Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

DergiOcak 2017Röportaj“HATIRLAMIYORUM DOSTUM”

Bu sezon Süper Lig'de, futboluyla takdir gören bir Karabükspor var. Başlarında da Juventus tarihinde iz bırakmış bir isim... Igor Tudor, Socrates'e konuştu.

Igor Tudor, geçmişiyle yaşayan insanlardan biri değil. Arkasında bıraktığı parıltılı kariyere rağmen, daha önce yaşadıklarının üzerinde fazla durmuyor. Juventus’ta Marcelo Lippi’nin koltuğunu Carlo Ancelotti’ye teslim etmek durumunda kaldığı günlerde yaşananları, Galatasaray ile oynadıkları olaylı maçları, yedek kaldığı dönemi, kiralık olarak Siena’ya giderken düşündüklerini… Hiçbirini pek hatırlamıyor. O daha ziyade geleceğe odaklanıyor.

Karabükspor Teknik Direktörü Igor Tudor ile bir İstanbul deplasmanı öncesi takımının kamp yaptığı otelde buluştuk. Onunla konuşurken, arada bir göz ucuyla önümüzdeki kâğıda bakarak hazırladığımız soruların bir kısmının üzerini çizmek zorunda kaldık. Ve bir yerden sonra röportaj, doğaçlama bir sohbete dönüştü…

Juventus’ta Igor Tudor ismi parladı ve dünya çapında ünlü bir futbolcu oldunuz ama öncesinde Split’te geçen 20 yıl var. Hajduk Split forması giydiğiniz günler, hayatınızın neresinde?

Bir hayalin gerçek olması gibiydi benim için. Split’te yaşayan her erkek çocuğu, Hajduk’ta futbol oynamanın hayalini kurar. A takımdaki ünlü futbolcularla yaptığım ilk antrenmanı, oynadığım ilk maçı, imzaladığım ilk kontratı hâlâ hatırlıyorum. Hayatımın en harika dönemlerinden biriydi. Çok kısa bir periyotta bütün hayatım değişti. Hayal kuran bir gençtim ve bir anda bütün o hayaller gerçek olmaya başladı. Ailem benimle gurur duyuyordu, arkadaşlarım da… Ama bu çok kısa sürdü çünkü iki buçuk yıl sonra İtalya’ya gittim. Bugün baktığımda, keşke orada biraz daha uzun süre kalabilseydim diyorum. O güzel yılların tadını çok fazla çıkaramadan, 20 yaşında bir çocuk olarak kentten ayrıldım.

O yıl, Hırvatistan’ın 1998 Dünya Kupası kadrosunda yer buldunuz. Çok fazla oynamasanız da unutulmaz bir takımın parçası olma şansına eriştiniz. Bu deneyimin sizin için anlamı neydi?

Ülke için çok önemli günlerdi. Bir savaşın ardından, futbol takımımız büyük bir başarı elde etmişti. Herkes takımla gurur duyuyordu. Hepimiz küçük kahramanlardık. Sadece üç maçta oynadım, çok fazla da süre almadım ama savaş sonrası böyle bir arenada o takımın parçası olmak inanılmaz bir duyguydu. Muhteşem futbolcuların yer aldığı bir jenerasyondu, bir daha öylesi gelmez.

Juventus, tek seferde atılmak için çok büyük bir adımdı. Bu transfer sizin için bir sürpriz miydi?

Büyük bir sürprizdi. O aylarda kendimi bir filmin içinde hissetmeye başlamıştım. Büyük değişimler, çok kısa bir süre içerisinde gerçekleşiyordu. Hâlâ çocuk olduğumdan, Juventus’a transferimin ne kadar büyük bir şey olduğunu da anlamıyordum aslında, şimdi 40 yaşında çok daha iyi anlıyorum.

Marcelo Lippi yönetiminde iyi başlayan sezon, sonradan kâbusa dönüştü ve galibiyetsiz geçen haftaların ardından Şubat ayında Ancelotti takımın başına geçti… Bu, Juventus’un 1971’den sonraki ilk sezon ortası teknik adam değişikliği. Takım nasıl yaşamıştı bu süreci?

