel futbolcu olup onları tanıyınca bu daha da başka bir boyuta ulaştı. O zaman, onları daha çok anlamaya başladım. Futbol oynamak dışında çok farklı şeylere kafa yoruyorlardı. İkisi, idollerimdi.
1994 takımını eleştirmiyorum. 1982’yi ise ayakta alkışlıyorum. O takım, benim için futbolda bir referans noktasıdır. 1994’te iyi oyuncularımız ve bir dâhimiz (Romario) vardı. Tanıdığım en iyi kaleci Taffarel’in önünde dört muhteşem kanat oyuncusu; sağda Jorginho ve Cafu, solda Branco ve Leonardo oynuyordu. Savunma ortasında da iyi oyuncular vardı ki biri (Aldair), bana göre sihirliydi.
Kaliteli orta saha oyuncuları ve ölümcül bir atak. Parreira iyi bir savunma hattı kurmayı ve kalan işi öndeki adamlara bırakmayı seçti. Güzel mi görünüyordu? Hayır. Ama etkiliydi. Futbolda başarıya giden bir sürü yol vardır ve her çalıştırıcı kendininkini seçer. Kazanmak ve kaybetmek ise detaylardan ibarettir. Eminim ki 1982 takımının her ferdi, kupayı kazanmamış olsalar da yaptıklarını ve başardıklarını hatırlayınca kendiyle gurur duyuyordur.
1994’TE İYİ OYUNCULARIMIZ VE BİR DÂHİMİZ (ROMARIO) VARDI.
Brezilya, son dönemde milli takım bazında istediği başarıların uzağında kaldı. Olimpiyat altını, 2014 Dünya Kupası’nın yaralarını sarabildi mi? Milli takımın yeniden eski gücüne dönebilmesi için nelerin değişmesi gerek?
2014’ün yaraları geçmeyecek, futbol tarihinde sonsuza kadar kalacak. İhtiyacımız olan, milli takımdaki oyuncuların tekrardan iyi oynamalarıydı ve bunu başardılar. Yeni teknik direktör Tite, onların öz güvenlerini onardı ve bugün daha iyi bir takımımız var. Bir kez daha sıra dışı bir oyuncuya (Neymar) sahibiz. Olimpiyat şampiyonu olduk. Bu, Brezilya futbolunun hayalini kurduğu bir şeydi. Dünya Kupası Elemeleri’nde de iyi gidiyoruz, Rusya’ya bir şekilde varacağız.
Copa America kazanmış Brezilya’nın as oyuncularından biriydiniz ancak milli takım kariyeriniz beklendiği kadar uzun soluklu olmadı. Oysa en az, bugünkü Oscar ve Coutinho gibi isimler kadar yetenekliydiniz. Rivaldo’lu, Ronaldinho’lu, Kaka’lı bir döneme denk geldiğiniz için mi böyle oldu, yoksa başka bir sebep mi vardı? Milli takımın ‘Avrupalılaşması’, bunun bir nedeni olabilir mi?
Milli takım kariyerim gayet iyiydi. Üç kez Copa America oynadım, ikisinde şampiyon oldum. Üç kez Konfederasyon Kupası oynadım, 2005’te şampiyon olacaktım ama sakatlanınca kadrodan ayrıldım. 2002 ve 2006 Dünya Kupası Elemeleri’nde yer aldım. Olimpiyat elemelerinde ve olimpiyatta forma giydim. Keza bir sürü hazırlık maçında… Bu süreçte Rivaldo, Ronaldinho ve Kaka gibi oyuncular Altın Top ödülü kazandılar ama ben de onlarla birlikte oynamaya devam ettim. 2002 Dünya Kupası’na ise bilmediğim bir sebepten dolayı gidemedim. Belki de sorsanız, teknik direktör Luiz Felipe Scolari bile sebebini açıklayamaz. Ama bu durumun üstesinden gelmeyi başardım. Dünyanın her yerinde takımları bir kişi seçer ve ben de bir kişinin seçimi nedeniyle kariyerimin bir bölümünü ‘kötü’ diye tanımlayacak değilim.
