Bu yazı, ilk olarak The Players’ Tribune’de yayınlanmıştır.
Jorginho
1 Eylül 2021
Evimiz çok pisti. Günde üç öğün aynı yemeği yerdik.
Duşlarda kışın bile sıcak su yoktu.
Dışarı çıktığımızda yerel çeteler bizi soymaya çalışırdı.
Ama en kötü zamanlar, temizlikçi hanımefendinin çalışmayı bıraktığı zamanlardı. Bunu kibarca söylemenin bir yolu yok. Ama deneyeceğim. Hani tuvalete gittiğinizde ve iki numarayı yaptığınızda… Burada tuvalet kağıdını tuvalete attığınızda tıkandığı için çöpe atmanız gerekirdi. Ama o çöp haftalarca boşaltılmadığında, işte… Ne olduğunu siz anladınız.
Bu bahsettiğim yer Guabiruba, benim Brezilya’daki futbol kampımdı.
Ailemden 160 kilometre uzakta yaşıyordum.
13 yaşındaydım.
On üç.
Kamp ordu gibiydi. Günde iki kere antrenman yap, sonra ders çalış. Ranzalarda birbirinin yanında sıralanmış uyuyan 50 futbolcu. Oraya gitmeden önce Sao Paolo’da üç kulüple deneme antrenmanlarına çıktım ancak hepsi beni reddetti. Ben de bu yüzden memleketime, Imbituba’ya döndüm. Imbituba’da İtalyan bir futbol menajeri beni kendi kampına davet etti. Burada başarılı olan futbolcuların İtalya’ya gitmek için küçük bir şansları olduğunu söyledi. Hangi çocuk Avrupa’ya gitmek istemez ki?
Gerçek sorunlar ben kampta yaşamaya başladıktan bir süre sonra başladı. Bir gün temizlikçi hanımefendi maaşı ödenmediği için işi bıraktı. Bu yüzden bizi beşer kişilik gruplara bölüp hepimize bir temizlik günü verdiler. Tabii ki böylesi daha ucuzdu. Ama bir gün, bir grup temizlik yapmamaya karar verdi. Sonraki gün ne oldu derdiniz? Evet, ikinci grup da yapmadı. Bu durum haftalarca devam etti ve pislik biriktikçe birikti. En kötüsü tuvaletlerdi. Tuvalete her girdiğinizde nefesinizi tutmanız gerekirdi.
Bu belki sizi şaşırtacak ama bu şekilde yaşamak benim için bir süre sonra normalleşti. Ciddiyim. İnsanların, bulundukları durum ne kadar kötü olursa olsun her şeye adapte olabileceğini öğrendim. Başka bir şansınız olmadığını anladığınızda, dayanabildiğiniz şeylerin sınırını görmek gerçekten çılgınca.
Bir şeyi o kadar çok istediğinizde, vazgeçmek sizin için imkânsızlığa bürünür.
Biliyor musunuz, babam ben beş yaşındayken bana ne olmak istediğimi sormuştu.
“Futbolcu” demiştim.
Babam, “Ama futbolcu olmak sadece televizyonda gördüğünden ibaret değil. Canını yakacaklar, senden çalacaklar, seni ağlatacaklar. Eve gitmek isteyeceksin. Pes etmek isteyeceksin. Peki şimdi bir daha soruyorum, büyüyünce ne olmak istiyorsun?” demişti.
“Futbolcu” demiştim.
Futbolcu olmak için her şeyi yapmaya hazırdım. Ancak temizlikçi hanımefendi işi bıraktıktan birkaç hafta sonra annem kampta beni ziyarete geldi. Tuvalete gitti. Döndü ve “eşyalarını topla, eve gidiyoruz” dedi.
Bense “Anne, eve gitmiyorum” dedim.
Bana “Bunun senin hayalin olduğunu biliyorum. Ama benim oğlum böyle yaşamayacak” dedi.
Anneme eğer beni eve dönmeye zorlarsa ve bir futbolcu olamazsam hayatımın sonuna kadar onu suçlayacağımı söyledim.
“Hayır… lütfen böyle söyleme…” dedi.
Ve ağlamaya başladı.
Ona, “Bu benim şansım. Acı çekmem gerekiyorsa çekeceğim. Acı çekmek umurumda değil. 10 gün boyunca aynı yemeği yiyebilirim. Pis tuvaletleri kullanabilirim. Bu, hiçbir şey değil” dedim.
Bana sadece baktı.
Ciddiydim.
Gözyaşları içinde kamptan ayrıldı.
