Kalabalıkça bir arkadaş grubuyla Belgrad tatili planı yaptığımızda ilk işim çoklarımız gibi fikstüre bakmak oldu. Partizan-Radnik maçını gördüğümde, en azından benim ve eşim için cumartesi öğle sonrası planı netleşmişti. Hem Saviceviclerle, Bobanlarla başlayan Yugoslav futbolu aşkımı yerinde bir maç izleyerek pekiştirecek, hem de rüzgâr gibi geçtiği iki senede kalbimde büyük bir yer edinen Sasa Ilic’i belki de son kez sahada görecektim. Zira yıllarca unutulamayacak 2005-06 sezonuna damga vuran Ilic artık 37 yaşında, futbolunun son demlerinde.
Beyaz şehrin iki takımı Kızılyıldız ve Partizan’ın stadyumlarının birbirine oldukça yakın olmasına şaşırarak stada doğru yola koyulduk. Maça iki saat kala, tek tük Partizan’lı mevcuttu stat çevresinde. Biletlerimizi alıp Partizan’ın bizim ‘arena’lara hiç benzemeyen, daha ziyade ikinci ligdeki bir şehir takımının stadını andıran şirin mabedinin etrafında dolandıktan sonra maç önü ritüellerine geçtik. Lige bu sezon Kızılyıldız darbe vurmuş durumda, Partizan normal sezonda ikincilik mücadelesi veriyor. Bu da maça olan ilgiyi azaltmış. Yeri gelmişken belirteyim, Sırp Ligi’nde kerameti kendinden menkul bir sistem var; 16 takımlı normal sezon bitince ilk sekiz takım için Şampiyonluk Turu başlıyor. Fakat takımlar buraya ligde aldıkları puanlar ikiye bölünerek başlıyorlar. Tanıdık geldi değil mi? Fakat puanlar ikiye bölünse de Partizan için şampiyonluk umudu zayıf. Tribünlerin de büyük kısmı boş. Biz maratondayız ama ultralar kale arkasında.
Santrayla başlıyor destek, yanıyor meşaleler. Ama Partizan kayıpları, gönlümüzün efendisi en uçta yalnızları oynuyordu maçın başında. Radnik iyi kapanıp hızlı kontraya çıkarak bir anda 2-0’ı buldu ve devre sona erdi. Normalde futbolcular soyunma odasına bizim bulunduğumuz tribünde, taraftarın hemen yanından gittikleri için, belki Ilic’e seslenip, bir fotoğraf alabiliriz diye düşünmüştük maçın başında. Ama devrede enteresan bir şey oldu, Partizan takımı içeri gitmeden kale arkası tribün çağırdı. ‘Hep destek, tam destek’ mi acaba derken, tribün lideri tüm takımı karşısına alıp bağırmaya, azarlamaya başladı. Ne dediğini kestirmek için Sırpça bilmeye hiç gerek yoktu inanın. Futbolcular başları önde soyunma odasını gittiler bu fırça faslından sonra.
İkinci yarı sahada bambaşka bir Partizan vardı. Baskıyı artırdılar, sağ ayaklı sol açıklarının -adını not ediniz lütfen, ilerde duyabiliriz çokça, Nemanja Mihajlovic- sazı ele alması ve Ilic’in tıpkı eski günlerdekilere benzeyen iki golünün de katkısıyla çevirdiler maçı: 3-2! Kaptan yine sessiz sessiz sokuldu ceza sahasına, kimse ne olduğunu anlayamadan ayak içi plase ile avladı kaleciyi. Ali Sami Yen sakinleri defalarca tanık olmuştu bu ana, o günlere götürdü bizi. Şanslıydık aslında, zira Ilic bu sezon ligde o güne dek iki gol atmıştı, bir o kadarı da ikinci yarıya sıkıştırdı.
Mutluyduk son düdük çaldığında. Bol gollü, keyifli bir maç izlemiştik. Üstelik Ilic de iki gol atarak selamlamıştı bizi. Kalabalığa karışıp arkadaşlarımızın yanına dönebilirdik ama sanki buralara kadar gelip Ilic’e bir merhaba dememek olmaz gibi geldi. Türk misafirperverliğinin deplasman versiyonu bir nevi. Maç önü stadın etrafında dolanırken takımların nereden giriş yaptığını görmüştük, oraya dolaştık. Oyuncular yavaş yavaş çıkıp takım otobüsüne biniyorlardı, fakat takım otobüsü demir tellerin arkasında, biraz uzaktaydı, seslenmek oldukça güçtü. Bir yandan ‘yok, olmayacak bu iş’ diye düşünürken, kulağımda Ercan Taner’in “Ali Sami Yen’de Ilic’in gecesi” anonsu yankılanıyordu. Hani hep duyarız, okuruz; ‘İşte o an güvenliği atlatıp koşmaya başladım’ şeklinde hikâyeleri… Bunlar bana çok uzaktı ama demir tellerin içinde oturan üç kadına pekâlâ fikir danışabilirdim. Yaklaşıp İstanbul’dan geldiğimizi ve Ilic’e bir merhaba deyip onunla fotoğraf çektirmek istediğimizi söyleyecektim ki, İstanbul’u duyar duymaz fırladılar ayağa heyecanla. Karşılıklı bir akıl tutulması yaşadıktan sonra kadının Ilic’in eşi olduğunu öğrendik. İstanbul’u çok özlediklerini ve oradayken çok mutlu olduklarını anlattı. Tesadüf bununla sınırlı kalmadı. Diğer iki kadından biri de sular seller gibi Türkçe konuşuyordu. Belgrad’da çat pat Türkçe konuşan insana rastlamak mümkün fakat bu denlisi yoktur herhâlde. Tanıştıktan sonra İstanbul’da yaşayan ve Muhteşem Yüzyıl Kösem Sultan adlı tv dizisinde rol alan bir moda tasarımcısı olduğunu öğrendik. Güvenliğe işaret edip bizi içeri aldılar. Ardından Sasa Ilic geldi. Eşinin takdiminin ardından, Türkçe ‘merhaba, hoş geldiniz’ diyerek karşıladı bizi. Fotoğraf faslından sonra Galatasaray’ı sordu, neden kötü gittiğini, Avrupa kupalarından alınan men cezasının sebeplerini, gelecekte ne olacağını sordu. Elimden geldiğince anlattım. Ayrılırken de 2005-06’nın çok özel bir sene olduğunu ve unutamadığını söyledi, duygulandık karşılıklı.
Sanıyorum ki hakkında kimsenin kötü düşüncelere sahip olmadığı bu güzel adam, belki son kez şampiyonluk için sahada bu sene. Evet, kazanması oldukça zor görünüyor, fakat o kalplerde çoktan unutulmaz bir yer kazanmış durumda.