Oscar’ın Çin’e transferi hakkında ne düşünüyorsunuz? Yeni jenerasyonun en yetenekli hücum oyuncularından birinin bu yönde bir tercihte bulunması, genç Brezilyalılar için olumsuz bir örnek mi?
Hayaller değişti ve hayaller şahsidir. Herkes kendi kariyer hayalini kurar. Brezilya’dan Türkiye’ye geldiğimde beni de eleştirenler oldu. Hâlâ da eleştiriyorlar. Ama bu kişisel bir tercih, ben kimseyi yargılamıyorum.
Avrupa kariyerinize İtalya’da, başladınız ama Parma’da işler istediğiniz gibi gitmedi. Eksik olan neydi?
Parma olayı sportif bir transfer değildi. Politik- finansal bir durumu çözmek için beni kullandılar. Yakında Türkiye’de de çıkacak kitabımda bu süreci geniş bir şekilde anlattım. İtalya’da sadece 20 gün antrenman yaptım. Kalanı, Brezilya ve FIFA’daki mahkemelerde geçti.
Türkiye’ye transferinize geçelim… Fatih Altaylı’nın transfer haberinizle ilgili köşe yazısından haberiniz var mı? Haberler ilk çıktığında “Kandırmayın Fenerbahçelileri” demişti… Ama sonra geldiniz. Fenerbahçe sizi nasıl ikna etti? Süreç nasıl gelişti?
Bu hikâye çok iyi. Fenerbahçe, Aralık 2003’te Marcio Nobre, Maldonado ve beni almak için geldi. Marcio o zaman gitti, Maldonado teklifi dinlemek istemedi, ben de iki basit sebepten dolayı gidemeyeceğimi söyledim; biri ailevi, biri sportifti. İspanya ya da Almanya’da oynamak istiyordum, hiçbir zaman Türkiye’yi hayal etmemiştim. Ayrıca o dönem Brezilya’da, Washington olayından ötürü Fenerbahçe’ye pek iyi gözle bakılmıyordu.
Ailevi sebebime gelirsek; eşim hamileydi ve daha önce iki bebek kaybetmiştik. Marcio’ya, “Git ve sonra bana oranın nasıl olduğunu anlat” dedim. Sonraki aylarda Fabio Luciano ve Christoph Daum’la konuştuk. Hakan Bilal Kutlualp, 15 günde bir yanıma gelip benimle konuşuyordu; “Marcio çok gol atıyor, hem takım da düzeldi, Beşiktaş’ı yakalamak üzereyiz” diyordu. Bunların dışında, Türkiye’deki hayat ve futbol hakkında konuşuyorduk. Ben de Brezilya’da tanıdığım ve Türkiye’de top oynamış insanlarla konuştum; Taffarel, Washington, Bruno Quadros, Gralak, Jardel, Felipe… Gelen bilgiler hep iyi yöndeydi. Sonra kızım doğdu ve soru işaretlerimden biri yok oldu. Ondan sonra da transferim gerçekleşti zaten. Beni ikna edenler; Fabio Luciano, Daum ve Hakan Bilal Kutlualp’tir. Ne zaman konuşsam, hâlâ teşekkür ederim onlara.
Şu sıralar birçok sporcunun, Türkiye’deki güncel atmosferden ötürü ülkeden ayrıldığını ya da ayrılmayı düşündüğünü görüyoruz. Jose Sosa, örneklerden biri. Uzun yıllar ailesiyle birlikte Türkiye’de yaşayan bir oyuncu olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben Türkiye’de dokuz sene yaşadım ve çok mutlu oldum. Ama kimsenin yerine konuşmak da istemem. Herkes sportif ve aile hayatını kendine göre düzenler. Gelen haberler elbette korkutucu ve üzücü. Ancak ben şu anda uzaktayım ve içindeyken her şey farklı şekilde görülür.
Bu yüzden, sadece kendi dönemim hakkında konuşabilirim ve o döneme ait bütün hatıralarım çok güzel.
Türkiye’de geçirdiğiniz süre içinde size yöneltilen en ısrarlı eleştirilerden biri, Türkçe konuşmamanızdı. Buna dair söyleyeceğiniz bir şey var mı?