Dostum, hatırlamıyorum. Bu 15 sene önceydi.

Peki kendi adınıza bir huzursuzluk yaşadınız mı? Hedeflerinin altında kalmış bir takımın genç bir üyesisiniz, transferinizi yapan teknik adamı kaybediyorsunuz…

Juventus gibi kulüplerde işler böyle yürümez. Herhangi bir huzursuzluk hissetmezsiniz çünkü siz Juventus’un bir parçasısınızdır. Yeni bir teknik adam geldiğinde tabii ki ona kalitenizi göstermeniz gerekir. Ama sizin transferinizi yapan adam kalsa da iyi değilseniz oynayamazsınız zaten. Kulüp çok ciddiydi, her zaman bir aile gibiydi, gerçekleşen her şeyin arkasında bir sebep vardı. Bütün hocalarımdan çok şey öğrendim çünkü kim gelirse gelsin çok önemli isimlerdi. Sadece futbol hakkında değil, karakter olarak da bana çok şey kattılar.

O sezon ligde işler iyi gitmese de Şampiyonlar Ligi’nde yolunuza devam ediyorsunuz. Ta ki yarı finaldeki Manchester United rövanşına kadar…

Geçenlerde Sir Alex Ferguson’ın otobiyografisinde okudum o maçı. O zaferden sonra kupayı aldılar. En çok hatırladığım ve üzüldüğüm maçlardan biri. Keane ile arkadaşları, ileride Yorke ve Cole… İngiliz takımları, deplasmanda her zaman biraz daha güçsüzdür. Evlerindeki o atmosfer yoktur. Ama o maç farklıydı işte, çünkü çok iyilerdi.

(Juventus, Old Trafford’daki 1-1’lik beraberliğin rövanşında 2-0 öne geçmiş, Igor Tudor’un da sahada olduğu maçı 3-2 kazanan Manchester United finalde Bayern Münih’i de trajik bir şekilde yenerek kupaya uzanmıştı.)

“Hayat İşte”

Daha sonra orta sahada da oynamaya başladınız. Bu geçiş nasıl oldu?

Ben hayatım boyunca orta saha oyuncusuydum aslında, asla defans değildim. Genç takımda da orta sahadaydım. Marcelo Lippi bunu biliyordu ve takımın başına ikinci geçişinde beni orada oynatmaya başladı.

Sakatlıklardan çok çektiniz. 2002 Dünya Kupası, 2003 Şampiyonlar Ligi Finali gibi önemli organizasyonlardan uzak kaldınız…

Hayat… Şans… Kabullenmeniz gerekiyor. Bunu yaşayan ilk oyuncu değilim, son da olmayacağım. Evet, zor bir şey, bizim için en önemli sorun gibi ama dünyada çok daha ciddi problemleri olan milyarlarca insan var. Sakatlık hayatın da futbolun da parçası; kabullenmek zorundaydım. Güçlü olmak ve geri dönmek zorundaydım. Her sakatlık birbirinin aynısı değil, benim için de biraz daha zordu çünkü ben fiziksel olarak ağır bir oyuncuyum. Bu da geri dönmeyi biraz daha zorlaştırıyordu.

Çocukluğunuzu savaşın hüküm sürdüğü topraklarda yaşamak sizi daha güçlü bir insan yapmış mıdır?

Tabii… Hırvatistan’da yaşamak size bir şeyler getiriyor. Ama yaşım gereği karakter bütünlüğümü İtalya’da sağladım.

2002-03 sezonunda Şampiyonlar Ligi’nde Deportivo’ya attığınız son dakika golü, kariyerinizin en çok hatırlanan anlarından biri. Sizce de en önemlisi mi?

Muhtemelen. En ünlüsü oydu. Bugün dahi İtalya’ya gittiğimde o golden bahsediliyor.

O golle ikinci gruptan çıktınız. Çeyrek finalde Barcelona’yı, yarı finalde Real Madrid’i elediniz. Böyle büyük zaferlerin ardından, finalde Milan’ı biraz hafife aldığınız söylenebilir mi?

