Evin, o güne kadar hiç çıkmadığım üst katına doğru ilerliyorum. ‘Ayakların geri geri gitmesi’ durumu, hayatımda ilk kez başıma geliyor sanırım. Soldaki odaya doğru yöneldiğimde, alışık olmadığım hatta aklımdan bile geçmeyen bir manzarayla karşılaşıyorum; koltuk değneğiyle sandalyede oturmuş, zayıflamış, rengi sararmış. Çok değil, sadece iki ay önce yemekteydik. Şimdi ise konuşmaya çalışıyor ama pek gücü yok. Gülmeye çalışıyor, morali yok. “Kötüyüm” diyor sadece. Avrupa Şampiyonası’ndan konuşmak istiyor, olmuyor; “Kötüyüm” ile bitiriyor bir kez daha. Elimi tutmuş, gözlerime bakıyor. Veda yaklaşırken, zor da olsa esas vurucu sözleri çıkarıyor ağzından: “Nereden buldun ulan beni?” Gözyaşlarını saklama vakti… Görüşmek üzere Bülent Abi!
2014-Silivri Otogarı
-Eee? Silivri’ye gidip ne yapacağız?
-Bizi otogardan alacakmış.
-Ulan, adam 90 yaşında!
-Şoförü filan var herhâlde…
2014’ün Nisan ayında Toprak Saha için Dünya Kupası hazırlıklarına başladığımızda, Sezgin’in aklına gelmişti Bülent Eken ile röportaj yapmak. Nitekim 1950 Dünya Kupası’na katılma hakkı kazanan milli takımın hayatta kalan iki futbolcusundan biriydi ve İtalya’da oynayan ilk Türk futbolcular arasındaydı. Numaralar bulundu, iletişime geçildi ve babacan sesiyle bizi evine davet etti. İstanbul içi işlere alışmış bir ekip olarak deplasman cahiliydik ve Yenibosna’dan belediye otobüsüyle, Bollywood filmlerini aratmayan bir atmosferde yola koyulduk. Silivri Otogarı’na indiğimiz andan itibaren Batu ve Sezgin’le tartıştığımız tek husus, “Sizi otogardan alacağım” vaadiydi. Şakalar, mübalağalar derken…
-Çocuklar, hoş geldiniz!
Kahverengi takım elbisesi, kasketi, masmavi gözleri ve tebessümüyle üçümüzün yaşının toplamından daha yaşlı olmasına rağmen şoför mahallinden el sallıyordu Bülent Eken. Kısa süreli şoku atlatır atlatmaz arabaya bindik ve yola koyulduk. Röportaj için evi beklemedik ama. Biz hâl hatır sorarken Bülent Abi orta şeritte yavaşladı ve 1948 Olimpiyat Oyunları’ndan anılarla röportaja girişi yaptı…
O gün, iki saat kadar ne varsa konuştuk. Daha doğrusu her şeyi konuştuğumuzu sanıyorduk. Galatasaray, A Milli Takım, İtalya kariyeri, Sophia Loren… Hepsini detaylarıyla anlatması, 1923 doğumlu birinin araba kullanmasından daha da şaşırtıcıydı. Bütün bu saha içi kariyerine rağmen, üzerinde sıkça durduğu asıl mevzu saha kenarıydı. Topsuz oyun, Türkiye’de sistemlerin bilinmemesi ve büyük İtalyan antrenörlerin mezunu olduğu Coverciano’daki antrenörlük kursunda başından geçenler… Laf dönüp dolaşıp buralara geliyordu. “Bana bakın, sizin için elimden geleni yaparım. Bir telefon etmeniz yeter!” diyerek bizi otogara bıraktığında, eski bir İstanbul beyefendisi olmasının getirdiği kibarlıkla bizi uğurladığını düşündük…
“Alo, Bülent Abi?”