Bu, hayatımın en zor anlarından biriydi. Bunun, onun için ne anlama geldiğini anlamanız gerekiyor. Annem, futboldan anlamayan annelerden biri değildi. Hayır, hayır. Kesinlikle değildi. Bana yeteneğimi veren kişi annemdi – Hoş, böyle söylediğimde babam sinirleniyor ama baba doğru olan bu! O futbolcu bir aileden gelen ve hâlâ futbol oynayan bir kadın. Ben henüz beş yaşındayken benimle evimizin yanındaki plajda top oynardı. Ne zaman bir hata yapsam, bana “Ayağını bu şekilde koyma. Ayağının bu tarafını kullan” der ve gösterirdi.
Söylediği gibi yapardım. Vay be, gerçekten haklıymış!
Çok disiplinliydi. Eğer basit birkaç pası kaçırırsam sinirlenirdi. Ben de kendi kendime “Aman tanrım! Sadece beş yaşındayım” diye düşünürdüm.
Ama benim için her zaman en iyisini isterdi. Bu yüzden eve dönmemem onun canını yakmıştı.
Birçok yetenekli futbolcunun kamptan ayrıldığını gördüm. Pes ettiler.
Orada iki sene geçirdim.
Ve tanrıya şükür karşılığını aldım. Henüz 15 yaşındayken Verona’yla anlaşma imzaladım. Beni eski bir manastıra yerleştirdiler. Üç ranzalı küçük bir odada altı genç oyuncuyduk. Çok bir şey değildi ama çok heyecanlıydım.
İtalya’daydım! Artık her şey mümkündü.
İlk üç ay harikaydı. Ama daha sonra ağırlaşmaya başladı çünkü ne zaman eve gidebileceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ve ben, kampına gittiğim menajerin bana verdiği haftalık 20 avroyla yaşıyordum. Bu parayı her zaman aynı şeylere harcardım. Beş avrosunu İtalya’daki ailemle telefonla konuşmak için, birkaçını şampuan, deodorant ve diş macununa. Kalan parayı da hafta sonları arkadaşlarım ve ailemle MSN’den sohbet etmek için internet kafede harcardım.
Bazen kendime hoş bir sürpriz yapmak istediğimde Verona’daki meydana gider ve kendime McDonald’s’tan bir milkshake alırdım. Bir avroydu. Patates kızartması? Hamburger? Yok canım, bunlar lükstü! Unutun onları ‘Happy Meal’ zengin ve mutlu çocuklar içindi. Sonra meydanın köşesinde bir merdivene oturur ve sadece meydanı izlerdim… İnsanların gelip geçişini, kuşları ve turistleri izler, düşüncelerimin zihnimde gezinmesine izin verirdim. Cumartesi akşamlarımı böyle geçirirdim.
Gerçekten büyük bir yalnızlıktı. Bir buçuk seneyi böyle, sadece futbol için yaşayarak geçirdim. Ama 17 yaşımda, Verona’nın A Takımı ile antrenman yapmaya başladığımda, menajerim ve ben büyük bir sorun yaşadık. Üzerine çok fazla konuşmak istemiyorum ama gerçekten çok kötüydü. Beni paramparça halde bıraktı.
Brezilya’daki iğrenç bir futbol kampında iki sene acı çektim.
İtalya’da 18 ay boyunca sadece haftalık 20 avroyla yaşadım.
Ve şimdi bu neydi?
Ağlayarak annemi aradım. “Anne, tükendim. Bu benim için çok fazla. Seni özlüyorum. Eve geliyorum” dedim. Kafamda çoktan Imbituba’ya dönmüştüm.
Bana “O kapı kapalı olacak” dedi.
Bu ne demek oluyordu?
Eve gelmiyorsun. “Eğer gelirsen, o kapı açılmayacak” dedi.
Şoktaydım. Kendi annenizin size bunu dediğini hayal edebiliyor musunuz?
Babamı aradım. Ayrı oldukları için onunla yaşayabileceğimi düşündüm. O kapının da bana kapalı olduğunu söyledi.
Daha sonra annem ve babam bir araya gelip beni aradılar ve “Jorge, profesyonellerle antrenmana çıkmaya başladın ve şimdi pes etmek mi istiyorsun? Katlandığın bütün zorluklardan sonra yapacağın şey gerçekten bu mu? Yaptığın hiç mantıklı değil. İnan. Devam et. Hayalin gerçek olacak” dediler.
Ablam, benimle konuştuktan sonra annemin göz yaşlarına boğulduğunu söyledi.
Tanrıya şükür annem ve babam güçlü olmaları gerektiği anda güçlüydüler.
İyi ki onları dinlemişim. Yeni bir menajer buldum. Adı Joao Santos, bugün hâlâ benimle birlikte. Ayrıca Rafael’e teşekkür etmem gerekir. O zamanlar takımda kaleciydi ve şimdilerde benim kardeşim gibi. Haftada 20 avroyla yaşadığım zamanlarda beni evine davet eder, bana yiyecek ve kıyafet alırdı. Joao ve Rafael, 2011’de Verona’nın A Takımı’na girmemde çok büyük bir rol oynadı. İkisinin de benim için yaptıklarını asla unutmayacağım.