Milan’ı asla küçümseyemezsiniz; Milan her zaman Milan’dır. Her takım kazanmak ister ama İtalyan hocaların yönetimindeki İtalyan takımlarının maçlarında işler biraz daha karışır. Sistemler, taktikler konuşmaya başlar. O gün de öyle oldu ve maç inanılmaz sıkıcı geçti. Dörtlü savunmayla başladığımızı hatırlıyorum. Fazla pozisyon olmadı. Penaltılara gelindiğinde tarihin en iyi kalecisi iki penaltı kurtardı, Dida ise üç. Hayat işte. Kariyerimin en üzücü anıydı.

Juventus Üçlüsü

Yaşadığınız sakatlıkların ardından kiralık olarak Siena’ya gittiniz. Döndüğünüzde Juventus ikinci ligdeydi. Dönerken ne düşündünüz? Zor günde orada olmak mı, Juventus’ta tekrar parlama fırsatı mı?

Hiçbir şey düşünmedim çünkü her şey çok hızlı gelişti. Dizimde bir bakteri problemi vardı, büyük bir sıkıntıydı. Zaten o sezon hiç oynayamadım.

Oyuncular kendi aralarında ne konuşuyordu?

Hatırlamıyorum. Büyük bir şoktu, herkes çok şaşırmıştı. İtalyan futbolunun en kötü dönemlerinden biriydi. Hakemler, telefon görüşmeleri… Herkes şaşkındı. Bir kaos zamanıydı. Ama şov devam etmeliydi ve etti de… Oyuncular için de çok büyük bir sürprizdi. Ancak biz sadece futbola odaklanmıştık. Hepsi bu.

Bugünkü İtalyan savunmacılarla sizin döneminizdekileri nasıl karşılaştırırsınız?

İtalya’da her zaman iyi savunma yapıldı; geçmişte de, şimdi de… Şu anda Juventus’un üçlüsü, dünyanın en iyisi.

Igor Tudor ile aynı zamanda oynasalardı?

Yedekte bile oturamazlardı. (Kayıt cihazına eğilerek: “Bu bir şaka. Ha-ha-ha. Şaka. Şaka yaptım.”) Serie A’nın 10 yıl önceki seviyesi, bugünkünden farklı. Ama elbette şimdi de iyi.

Oyuncularla iletişim açısından çok farklı stilde teknik direktörlerle çalıştınız. Hangilerinden etkilendiniz? Örneğin Capello’nun disiplini mi, Ancelotti’nin tutkusu mu?

Hepsinden etkilendim. Hepsinden iyi şeyler almaya çalıştım. Ama sonunda ortaya çıkan şey, bir kopya değil. Çünkü senin de bir karakterin var. Diyelim ki Capello’yu seviyorsunuz ama daha yumuşak huylusunuz, ne olacak? Capello olamazsınız. Ya da kaba, çabuk parlayan, sinirli bir yapınız varsa oyuncularıyla dostluk ilişkiler kuran, onlara her şeyi sıcak diyaloglarla anlatan bir teknik adam olamazsınız.

Peki ya Miroslav Blazevic? Onun yönettiği Hırvatistan takımından çok sayıda teknik direktör çıktı. Blazevic’in Igor Tudor üzerinde özel bir etkisinden söz edilebilir mi?

Blazevic, bir efsaneydi. Özellikle de Fransa’daki Dünya Kupası’ndan sonra efsane olmuştu. Tabii ki hepimizi etkiledi ama futbol, evrimdir; sürekli değişir. Dolayısıyla, yine söylüyorum, kimseyi kopyalayamazsınız. Her şeyden önce kendi fikirleriniz olmalı elbette ama kopyalayacaksanız da şimdiki zamandan birini kopyalamanız gerekir, geçmişten değil.