2014’ün sonları… Socrates’in kuruluş aşamasının rutinleşmiş ‘haşin’ toplantılarının birinde konu, Toprak Saha sayfalarına geldi. Amacımız; boş güzellemeler yapmadan, dünya ve Türkiye futbol tarihindeki gerçekleri sayfalara yansıtabilmekti. Dünya futbolu için kaynaklar, videolar boldu ama yurt içi sıkıntısı her ‘arşivleme’ olayındaki gibi sorunlarla baş başa bıraktı bizi. Türkiye-Macaristan maçından önce gerçekten de Macar takımının yorulması için bir şeyler yapılmış mıydı? Turgay Şeren kusursuz bir kaleci miydi? Ya da Can Bartu’yu ‘Sinyor’ yapan fark neydi? Tarafsız bir yazı bulmamız zor, bahsi geçen isimleri izlemiş olmamız imkânsızdı. “Bunları bilse bilse Bülent Eken bilir” dememle Onur Erdem’in çözümü geldi: “İlhan’ın arası Bülent Eken ile iyi, adam bütün bunlara tanık olmuş. Gitsin, konuşsun, her ay Bülent Abi’nin köşesi yapalım.” Konu kapanmıştı, Bülent Eken’le geçecek aylarım başlıyordu…
-Bülent Abi selamlar, ben İlhan. Hani senle röportaj yapmıştık, İtalya’dan konuşmuştuk…
Bunlar, Nisandan beri telefon görüşmelerimizin değişmez açılışıydı. Beni aklında tutmasının sebebi, İtalyan futbolu konusundaki ortak düşüncelerimizdi zaten.
-N’oldu oğlum?
-Abi, biz bir dergi çıkaracağız. Senin de yazılarının yer almasını istiyoruz. Sen anlat, ben yazayım. Yorulmayacaksın da…
-Bana bak, ben sana ne dedim? Elimden gelen her şeyi yapmaya hazırım. İstediğin zaman gel, hallederiz.
“Hallederiz” ifadesi, Bülent Eken için Türkçeye kazandırılmış olabilirdi. Aylar boyu sıkça “Hallederiz” dedi ve halletti de… Hem de beni defalarca şaşırtarak.
Geçmişi Kabullenmek
Lefter Küçükandonyadis, Piola, Vycpalek, Şükrü Gülesin, Nordahl, Boniperti, Mustafa Denizli, Metin Oktay, Bobek… Bütün bu isimlerle ya saha içinde mücadele etmiş ya da saha dışında antrenörlüğünü yapmıştı Bülent Eken… Mesleki başarılarının dışında, eski İstanbul’un yaşamayı bilen adamlarındandı ve film çevirmeye kadar uzanan renkli kişiliği, işi daha da ilginç kılıyordu. Fakat ilk aylarda onu geçmişe götürmek hiç kolay olmadı. “Galatasaray’ın durumunu, ülkede oynanan futbolu, tribünlere gidenlerin saygısızlıklarını ne zaman tenkit edeceğiz?” diye sordu defalarca… “Önce bir geçmişi tamamlayalım” desem de ikna olmadı. Coverciano’da öğrendiği saha dizilişi ve teknik idmanları defalarca anlattı, kürdanlarla masa üzerinde şekil verdiği 3-5-2’nin -kendi deyimiyle- neden ‘en makul sistem’ olduğunu ‘kürdan maçları’ ile defalarca açıkladı. “Mancini’yi yediler, Prandelli’yi de yerler. Ne anlar Türk topçusu İtalyan futbolundan zaten!” isyanını hiç duymadıysam on kez işittim.
Güncele değinme arzusu hiç geçmeyecek sanıyordum. Ta ki Galatasaray kongrelerine ya da kulüp toplantılarına katıldığında genç nesilden “Sen neymişsin be abi!” yorumlarını işitene kadar. Onunla konuşan pek çok kişi, İtalya kariyerini teğet geçmiş ya da izlediği, beraber oynadığı beynelmilel yıldızlardan konuşmamıştı. O da muhtemelen, uluslararası tecrübenin çok kısıtlı kaldığı 1940’lı, 1950’li yıllarda çok az sporcuya nasip olabilecek bir kariyere sahip olduğunu belki de anlattıkça anladı. 1966 Dünya Kupası’na kendi imkânlarıyla gidip dünyadaki sistem değişikliklerini çıplak gözle izlemesi, Helenio Herrera ile olan arkadaşlığı, ülke ve dünya futbolunun efsaneleriyle ilgili anılarını anlattıkça bu macera onun da hoşuna gitmeye başlamıştı.
“Ulan, iyi ki eskiyi anlatıyoruz be!” deyip enteresan fotoğraflarla gelmeye başlamıştı buluşmalara. “Bu, Milan’la berabere kaldığımız maç. Nordahl’a bak, katır gibi adamdı. Onu öyle bir durdurdum ki başkan arabasını hediye etti bana. Bu da Novara maçından… Piola’yla birlikteyiz. Onu tutmakla görevlendirmişti beni antrenör. Çok yaşlanmıştı ama felaket bir adamdı” diye anlatıyordu durmadan, her detayı hatırlayarak… Fotoğraflı tarih seanslarında kahkahalar da yerini alıyordu tabii. Bunlardan biri de Halit Kıvanç ile olandı…
-Halit, İtalya’da oynayan futbolcularımızla ilgili haberler yapmak için İtalya’ya gelmişti. Birlikte epey gezdik Palermo’da… Çok severim keratayı!
-Bülent Abi, Halit Kıvanç kitabında, senin bu fotoğrafları kaçırdığını ve kalemle kendine saç ekleyip iade ettiğini yazmıştı. Yaptın mı bunu cidden?
-Hadi be sen de! Kerata, egzajere ediyor…
Bülent Abi’nin ne kadar saygın bir kariyere sahip olduğunu tabii ki biliyordum ama bir o kadar da dolu dolu yaşadığını gün be gün görüyordum. Sanki anlatmak için yaşamıştı stadyum tecrübelerini. O kadar garip bir etkiydi ki bu, sadece kendisiyle sınırlı kalmıyordu. Onunla yolu kesişenler, ismini duyduğu zaman tebessümle başlıyorlardı anılarını dökmeye. Mustafa Denizli de bunlardan biriydi…
Kendisiyle yapacağım röportaj için yaklaşık 20 dakika geç kalmıştım. Mustafa Hoca, kızarmış suratıyla kendine has sinirini belli ediyordu. Bir şeyler yapmalıydım ve aklıma, birkaç saat önce konuştuğum Bülent Eken geldi. Eski öğrencisine selam göndermiş, büyük ihtimalle bir an yaşımı unutup “Yanaklarından öp Mustafacığımı!” demişti.
-Hocam, size selam getirdim.
-Kimden?
-Bülent Eken’den.
Mustafa Hoca’yı öpmedim tabii ama bu ‘ufak’ selam bile suratının normal hâlini alması için yetmişti. Gülerek anlatmaya başladı: “Bülent Hoca Altay’a geldiğinde büyük olay olmuştu. Onu görmek için can atıyordum. Sadece görmek yetecekti ama bir anda kendimi A takımda buldum. O karşımdayken heyecandan ayaklarım titrerdi. Sezon öncesinde bir fotoğraf çekilmiş, o fotoğraf da İzmir’deki birçok dükkâna poster olarak asılmıştı. Gider gider o postere bakardım.”
Hayat Üniversitesi
Amaç futbol olsa da sohbetlerin genelinde konu futbolla sınırlı kalmazdı. Rahatsızlık dönemine kadar kullanmaya devam ettiği arabasına bindiğinizde ya Behiye Aksoy ya da bir Yunan ezgisi karşılardı sizi. “Rumları çok severim, çok Rum dostum vardı. Geçen canım sıkıldı, atladım gittim Selanik’e. Denize karşı bir duble rakı içtim, döndüm. Nasıl dinlendim, tahayyül edemezsin” dediğinde, 93 yaşında bu enerjiyi nasıl kendinde bulduğuna hayret ederdim. Fakat o denli dinç ve sağlıklı olmasının sebebi de buydu. Yaşama, belki de milyonda bir insanın sahip olacağı tutkuyla bağlıydı. Şık takım elbiseleri, mevsimine göre kıyafetine uyumlu şapkası ve ayakkabıları, kendine ne kadar özen gösterdiğini anlatıyordu. Bir de yaşına rağmen iş hayatına mesai saatlerini aksatmadan devam etmesi, iş seyahatlerine çıkması vardı ki ağzınızın uzun süre açık kalmasını sağlayabilecek bir azim gösterisiydi.
Socrates ise ona yeni bir uğraş olmuştu. Dergiye her gün geliyormuşçasına bir disiplin içerisindeydi. Yeni sayı eline ulaştığı anda, saat kaç olursa olsun telefona sarılır, “Çok güzel olmuş ulan! Yeni ayda ne yapalım?” sözleriyle yeni sayı çalışmalarına başlardı. 1950’lerin başında futbolculuk, 1970’lerin sonunda antrenörlük kariyerlerini noktalamış ve birçok başarı yakalamış olmasına rağmen insanlara yeterince kendini anlatamamaktan yakınan Bülent Eken, onu anlayan gençlere seslendiğini hissediyordu artık. Yaşına aldırmadan büyük bir azimle yazılarına hazırlanıyordu. Onu yorduğumu düşündüğüm anlarda ise yine rutinleşmiş tepkisini veriyordu: “Ulan eşek herif, ben senden gencim ulan!”
Hakikaten de gençti. Nikâh şahitliğimi yapmasını istediğimde, Silivri’den sabah yola çıkıp hepimizden önce nikâh salonundaki yerini almıştı. Eşimin şahidi ve nikâh memuruna ‘şakayla karışık’ evlilik teklifleri yaparak, enerjisiyle hayatımın bir başka bölümüne daha imzasını kondurmaktan geri kalmadı…
Veda
Bülent Eken’in karşısına işte böyle çıktım ve iki sene boyunca ondan bir şeyler öğrenmeye çalıştım. İsmiyle çok kapı açtım. Bazılarını bu sayfalara aktardım, bazıları da başka zamanlarda kullanılmak üzere rafa kalktı. Fakat ağzından çıkan milyonlarca kelime, onlarca anının arasında söylediği bir şey vardı ki benim de ona bir şeyler kattığıma dair muazzam bir mutluluk verdi bana:
“İlhan, çok şükür hâlâ iş yapan ve iyi gelir sahibi bir adamım. Ama şu yazılarımdan aldığım telif var ya, beni o kadar mesut ediyor ki… Çünkü bu benim işim; futbol. Kimse benden böyle yararlanmak istemedi. Şimdi insanların sağda solda yazımla ilgili bana bir şeyler söylemesi, beni tanıması… 93 yaşıma geldim; İtalya’da oynadım, milli takımda oynadım, Galatasaray’da kaptanlık, antrenörlük yaptım ama hiçbirinde bu kadar mutlu olmadım. Bu dergide yer almak, hayatımın son döneminde beni en çok mutlu eden husus.”
Bu sözlerden kısa bir süre sonra rahatsızlandı Bülent Abi. Durumu iyi değildi. Son ziyaretimden sonra her şeye kendimi hazırlasam da vedayı pek de düşünmek istemiyordum. 25 Temmuz sabahı, Bülent Abi ile sürekli mesai fikrini ortaya atan Onur Erdem’in telefonuyla uyandım. “Bu saatte uyuduğumu biliyorsun be adam!” minvalinde söylenerek telefonu açtım. Uzun konuşmayı seven Onur Erdem’in ağzından iki kelime çıktı: “Bülent Abi…” Sonrasını dinlemedim bile…