Bu hikâye de enteresan. Umarım kulüp, bu açıdan değişmiştir. Fenerbahçe’ye geldiğimde nasıl Türkçe öğreneceğimi sordum, onlar da bana İngilizce öğrenmemi tavsiye ettiler. Üç sene böyle geçti. Önce Daum, sonra Zico ve Luis Aragones… Türkçe çok konuşulmuyordu. Ne zaman Aykut Kocaman görevi devraldı, bu konu o zaman ön plana çıktı. Türkçe dersleri almaya başladım, konuşabilirdim de; çocuklarım okulda öğreniyordu, ben de Türkiye’de yaşamayı planlıyordum… Derken, güzel bir günün sabahında Aykut Kocaman beni gönderdi. Ama kabul ediyorum; Fenerbahçe dönemimdeki en büyük hatam, Türkçe öğrenmemekti. Suç yüzde 100 bana ait değildi ama sorumluluğumu üstleniyorum. Galiba kulübün sağladığı rahatlığı tercih ettim.
Türkiye’deki futbol iklimini nasıl tanımlarsınız? Nelerde eksiğiz? Çalışma ahlakı mı, arzu eksikliği mi, yetenek sıkıntısı mı, altyapı sistemi mi?
Türk futbolunu derinlemesine bilmiyorum. Oradayken önceliğim, günde 24 saat Fenerbahçe’ydi. Benim dönemimdeki Fenerbahçe’yi konuşabilirim ama Türk futbolunun geneliyle ilgili yorumda bulunamam. Fenerbahçe’de hissettiğim en büyük eksiklik, kulübün içinden yetişen genç oyuncuların yeteri kadar değer görmemesiydi. Semih’te, Olcan’da ve diğer örneklerde buna şahit oldum.
ZICO ‘TANRI’YDI. ANCAK HOCALIK YÖNÜNDEN PEK DE SAHIP OLMAK ISTEDIĞIM TÜRDE BIR ÇALIŞTIRICI DEĞILDI.
Elimizdeki en iyi forvet Semih’ti ve hep yedekteydi. Ligde gol kralı oldu, yedek bekledi. Milli takımda goller attı, yedek bekledi. Anlayamadığım bir diğer şey de kulübün bazı oyunculara aşırı sabır göstermesiydi. İki-üç senelik sözleşme imzalayıp hiç gelişim göstermeyen ve sözleşmelerini bu şekilde tamamlayan bir sürü oyuncu gördüm.
Christoph Daum, Zico, Luis Aragones, Aykut Kocaman… Çalıştığınız bu dört teknik adamı tek tek yorumlar mısınız?
Daum hakkında konuşmaktan çok keyif alıyorum. Beni Türkiye’de oynamaya o ikna etti ve orada nasıl oynandığını bana o öğretti. Antrenmanlarını ve ekip içinde yarattığı rekabet hissini seviyordum.
Zico ise ‘Tanrı’ydı. Onu çok seviyorum. Hocalık yönünden pek de sahip olmak istediğim türde bir çalıştırıcı değildi. Ancak saha içerisinde pozisyon alma konusunda kendisinden çok şey öğrendim.
Aragones’i tanıdığım için de çok mutlu oldum. Güzel futbol hakkında düşünen ve çalışan biriydi. Maalesef sadece bir sene sürdü. Türk futbolu ile uyum sağlayamamanın şokunu yaşamıştı.
Aykut Kocaman ise bana çok önemli bir şey öğretti; Türk futbol kültürüne dışarıdan çok az şeyin nüfuz edebildiğini. Kullandığı bir cümle vardı ki bende kızgınlık, üzüntü ve hayal kırıklığı karışımı duygular uyandırmıştı; “Burası Türkiye, burada işler böyle yürür” demişti bana. Bir gün onunla oturup neden bu şekilde bittiğini konuşmayı çok isterim. Ona her zaman hocave kulübün eski golcüsü olarak saygı duydum. Yaptıklarıyla her zaman aynı fikirde olmadım ama görevine ve kulüp içi hiyerarşiye saygı duyup hepsini kabullendim. Dediğim gibi; belki bir gün oturur, konuşuruz.
Sonuçta, bu dört teknik adam da benim için önemliydi. Hepsinden bir şeyler öğrendim.