Birlikte oynadığınız isimler içinde teknik direktörlük kariyerinde sizi şaşırtan kimse oldu mu? Ya da hayal kırıklığına uğratan…

Hayır, gençken hiç anlamıyorsunuz, o gözle bakmıyorsunuz. Kendi işinize odaklanıyorsunuz. Ama şimdi bakıyorum, eski bir takım arkadaşım dünyanın en iyi üç teknik direktöründen biri: Antonio Conte. Şaşırdım mı? Hayır. Didier Deschamps’ı düşünüyorum; her zaman tüm taktiksel detaylarla ilgilenirdi. Zinedine Zidane, kendi döneminin en büyük futbolcusuydu. Oyuncularına aktaracak büyük bir birikimi var. Filippo Inzaghi, Ciro Ferrara, Fabio Cannavaro… Eğer üst seviye teknik direktörlerle, üst seviye takımlarda futbol oynuyorsanız, bu size yardımcı olur. Ama bu, iyi bir takımda oynayan herkesin iyi bir teknik direktör olacağı anlamına da gelmiyor elbette.

“Türkiye’de Transfer İşi Zor”

Slaven Bilic hakkında ne düşünüyorsunuz?

Çok beğeniyorum. Slaven, aynı zamanda çok iyi arkadaşım. İkimiz de Split’liyiz, aynı şehirde büyüdük. Geçen yıl West Ham’la harika işler yaptı. Çok iyi bir geleceği olduğunu düşünüyorum. Her şey gönlünce olsun…

Karabükspor’a imza atmadan önce onunla iletişime geçtiniz mi?

Hayır, hiç konuşmadım. Bu yaz çok meşguldü!

Nasıl gelişti Karabükspor’a transferiniz?

Bir arkadaşım (Anthony Seric) Karabükspor’da üç yıl oynamıştı ve burada iyi ilişkileri vardı. Başkanla konuşurken beni önermiş. Daha sonra bana haber verdi; geldim, konuştuk ve anlaştık.

Transfer listenizi nasıl oluşturdunuz? Gelmeden önce bir oyuncu portföyünüz mü vardı?

Transfer listem? Türkiye’de transfer işi zor, hele ki takım ikinci ligden gelmişse. 15 yeni futbolcu alıyorlar. Bu olağanüstü bir durum; alışılmışın çok dışında. Birbirini hiç tanımayan 15 futbolcuyla işe başlıyorsunuz. Tabii aynı zamanda bu da bir tecrübe. Kolay değil, sevdiğim bir durum da değil ama adapte olup en iyisini yapmaya çalışıyorum.

Yine de Karabükspor, şimdiden bir fark yarattı. Özellikle Anadolu’da taktiksel disipline sadık takımlar görmeye pek alışkın değiliz ama Karabükspor’un bilinçli bir oyun oynadığını görüyoruz. Herkes Igor Tudor yönetimindeki Karabükspor’u konuşuyor. Bu takım nasıl ortaya çıktı? Zor oldu mu?

(Soruyu defalarca teşekkür ederek kesmeye çalıştıktan sonra) Çok teşekkür ederim bu yorum için. Elbette zor. Ama biz teknik direktörler bunun için çalışıyoruz zaten. Eğer bazı yeteneklerin varsa başarabilirsin. O yetenek sende yoksa başaramazsın. Hayatın her alanında böyle değil mi? Ama Türkiye Ligi’ndeki taktiksel durumla ilgili sana katılmıyorum. Avrupa’nın her yerinde olduğu gibi burada da iyiler ve kötüler var. Çok iyi organize olmuş takımlar var. İsim vermek istemiyorum ama belki de problem, karar verici konumdaki insanların bunu fark etmemesi. Etrafta sürekli var olan kötü teknik direktörler görüyorum. Her zaman takım yönetiyorlar. Herkes onların ne kadar kötü olduğunu söylüyor ama onlar hâlâ takım yönetiyor. Asıl problem bu; karar veren insanlar. Bana katılıyor musun?

Elbette… Her sezon başarısız olup yine de takım bulabilen teknik direktörler var. Sanırım medyanın etkisi…

Eh, belki biraz da menajerlerin…

Teknik Direktörlerin Trajedisi

Peki sizin teknik direktör olarak hedefiniz ne? Igor Tudor neyi başarmak istiyor?

Karabükspor’la ligi kazanmak! Şaka yapıyorum. Elimden gelenin en iyisini yapabilmek. Ben uzun vadeli planlarla yaşayanlardan değilim. Hep beraber, yapabileceğimizin en iyisini yapmak. Bir teknik direktörün en büyük isteği takımına iyi futbol oynatabilmektir, bunu istiyorum.