Ocak 2014’te Napoli’ye taşındığımda bambaşka bir şehirde yaşamaya başladım. Hepimiz Napolitenlerin nasıl olduğunu biliyoruz değil mi? Sahip oldukları o tutku! Futbolcularına tanrı gibi davranmaları… Markete gidemiyordum. Parka gidemiyordum. Mümkün değildi! Bir şapka takar ve sweatshirt’ümün kapüşonun altına saklanırdım. Babam bir kaçak gibi göründüğümü söylerdi.
Bir keresinde bir arkadaşım hafta sonu için beni ziyarete geldi. Genelde maçlar pazar günü olurdu ama bu sefer cumartesi oynamıştık ve ben günleri karıştırmıştım. Akşam saat beşte arkadaşımı şehir merkezine götürdüm ve inanamayacağınız derecede bir trafik vardı. Tanrım! Tam bir kaos. Her yerde arabalar vardı.
- “Hmm, bir pazartesi için baya kalabalık değil mi? Yoksa iş çıkışı mı?
- Emin olmak için birine günlerden ne olduğunu sordum.
- “Pazar.”
- “HAAAYIIRRR!”
Sonra arkadaşıma döndüm ve “Hazır ol, şimdi tanrının ellerindeyiz” dedim.
Taktiksel davranmaya çalıştık. Şapkamı taktım, sweatshirt’ümü giydim ve sadece yayalara açık olan dar bir sokağın hemen arkasında yürümeye başladım. “Yürümeye devam et ve sakın durma” dedim. Piazza del Plebiscito’ta geldik ve kalabalık bir barın arkasında saklandık. İşe yaradı. Kimse beni tanımadı.
Biraz zaman geçirdikten sonra geldiğimiz şekilde kaçarak gitmeyi planladık. Tahmin edin bardan dışarı adımımızı atar atmaz fotoğraf çekmek için beni kim yakaladı?
Garson! Ama artık barın dışındaydık! Lanet olsun! Sevgili garson, neden bunu bana yaptın? Fotoğrafı içeride çektirmek ikimiz için de çok daha kolay olurdu.
- “Neden içeride sormadın?”
- “İçeride sorarsam işimi kaybederim”
- “Ama bardan çıkıp sorabilirsin. Öyle yapınca da mı işini kaybediyorsun? ”
Hiç mantıklı değildi! Ama Napoli’de genellikle nadiren mantıklı şeylere rastlarsınız. Değil mi?
Neyse, görevimize geri dönelim. Artık dışarıdaydık ve büyük tehlike kapıdaydı. Çünkü meydan tıklım tıklım insanla doluydu. O âna kadar beni sadece garson görmüştü ve hava çoktan kararmıştı. Peki tahmin edin ne oldu? Garson flaşı açtı. Tuşa bastı. KLİK. FLAŞ. Yüzüm aydınlandı.
Bütün meydan bize döndü ve “JORGINHO” diye bağırdı.
Arkadaşıma “Burası savaş alanına dönecek” dedim.
Herkes adımı bağırmaya başladı. Herkes, beni tanımayan kişilerde dahil, fotoğraf çektirmek istedi. “FOTO! FOTO! HEY BU KİM??” diyorlardı. Yemin ederim, attığım her adımda üç fotoğraf çektirdim. Eğer birilerinin “Lütfen” dediğini ya da “Seninle bir fotoğraf çekebilir miyim?” diye sorduğunu düşünüyorsanız bunu unutun. Napoli, Londra değil! Sizinle fotoğraf çekip, sonrasında sizi itiyorlardı. Eve asla gidemeyeceğimi düşündüm. 30 dakika sonra sokağın sadece yarısına gelebilmiştik.
Neyse ki biri beni kurtardı. Napoli’nin organize fan gruplarından birine üye olan kocaman bir adam geldi ve “Hey, evine gitmesine izin verin!” dedi. Beni o kalabalığın içinden çekip çıkardı.
“Çok teşekkürler” dedim.
“Ama şimdi benim sıram değil mi? Hadi fotoğraf çekelim?” dedi.
“Dostum, beni kurtardın ya… İstersen 10 tane çekelim!”
Napoli baştan aşağı bir çılgınlık. Ama o şehri çok sevdim. İnsanlarını çok sevdim.
Dört buçuk yıl sonra ayrılmak benim için çok zordu.
Chelsea’deki başlangıcım orayı daha da fazla özlememe neden oldu. Hepimiz benim için ne dediklerini hatırlıyoruz değil mi? Çok yavaş. Çok zayıf. Sarri’nin oğlu. Tüm bunlar beni çok sinirlendiriyordu.