Geldiğinizde Christoph Daum vardı… Kendisinin o dönem sistem oluşturmakta zorlandığından söz edilir; sizi ve Pierre van Hooijdonk’u birlikte nasıl kullanacağını çözmekte zorlandığından bahsedilir. Siz Pierre van Hooijdonk ile ilgili ne söylersiniz? İki büyük yıldızı idare etmek zor mudur gerçekten?
Yıldız değilim, hiç olmadım. Beni tanıyanlar buna şahittir. Fikirlerim var ve sorulduğu zaman bunları söylerim. Pierre’e gelirsek, harika bir insandır. Onunla frikik çalışmak çok eğlenceliydi. Diziliş konusunda ise sadece Daum cevap verebilir, zira ben bu konulara hiçbir zaman müdahil olmadım.
Fenerbahçe kariyerinizin dönüm noktalarından biri, 2005-2006 sezonunun son maçıydı. Denizlispor deplasmanında şampiyonluğu kaybettiniz. O gün ne oldu? Nicolas Anelka’nın yedek kalmasını bekliyor muydunuz mesela?
Beklediğimiz tek şey, şampiyonluktu. Maalesef gerçekleşmedi. Anelka’nın yedek kalması ise hocanın takdiri. Farklı gelişebilir miydi? Belki. Ama şu anda bunu bilmemiz imkânsız.
- Fenerbahçe kariyeriniz boyunca ve hatta gittikten sonra bile ezeli rakibinizin efsane 10 numarası Gheorghe Hagi ile karşılaştırıldınız. Mütevazı cevaplarınıza alışık olduğum için “Hanginiz daha iyiydi?” diye sormayacağım ama şunların cevaplarını da sizden duymak isterim; ikinizin oyun stillerini nasıl kıyaslarsınız? Onun sizden, sizin de ondan üstün olduğunuz noktalar nelerdi?
- Hiçbir zaman oyuncuları birbirleriyle kıyaslamam. Bir keresinde, Hagi’nin Barcelona’da oynadığı ve UEFA Kupası kazandığı için daha iyi olduğunu duydum. Öyleyse Udinese’de oynamış Zico’dan da mı iyiydi yani? Ayrıca size, kupalar kazanmış bir sürü oyuncu sayabilirim ama kupalara etkileri neredeyse yoktur. Bu yüzden, kıyaslama işini hiç sevmem. Bence içi boş bir uğraş.
- Hagi, 1994 Dünya Kupası’nda yaptıklarıyla gençliğimde çok dikkatimi çekti. Ancak kendimi, onunla ya da bir başkasıyla asla kıyaslamadım. Kimseye saygısızlık da etmedim. O, Türkiye’de ve Romanya’da başardıklarıyla bir fenomen. Benim de yaptıklarım ortada.
- Brezilya futbolunda beni çok mutlu eden bir istatistik var. Tarih boyunca sadece iki tane 10 numara benden daha fazla gol atmış; biri Pele, öteki Zico. 20 senede 423 gol attım. Oynadığım kulüplerde saygı gördüm. Bu bana yetiyor. “Ben mi daha iyiydim, öteki mi?” sorusunun hiçbir anlamı yok. Ama gördüğüm saygının var. Bu yüzden, benim de Galatasaray’ın 10 numarası Hagi’ye saygım çok fazla. O, Türkiye’nin en büyüklerinden biriydi.
- 10 numaraların rolü ciddi bir değişim içerisinde. Bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?
- Ben şahsen, o kadar da değiştiğini düşünmüyorum; 10 numaralar, hâlâ çok önemli taktiksel yükümlülükleri bulunan orta saha oyuncuları.
Daum sonrası, idolünüz Zico geldi Fenerbahçe’ye… Ve Zico dönemi, birçok taraftarın hâlâ özlediği günleri barındırıyor. O dönemin önceki ve sonrakilerden farkı neydi? Oyuncularla iyi iletişim mi?
Aradaki fark, insan ilişkilerindeydi. Zico herkese aynı şekilde yaklaştı, yakınlaştı. Herkesin, kendisini grup içinde önemli bir parça gibi hissetmesini sağladı. Ve herkes de bunu anladı.