Avrupa Ligi’ne katılmak? Bu sezon, sonraki sezon?

Somut bir hedeften bahsetmek istemiyorum. Şu açıdan bakalım: Hedefim, fark edilen bir takım yaratmak. Bu, önemli bir şey. Karabükspor dendiğinde akla sağlam bir takım gelsin istiyorum. “Onlar iyi koşan, mücadeleci bir takım” densin istiyorum. Az önce sen takımımla ilgili yorum yaptın, bir fark görmüşsün, bu benim hoşuma gitti. Bu tür yorumları önemli buluyorum. Ben de kendini fark ettiren takımları izlemekten keyif alıyorum. Öylesine bir maç izlemek hiç hoşuma gitmiyor. İşte benim hedefim bu.

İlk hafta Galatasaray’a karşı oynamak bir avantaj mıydı bu durumda? Çok iyi futbol oynadınız ve herkes takımınızdan övgüyle bahsetti.

Muhtemelen. Ama o sadece bir maçtı, her hafta sonu tekrarlamalıyız. Galatasaray’a karşı kaybetmemize rağmen övgü aldık ama bu bir istisnaydı. Kazandığınızda iyi hocasınız, ertesi hafta kaybettiğinizde kötü. İki hafta kazanıp üçüncüde kaybederseniz yine idare ediyorsunuz ama ikincide kaybettiğinizde yorumlar başlıyor: “Teknik direktör kötü, oyuncular kötü…” Her zaman baskı var. Bir gün, galibiyet sonrası sevinirken yardımcım çok güzel bir söz söylemişti: “Neyi kutluyorsun? Sadece bir haftalık huzur satın aldık.” Sadece yedi gün. Bir sonraki hafta sonuna kadar. Bu akıl almaz bir şey.

En azından Karabük’te bu baskının biraz daha az olduğunu söyleyebiliriz?

Evet, biraz daha az, biraz daha… Ama kişisel olarak ben de kendi üzerimde büyük bir baskı yaratıyorum. Her zaman kazanmak istiyorum, her zaman en yukarıyı hedefliyorum. Bir teknik direktörün problemi nedir biliyor musun? Eğer bir futbolcuysan herkes seni bilir. Bu Messi, iyi bir futbolcudur; bu Marco, o da iyidir; bu X, o kadar da iyi değildir, kötüdür… Ancak biliyorsun ki teknik direktörler için böyle bir durum yok, her şey o da kadar açık değil. Belki çok iyi bir takımın var ama sen ortalama bir teknik direktörsün, kazanıyorsun ve iyi bir teknik direktör olduğun konuşuluyor. Belki bir başkasının takımı ikinci lige düşüyor ama senden daha iyi teknik direktör. Belki boktan bir takımı var ya da kötü bir şansı… Ama herkes diyor ki “Ah, o kötü bir teknik direktör.” Belki de bunu fark etmesi gereken insanlar bu işten anlamıyor. Ya da yeterince ilgileri yok. Ya da ikisinin arasında bir şey. İşte teknik direktörlerin trajedisi bu.

Teknik direktörlerin futbolculardan daha çok tartışılma sebebi de bu değil mi?

Herkes konuşuyor… Bu yüzden bir teknik direktörün iş bulması çok zor, kaybetmesi çok kolay. Üç ya da dört maç kaybettin, dışarıdasın. Sonra beklersin, beklersin, binlerce hoca gelir ve takım ligi aynı sırada bitirir.

Siz olsanız nasıl davranırdınız teknik direktörlere?

Ben… Kolay… Kolay, çok kolay. Eğer bir sportif direktör olsaydım, bilmiyorum, herhâlde burnum iyi teknik direktörün kokusunu alırdı. Eğer bir futbol takımından bahsediyorsak en üstte teknik direktör olmalıdır; sportif direktör, başkan ya da yöneticiler değil. Çünkü futbol hakkında bilgi birikimine o sahiptir. Ama bu her zaman olmuyor. Teknik direktörler her zaman bununla başa çıkacak güce sahip değiller.

*Bu röportaj ilk olarak Socrates‘in Ocak 2017 sayısında yayımlanmıştır. Bütün sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler