Siyahların hakları ve beyazların zulmü. Son dönemde kim muhalif bir yazı kaleme almak istese, spora dair başvuracağı ilk tema bu. Peki ya başka bakış açıları? Daha birleştirici ve daha genel bir hikâye çıkarmayı denemenin vakti gelmedi mi? Öyleyse okları doğrudan meselenin tam kalbine gönderelim ve büyük soruyu soralım: Bir sporcunun toplumsal rolü nedir?
Colin Kaepernick’le tanışın. NFL takımlarından San Francisco 49ers’ın yıldız oyun kurucusu, şimdilerde bir günahkâr. ‘Oturduğu yerden’ kusur etmeyi başarmış bir sporcu. Hangi kabahatinden yargılanacak, an itibariyle kestirmek zor. ABD’nin ulusal marşına saygısızlık etmek, herkes ayakta söylerken ayağa kalkmamak, sonra da dizinin üzerine çöküp bir çeşit ‘duran adam’ eylemi yapmak mı? Yoksa siyasetten, politikadan ve günlük hayatta can sıkıcı ne varsa onlardan yegâne kaçış noktası olan bir sporun, bir gösterinin büyüsünü bozmaktan, spor tanrısına küfretmekten mi?
Dünyanın en büyük hapishanesi olan zihin tipi cezaevinde, Kaepernick’in potansiyel hücre arkadaşı, Lilesa Feyisa. Rio 2016’nın maraton ikincisi. Kendi ifadesiyle, Etiyopya’da Oromo halkına yaptığı sistematik zulümden hoşnutsuz ve şikâyetçi. 1968 Mexico City’nin kahramanları Tommie Smith’ten ve John Carlos’tan almış siyah eldivenleri ve görünmez bir kelepçe hâline getirip taktığı ellerini gösteriyor tüm dünyaya, yarışı bitirirken. Madalyasını alırken de tekrarladığı “Eziliyoruz” hareketi, kabul edelim Mo Farah’ın Mo-bot hareketi kadar sevimli değil. Zira spor, olumsuzlamaları pek sevmez.
İlk soruya geri dönelim: Sporcu nedir? Bir eğlence piyonu mu? Gösteride kendisine verilen rolü doldurup, doğaçlamayla geliştirmeli fakat en nihayetinde, bir tiyatro oyuncusu olduğu gerçeğini mi kabullenmeli? Yani yalnızca işini mi yapmalı? Ya da tam tersine, kendi konumu üzerine düşünüp tartışan, kitleleri ayağa kaldıracak bir aktivist, ya da yaşamı dönüştürmek üzere kafa yoran bir filozof mu olmalı? Muhtemelen Antonio Gramsci, entelektüellerin kültürel hegemonyaya karşı rolü üzerine kafa yorarken aklından sporcuları geçirmiyordu. Ama sporun kültür endüstrisindeki ayrıcalıklı konumunu, bir sporcunun ulaşabildiği, etki edebildiği kitleleri hesaba katarsak, onlar da bir çeşit entelektüel olabilirler mi? Olmalı mıdırlar?
Bir görüş: Sporcu oturduğu yerde oturur. İş bölümü boşuna icat edilmedi. Herkes kendisine ayrılan kulvarda koşacak, görevini yerine getirip ona göre de karnını doyuracak, gerisine de karışmayacak. Ayrıca bir sporcu, zaten ayrıcalıklı bir sosyal sınıf mensubu sayılır; belaya bulaşmak neden? Politikacı politikasını yapsın, iktisatçı ekonomiyi düzenlesin, mühendis iş makinalarını çalıştırsın, doktor hastasını iyileştirsin, filozof düşünsün düşünsün dursun. Sporcu da sporunu yapsın, anlatıcı aktarsın, dergici de yazsın, eğlendirsin bizi. Her kafadan bir ses çıkarsa ne olur hâlimiz?
Önceki bölümlerimizde görmüştük; bugünkü kılığıyla kapitalizm, hoşnutsuz olmayı yasaklamıştı hepimize. Hoşnutsuzsak da hoşnut olmayı bilmeliydik. (Gidip Radiohead dinlemeliydik) Sevimli ve hatta karizmatik uysal melankoli: Mutsuzluktan duyulan haz. Bu, geç kapitalizm içten içe fısıldadığıdır kulağımıza. “Mutluluk, doğal olan, olması gerekendir. Hoşnutsuz, düzeltmelidir kendini.” Will Davies, Mutluluk Endüstrisi kitabında tam da bu mevzudan bahsediyordu sanki. İnsan duygularının pazara düştüğü ve mutluluğun da her şeyden daha pahalı olduğu bir dünya. Güzel fikir aslında; mutluluk endüstrisinin kâr ederek büyümesinin tek yolu, devamlı mutsuzluk üreten bir toplum düzeninin sürüp gitmesi değil mi? Garip, kimse yaşadığı hayattan hoşnut değil ama huzursuzluk, bir eleştirel tavra, bir davranışa dönüşünce işler değişiyor. Artık normal değil hoşnutsuzluk, bir istisna. İyi de mutsuzlukla yüzleşmek, dönüşümün başlangıcı olamaz mı peki?
Kaepernick ve Lilesa’nın büyük günahı da işte bu. Hoşnutsuzlar. Bunu herkese duyuracak kadar da cesaretliler. Eğlenceyi bozmaya yeltendiler. İnsanları galeyana getirebilecek bir iş yaptılar, tehlikeliydi. Biri ABD’de bir siyah ve diğeri de Etiyopya’nın Oromo halkından. Azınlık olsun ya da olmasın ve hatta etnik kökeninden bağımsız, tahakküm altına alınmış her sosyo-ekonomik grup gibi, hep potansiyel bir sorun yaratıcılar. Tekin gözükmüyorlar. Olmadık yerde sorun çıkarma gereksinimine girer böyleleri. Eline bayrağı alıp zafer turu atmak varken… Halbuki spor eğlenceydi. Herkes hoşnut olmalıydı. Kazananlar ve hatta kaybedenler bile.
Evet, Lilesa’yı bir nebze anlayabiliyor insan. Etiyopyalı da olsanız, bir maratoncu olmak zengin bir hayatı garantilemiyor. Kaybedecek o kadar da fazla şeyi yoktur belki. Fakat sen Kaepernick, bir NFL oyuncusu olarak ne kadar fazla derdin olabilir? Dünyanın en büyük spor organizasyonlarından birinde oynuyor, creme-de-la-creme hayatın keyfini çıkarıyorsun. Yerinde olmak isteyen milyonlar arasından seçilmişsin. İlgi üzerinde, hayatını sevdiğin işten kazanıyorsun ve paran da çok. Bir hayali yaşıyorsun… Üstelik sırf siyah olduğun için, ki işin bu kısmı senin için bile tartışmalı, yıllar önce bırakın Super Bowl oynayan bir takımın oyun kurucusu olmayı, kulübün kapısından içeri dahi giremeyen büyük dedelerini düşününce, ‘Daha ne istiyorsun?’ diye soran çok. Zaten kulüp yöneticilerinden oyunculara, taraftarlara ve medyaya kadar herkesi öfkelendiren şey de bu: “Ne derdin vardı Kaepernick? Neden mahvettin gösteriyi?”
Sporcunun toplumu gerçekten ilgilendiren bir meselede fikir beyan etmeli midir? Şu meşhur ‘spor siyasete bulaşmamalı’ mottosu sakinleri için gayet sevimsiz bir durum, orası kesin. Fakat doping mevzusu hariç tabii. Tamam, meldonyumuna rağmen olimpiyata katılabilmiş bir Yuliya Efimova’yı eleştirme görevini 19 yaşındaki bir ABD’li yüzücü üstlenip: “O kirli, ben temizim, ben hak ettim, o hilebaz” demeye getirebilir. Dopingin ne derece politize edilebileceği konusunda yeterli bilgi sahibi olmaması bu yoruma bir engel teşkil etmiyor. Ama iş alenen, ABD’nin bir devlet politikası olarak siyahlara ve azınlıklara olan tavrını eleştiren bir sporcuya geldi mi, o farklı bir durum. Etiyopyalı arkadaşımızı hiç sormayın, son olarak “Ülkeme gitmeye korkuyorum, muhtemelen hapse atılacağım ya da öldürüleceğim” demesi kayda değer bulundu. Kaepernick’in yanındaysa esamesi okunmuyor.
Bir de şöyle bakalım; sportif müsabaka alanları, tam da sorunları tartışmanın yeri değil de ne? Bu kadar büyük bir insan kalabalığını, aynı anda, aynı olguyu takip ederken -ki televizyonu ve sosyal medyası ayrı- bulmak başka nerede mümkün? Hayatla derdi olana bundan daha iyi fırsat mı olur? Dahası da var. İnsanlar için bir güvenli liman niteliğine bürünen spor gösterisi, aslında tam da gerçekten “kaçış yok”‘un bir fotoğrafını çekemez mi? Garip, illüzyonumsu bir tiyatro sahnesi, bazen hayatın gerçekleriyle yüzleşmenin en iyi yolu oluyor. Eğlencekolik insanlığımızı, ‘ciddi konulara’ tam da en güvende hissettiği anlarda dahil edemiyorsak, ne zaman edeceğiz? Kaepernick ayağa kalkmadığında, Lilesa kendini zincirlediğinde değilse şayet?
Garip bir çelişkiyi es geçmemek lazım. Çok değil, birkaç ay önce Muhammed Ali’nin ölümü için devlet töreni düzenlendi. ABD başkanı dahil, herkes Ali’den övgüyle, adeta bir devlet mirasıymışcasına, hatta evet, kahramanmışçasına bahsediyor, onu onurlandırıyordu. Halbuki ordunun çağrısını ve Vietnam’a gitmeyi reddeden, beyazların askeri olmayacağını söyleyen Ali, o günlerde hapis cezasına çarptırılmış, ‘iyi bir siyah’ olmayışının bedelini sporundan uzak kalarak ödemek zorunda kalmıştı. Bugünse onu kahramanlaştırmak, uğruna mücadele ettiği, sesini yükselttiği hatta yumruk salladığı değerlerin de, adeta ülkenin “demokrasi mitleri” arasında yerini almış vaziyette.
ABD’de toplumun farklı kesimlerine yapılan daha nice ayrımcı uygulama ve içselleştirilmiş ırkçılık, bu kahramanlaştırma, hatta mitleştirme hikâyeleri vesilesiyle tarihin tozlu sayfaları arasına, derinliklere yollanıyor, müzelerde vitrinlere kaldırılıyor. Çelişki de burada. Büyük isyankar Ali, artık bir tehdit değil; daha çok bu kötülüklerin müzede kaldığına emin olmamız gerektiğini bize söyleyen bir çeşit hayalet, müzenin görünmez güvenlik elemanı sanki. Öyleyse, önümüzdeki tersliklere bakmayalım. Hep geriye. Hoşnutsuzluklar, artık çirkin geçmişin bir parçasıydı ve bitti. Sürpriz sürpriz! Ayrımcılık bitmedi. Kaepernick şimdi bu gerçeği tekrardan hatırlattığı için de suçlu. Lilesa da iyi bilir bu konuyu. Hoşnutsuzlar, müzenin huzurunu bozuyor.
ABD basını, politikacıları, oyuncuları çok sinirli. Kaepernick’in yaptıkları yenilir yutulur cinsten değil. Düşünün, maskeli zalim adam Bane bile, ‘oyunları’ başlatmak için Gotham takımının maçından önceki ulusal marşın bitmesini beklemişti. Kaepernick’in yaptığı protestoyu, neredeyse kutsala hakaret olarak görenler bile var. Lilesa’yı bilmiyoruz, hiçbir yerde yazmıyor.
“Dinle Kaepernick, protesto etme demiyorum ama şüphesiz ki her şeyin de bir yeri ve zamanı vardır.” Amerikan liberal demokrasisinin özü gibi bir ifade. Üstelik Kaepernick’in biyolojik annesinin öğüdü bu bakamadığı oğluna. (Mesela bisikletteki doping problemlerini konuşmak için de Lance Armstrong’un emekliliği beklenmeliydi.) Ayrıca ülkede derdi olan tek siyah, tek azınlık bireyi de sen değilsin Kaepernick. ‘I can’t breathe’ jenerasyonu geçti bu ülkeden. Malum, Lebron James’iydi, Kyle Irving’iydi, Dwayne Wade’iydi, efendi gibi tişörtlerini giyip protesto ettiler siyahlara yönelik polis şiddetini. Sonra da paşa paşa smaçları yaptılar. Hoşnutsuzluğun da bir sınırı, protestonun da bir adabı vardı. Gösteri devam etmeliydi. Siyahlar dertlerini sokaklarda vandallık yaparak bir yere varamazdı. Politik adaba uygun, konforlu sandalyeler üzerinden problemlerini tartışmalıydılar. E Kaepernick de zaten sadece yerinde oturdu? O farklı bir durum. “Kelepçelendik” jestiyle huzur bozan Feyisa’dan hiç bahsetmiyorum.
Baştaki soruyu hatırlayalım: Bir sporcu ne yapar? Kaepernick ya da Feyisa’nın protestosunu haklı bulup bulmadığım önemli değil. Yaptıkları işle bir soru sorduruyorlar, önemli kısım da burada. Böyle bakınca, evet; bir sporcunun rolü, bir entelektüelinkinden hiç de farklı gözükmüyor. Hatta sporun, sporcunun topluma gerçekten bir şey kattığı anları, buralarda aramak gerek belki. Usain Bolt’un güle oynaya, Micheal Phelps’in artık bıktırırcasına kazandığı yarışmaları ya da son seti tie-break’e giden bir tenis maçında, saatlerce iki oyuncunun raket figürlerini izleyip keyiflenmekten daha farklı bir şey bu. Gerçek kahramanlar varken, zorlama kahramanlık hikâyeleri çok da gerekli mi? Zaten Feyisa hakkında hiçbir şey okuyamayışımızın ve Kaepernick’e yönelen toplu tepkilerin özünde de bu rol yatıyor: Davranmak. Gösteriyi bozmaya teşebbüs. Sahneden izleyiciye yönelen tek taraflılığı yok etmeye girişmek. ‘Buradayım ve gerçeğim, burada olanlar sadece burada olmuyor’ demek. Ayrılan parçaları birleştirmek.
Lilesa da Kaepernick de hoşnutsuzdu. Dönen devasa çarkları dışarıdan eleştirmekle kalamadılar. Daha gerçek bir şey gerekliliğini fark ettiler ve kendilerini daha fazla frenleyemediler. Bize eğlence olarak satılan zamanın, niteliğini değiştirmek, kabahatleri arasındaydı. Diğer hoşnutsuzlara ‘Buradayız’ dediler. En önemlisi de zamanında Muhammed Ali’nin, Tommie Smith’in, Kareem Abdul-Jabbar’ın sorduğu bir soruyu yeniden hatırlattılar: Spor ne için vardır? Sporcu ne yapar? İşte bunun için çok sevilecek ve hiç de sevilmeyecekler. Mutlu saçmalığın büyülü heyecanını bozmanın cezası elbette ağır olabilir. İlk ve en büyük tehlike, fikirlerinin şeyleştirilmiş halde, ana akıma eklemlenmesi. Yani yapmaya çalıştıkları şeyin tam tersi. Ama böyle bitse bile, hangisi spor daha anlamlı? Onlarca dünya rekoru kırmak ya da Super Bowl şampiyonluğu kutlamak mı, yoksa ortaya herkesi ilgilendiren bir soru atmayı denemek mi?