Geçenlerde Tuncay Şanlı, hiç beklemedikleri şekilde (Brezilyalı olduğu için) Zico’nun çok sert idmanlar yaptırdığını söyledi. Zagallo ve Coutinho gibi fiziksel futbola önem veren antrenörler çıkarmasına rağmen Brezilya futboluyla ilgili ‘kırılgan’ önyargısı nereden geliyor?
Brezilya’da Türkiye’nin üç katı daha fazla çalışılır. Sadece bir tane Türk hocam oldu ve en az antrenmanı onun döneminde yaptık.
Dolayısıyla, bahsettiğiniz şey aslında bir önyargı. Saygı duymak gerekir. Zico daha çok, detaylarla ilgileniyordu; strateji belirleyen bir taktisyen değildi, detaylara önem verirdi. Sanırım Tuncay da buna değinmiştir.
Deivid, Fenerbahçe’deki ilk senesini çok formsuz geçirdi. Sezon sonunda gönderilmesi bekleniyorken Zico tarafından takımda tutuldu. Sonraki sene ligde ve Şampiyonlar Ligi’nde takımı taşıyan oyunculardan biri oldu. O sene takımda yakalanan kimyayla ilgili neler söylemek istersiniz?
Deivid ilk sezonda kanatta oynuyordu. Ancak kariyeri boyunca sadece o dönem bu pozisyonda görev yaptı. Brezilya’da onu hep önde kullanırlardı. Hareketliydi ve alan açardı. İlk sezonunda, Zico onu farklı şekilde kullanmak isteyince olmadı. İkinci yılında ise kendini buldu ve bildiği oyunu oynadı. Her zaman çok iyi bir oyuncuydu.
Oynadığınız dönemde Fenerbahçe’ye gelen Brezilyalı oyuncuların sizin tavsiyenizle olduğu söylenirdi hep. Bu hangileri için doğruydu? İkna sürecine dahil olduğunuz transferler var mıydı?
Sadece Deivid… Kulübün ilk tercihi Luis Fabiano’ydu ama olmadı. Zico, Deivid’i söyledi. Yakın olduğum için kendisiyle ben konuştum. Ze Roberto (Fenerbahçe Kadın Voleybol Takımı’nın eski antrenörü) ile konuşan da bendim. Diğer herkesi anlaşıldıktan sonra öğrendim.
Fenerbahçe forması giydiğiniz süreçte siz Avrupa’dan teklifler aldınız mı?
Çok oldu ama ben kalmayı tercih ettim. Kendimi bir taraftar olarak görüyor ve Fenerbahçe’nin bir parçası gibi hissediyordum.
Zico’nun gidişiyle ilgili Aziz Yıldırım’ın açıklamalarını dinledik ama sizin hislerinizi duyma şansımız olmadı. Nasıl bir süreçti?
Futbolun içinde olan şeyler… Zico ile konuştuğumda anlaşamadıklarını söylemişti bana, bu kadar.
2010 yılı; Trabzonspor maçı, yine bir beraberlik ve kaçan bir şampiyonluk daha… O gün yolunda gitmeyen ne vardı? Sahadayken aklınıza Denizlispor maçı gelmiş miydi hiç?
Hayır, hiç düşünmedim. Denizli’deki maçtan farklı olarak bu kez iyi oynamıştık. Bir sürü şansımız vardı. Hatta birini ben kaçırdım, çok önemli pozisyondu. Ama futbol bu; bazen başarırsınız, bazen olmaz.
Takip eden sezonun Mayıs ayında şampiyonluğa ulaştınız ama bir Temmuz sabahı her şey değişti… 3 Temmuz günü, haberleri ilk kimden ve nasıl aldınız?
Kulüpteydim, orada öğrendim. Ama bir gece öncesinde, yemekte, bazı oyuncular birtakım dedikodulardan bahsediyordu.
Şike soruşturması sırasında aklınızdan neler geçti? İlk düşünceleriniz nelerdi? Süreç içinde düşünceleriniz hangi noktaya evrildi?
Hiçbir şey. Her zaman yaptığım gibi, çalışmaya devam ettim. Futbolcuydum ve kafamı meşgul etmesi gereken tek şey vardı; o da oynamak için hazır olmak.
Ertesi sezon, Fenerbahçe için karışıklıklarla anılıyor; giden oyuncular, hapisteki bir başkan, saha dışında mücadele eden taraftarlar… O sezonu nasıl anlatırsınız?
Çok karmaşıktı ama Aykut Kocaman süreci çok iyi yönetti. Gerçekten kalmak isteyenler kaldı; çünkü isteyen herkes gidebilirdi. Çok şey öğrendiğim bir sene oldu.
Süper Final’e gelelim… Trabzonspor maçından sonra bir sakatlığınız olmuştu. Son Galatasaray maçına kadar kadroda olmayacağınız söyleniyordu. Maç günü ise isminizi kadroda gördük. O süreç nasıl işledi? Tamamen iyileşmiş miydiniz, yoksa inisiyatif mi almak istediniz?
TT Arena’daki ilk maçta sakatlandım. Tedavi gördüm ama iyileşemedim. İnönü Stadı’ndaki iBeşiktaş maçına ilaçla çıktım. Sadece zararım oldu takıma, çok kötü oynadım. İyileşebilmek umuduyla her gün, sabahtan akşama kadar Samandıra’da tedavi oldum. Takım Trabzon’a gitti ve çok iyi oynadı. Ama ben iyileşemiyordum. Pazartesi günü, konuşmak için Aykut Hoca’nın odasına gittim. İçeride Ali Yıldırım da vardı. Trabzonspor maçından ötürü kendisini tebrik ettim ve iyi olmadığımı söyledim. Aykut Hoca bana, “Kaptan, henüz pazartesi; git ve iyileşmene bak. Ben seni son ana kadar bekleyeceğim” dedi. Bu sözler, tedavi sürecimde beni daha da motive etti ve morallendirdi.
3 TEMMUZ SONRASI HER ŞEY ÇOK KARMAŞIKTI AMA AYKUT HOCA SÜRECI ÇOK ÇOK İYİ YÖNETTI.
Beşiktaş maçında kötü oynamamın sebeplerinden biri de ilaç yüzünden ayağımı hissedememekti. Çok kötü bir durumdu. Doktora, “Yine ilaç alabilirim ama ayağımı hissetmek için bu kez daha az istiyorum” dedim. Perşembe günü, ilaç alıp antrenman yaptım ve kendimi iyi hissettim. Cuma günü, takımla çalışıp Aykut Hoca’nın isteklerine hazır hâle geldim. Maç günü beni odasına çağırdı ve dedi ki: “Alex, benim stratejim şöyle; sen yedek kulübesinde başlayacaksın, çok sıkışık ve kilit bir orta saha bekliyorum, iki haftadır takımda olmadığın için seni maçın sonlarında kullanacağım. Issiar (Dia), Trabzon maçında çok iyiydi.” Ben de ona, kendisine katılmadığımı ama saygı duyduğumu söyledim. Hoca oydu, karar mercii de oydu. Sadece, “Geçen hafta Issiar iyi oynadı, doğru. Ama ben de son sekiz senedir iyiyim” dedim.
Maç başladı… 65. dakikada Aykut Hoca beni yanına çağırdı ama kırmızı karttan sonra 10 dakika daha karar vermesini bekledim. Sonlara doğru oyuna girebildim ve berabere kaldık. Şampiyonluğu kaybettik. Bu hikâyede en çok üzüldüğüm şey, aslında oynayabilecek durumda olmamdı. Zaten Galatasaray maçından birkaç gün sonra Türkiye Kupası Finali’nde hayatımın en iyi maçlarından birini oynadım; ilk 11’de sahaya çıkıp bir de gol attım ve şampiyon olduk. Ama o gün, Aykut Hoca’nın teknik kararı sebebiyle bu şansı bulamadım.
Fenerbahçe kariyerinizde son maçta kaybedilmiş üç şampiyonluk var. Bir de Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final oynadığınız sene Galatasaray mağlubiyetiyle kaçırdığınızı eklersek bu sayı dörde çıkıyor. Takımın en büyük yıldızı olarak bu başarısızlıkları nasıl yorumlarsınız? Size de eleştiriler yöneltilmişti; finallere ağırlık koyamadığınızı söyleyenler olmuştu…
Bir şampiyonluğu son maçta kaybetmezsiniz; bu bir süreçtir, sonunda her şeyin toplamına bakılır. Kazanmak ve kaybetmek, çok ince bir çizgiyle ayrılır. Ben daima dürüst oldum, kendimi sonuna kadar adadım ve çok çalıştım. Asla bir ‘yıldız’ gibi davranmadım, böyle de hissetmedim.
Oyuncular maç, takımlar ise şampiyonluk kazanır. Kazandım, kaybettim, iyi oynadım, kötü oynadım… Eleştirmek çok basit, televizyonda eleştirmek daha da basit. Şu sıralar ben de televizyonda yorumculuk yapıyorum ve işlerin nasıl döndüğünü görüyorum. Hiçbir sorumlulukları yok. Ama onların işi de bu. Alınmıyorum, gücenmiyorum; çünkü ben zaten, daima kendi kendini eleştiren ve nerede doğru, nerede yanlış yaptığını bilen biriyim.
Fenerbahçe döneminizden bir maçın skorunu değiştirmek isteseniz, bu hangi maç olurdu?
Hiçbirini değiştirmezdim. Hayatı, geldiği gibi kabullenmeyi bilmelisiniz. Fenerbahçe’de yaptığım, yaşadığım her şeyden çok mutluyum.
Tüm eleştirilere rağmen, Türkiye’de silinmesi imkânsız bir iz ve milyonlarca hayran bıraktınız. Kariyerinize genel olarak bakarsak, Avrupa’da kariyer yapmış santrforlar dahi Türkiye Ligi’nde sizin gol sayılarınıza ulaşamadı. Türkiye’de gole giden bir sır var mıydı?
Fenerbahçe’deki sırrım çok basitti; çok fazla çalışıyordum ve kulübü, insanları çok seviyordum. Ancak orada, sadece zaman geçiren insanlar da gördüm. Kulübün parasını alıp çekip gittiler. Sadece yabancılar değil, aralarında Türkler de vardı. Benim yaptığım ise çok ekstra bir şey değildi, işimdi. Ben de bunu çok büyük bir zevkle yaptım.
Frikik atma başarınız bilinse de bir ara uzun bir dönem (yaklaşık dört sene, 2006- 2010 arası) frikik golü atamadınız. Bunun sebebi neydi, bir şeyler mi ters gitti, yoksa olağan bir durum muydu?
Antrenmanlarda beni engelleyen iki problemle uğraştığım bir süreç oldu. Sağ adutor (üst baldırda bir kas) sakatlığım vardı; 2005 yılında Konfederasyon Kupası’na gitmeme engel olan ve daha sonra pubis sakatlığıma yol açan, en son ameliyatla çözmek zorunda kaldığım problemler… O süreçte bu sorunları hiç açıklamadık çünkü gerekli görmüyorduk. Sakatlıkları aştıktan sonra goller gelmeye başladı.
AZİZ BAŞKAN BANA, “YA AYKUT HOCA’NIN SÖYLEDİĞINİ YAPIP GENÇLERLE ÇALIŞIRSIN YA DA GİDERSİN” DEDİ.
Stadın önüne heykelinizin dikileceğini ne zaman ve nasıl öğrendiniz?
Bir taraftar grubundan duydum. Samandıra’ya geldiler ve bana, olacakları anlattılar. O zaman inanmamıştım ama sonra gerçek oldu.
TEK HATAM OLDU; O DA “AYKUT HOCA BENİ KISKANIYOR” DEMEKTİ. YANLIŞ BİR HAREKETTİ, PİŞMANLIK DUYUYORUM.
Bir heykelinizin olması… Bu size nasıl hissettiriyor?
Hislerimi açıklamam imkânsız, gerçekten çok duygulanıyorum.
Stadın önüne heykeliniz dikildi ama Fenerbahçe hikâyeniz, birçok taraftarın içine sinmeyen bir vedaya sahne oldu. Aradan uzunca da bir zaman geçmişken bir ‘iade-i itibar’ daveti bekliyor musunuz?
Kötü sonuçlanan, çok üzüldüğüm bir hikâye bu. Belki de tarihte; başarılı olup, yaşarken heykeli dikilip, iki hafta sonra Cumartesi günü maç oynayıp, Pazartesi günü gönderilen tek oyuncuyumdur. Sonrasında iki kez İstanbul’a döndüm ve Türk halkı tarafından çok iyi şekilde karşılandım.
Ama Samandıra’ya gitmek için başkanı (Aziz Yıldırım) aradığımda bana izin vermedi. Mahmut Uslu’yla konuştum, o da başkanın izin vermediğini söyledi. Şükrü Saracoğlu Stadı içinde çekim yapmak istedim, yine izin verilmedi. Benim, Aykut Hoca ya da Aziz Başkan ile herhangi bir problemim yok. Sadece, aynı fikirde olmadığımız şeyler vardı. Belki onlar da benim yaptığım bazı şeylerden hoşlanmamışlardır ama şahsi bir problemden söz edemeyiz.
Yaklaşık beş sene geçti ve hâlâ, neden o şekilde bittiğini anlamış değilim. Ben Fenerbahçe’nin her sene daha da büyümesini isterim. İnsanlar ise geçicidir. Ben de geçtim gittim. Hayat böyle.
Marcio Nobre Fenerbahçe’den ayrıldı ve başkan tarafından kabul edildi. Deivid, aynı şekilde. Bu iki örneği veriyorum; çünkü onlar da Fenerbahçe’den ayrılma süreçlerinde birtakım problemler yaşamıştı. Ama sıra bana gelince, görüşmek istemediğini söylüyor. Eğer bilmediğim bir problem varsa kendisiyle karşılıklı oturup, konuşup, çözmek isterim ve bundan büyük mutluluk duyarım.
Fenerbahçe’den ayrılmanıza neden olan kriz daha iyi yönetilebilir miydi? Bir ayrılığın faturası, kimine az kimine çoktur ama tarafların hepsine birden kesilir. Siz bu faturanın ne kadarını üstlenirsiniz acaba?
Benim tek hatam oldu; o da Twitter’dan Aykut Hoca’nın beni kıskandığını söylemekti. Yanlış bir hareketti, bugün pişmanlık duyuyorum. Ama ben de sınırlarıma dayanmıştım. Aykut Hoca ile Romanya’da bir konuşmamız oldu ve ona, göreve geldiği andan itibaren beni göndermek istediğini hissettiğimi söyledim. O da son derece soğuk bir şekilde düşündüklerimin doğru olduğunu belirtti. Gerçekten de bensiz bir takım istiyordu. Bu beni çok üzdü. Benden genç takımla birlikte çalışmamı istedi, takımdan ayrı saatlerde. Oysa ben hiçbir şey yapmamıştım.
BELKİ DE YAŞARKEN HEYKELİ DİKİLİP, İKİ HAFTA SONRA GÖNDERİLEN TEK OYUNCUYUM.
Kasımpaşa’ya 2-0 kaybettiğimiz maçta, ilk yarının sonunda skor berabereyken oyundan alınmıştım. Maçın ikinci yarısını takımdakilerle birlikte izlemediğim için suçlandım. Serkan Kırıntılı, Miroslav Stoch ve bizle birlikte çalışan insanlarla oturmuştum. Sonra ortalık karıştı. Başkan geldi, kardeşiyle birlikte. “Gitmek isteyen gidebilir” dediler. Ben kalacağımı belirttim. Aynı gün, Aykut Hoca üçüncü blöfünü yaptı. Ayrılacağını söyledi. Güldüm; çünkü ayrılacağını üçüncü kez söylüyordu. Başkan bana, “Ya Aykut Hoca’nın dediğini yapıp gençlerle çalışırsın ya da gidersin” dedi. Gitmeyi tercih ettim çünkü artık beni istemediklerini anladım. Maalesef bu şekilde bitti. Her şeyin çok farklı olacağını hayal etmiştim ama hâlâ anlayamadığım bir şekilde, Fenerbahçe hikâyem bu şekilde sona erdi.
Bir gün, teknik adam olarak Fenerbahçe’ye dönmek ve ikinci bir şansa sahip olmak ister misiniz?
Şu anda futbolu düşünmüyorum, sadece mutlu bir şekilde ailemle yaşamak istiyorum.