Beni hafife aldılar. Görüyorsunuz ki oynadığım her kulüpte sallantılı bir başlangıcım oldu. Hepsinde. Anlaması güç. Verona’ya geldiğimde kimse beni istemedi, dördüncü lige kiralık yolladılar. Dördüncü lige gittim, orada da beni kimse istemedi. Ama çalışmaya devam ettim ve saygılarını kazandım. Verona’ya geri döndüm ve Serie A’ya yükseldim. Napoli’de de zor bir yıl geçirdim. Sonra Sarri geldi ve her şeyi değiştirdi. Ya Chelsea’de olanlar? Eleştiriyi sadece motivasyon olarak kullandım. Kendi kendime “Bu insanları utandıracağım” diye düşünüyordum.
Ve şimdi, karşınızda bir Avrupa Ligi ve bir Şampiyonlar Ligi şampiyonluğuyla oturuyor, size bu satırları yazıyorum. Beni eleştiren bütün insanlara söylemek istediğim tek bir şey var.
Teşekkürler. Gerçekten hepinize teşekkürler.
Avrupa Ligi şampiyonluğu duygusaldı. Şampiyonluğu Bakü’de bir otelde ailelerimizle birlikte kutluyorduk ve kutlamada annem ortadan kayboldu. Onu bulduğumda denizi ve şehri gören bir balkonda tek başınaydı. Saat sabaha karşı beşti, güneş doğuyordu ve karşımda duygusal bir manzara vardı.
- “Anne ağlıyor musun?”
- “Evet. Ama sadece mutluluktan…”
Sonra da ne kadar yol kat ettiğim, ailemin benimle ne kadar gurur duyduğu ve Imbituba’dan bir çocuğun bu kadar çok şey başarmasının ne kadar inanılmaz olduğu hakkında konuşmaya başladı. Annem her zaman duygusallaşır. Bu yüzden başta tipik annem diye düşündüm. Ama konuşmayı bitirdiğinde ben de dağılmaya başladım.
- “Hey, beni de ağlatacaksın. Hadi, gel içeri dönelim.”
Ama tabii ki haklıydı. Olan şey gerçekten inanılmazdı. Ve ben ağlamaya çok yakındım.
Şampiyonlar Ligi finalinin olduğu gün, hiçbir şey yemedim. Çok stresliydim. Her saniye bir saat gibi geliyordu. Hayatımın en uzun günüydü.
Ama maç başladığında sadece yapmam gereken şeyi düşünüyordum.
Sonra Kai golü atıyor, hakem bitiş düdüğünü çalıyor ve neler oluyor diyorsun.
Bunu açıklamanın hiçbir yolu yok. Çok fazla duyguyu aynı anda yaşıyorsun. Aynı annem gibi ben de ağlamaya başladım. Hissettiklerim çok fazlaydı, dostum. Çok ama çok fazla.
Ve olan biteni anlayıp sindirmek için vaktim bile olmadı çünkü kısa bir süre sonra Avrupa Şampiyonası için yola çıktım.
İtalya için oynamak benim için çok özel. İtalya’yı seçmek benim için kolaydı. Brezilya bana hayalimi gerçekleştirmek için hiç şans vermedi. İtalya ise başka bir ülkede doğmuş olmama rağmen takımlarında oynamam için beni seçti. Bu benim için çok şey ifade ediyor. Ayrıca dedem İtalyan’dı ve bu sayede onlar için oynamam mümkün oldu. Ben İtalyan hissediyorum. Neredeyse hayatımın yarısını burada geçirdim. Her gün bu ülkeyi daha da fazla seviyorum.
Ne zaman ihtiyacım olursa, İtalya bana yardım etti. Bunu asla unutmayacağım.
İtalya bana ihtiyaç duyduğunda onlara nasıl sırtımı dönebilirdim?
Dürüst olmak gerekirse, Dünya Kupası grup elemelerine çağırılmadığıma üzülmüştüm. Sonunda, Kasım 2017’de oynama şansım olduğunda ise play-off’ta İsveç’e yenilmek benim için çok ağırdı. Buffon’un ağladığını hatırlıyorum. O, bundan çok daha iyi bir vedayı hak ediyordu.
Neyse ki yeniden ayağa kalktık. Burada Mancini’nin hakkını vermem gerekir. Bazı teknik direktörler, futbolcuları kendi stilinde oynamaya zorlar. Ama o, kendi stilini oyuncularınkine adapte etti. Bizim fiziksel olarak pek bir üstünlüğümüz olmadığını ancak pas yapıp hareket edebildiğimizi gördü. Biz bu oyunu oynayabiliyorduk. Ve ortaya iyi bir şey çıkabileceğini de biliyorduk.
Finalde penaltı atarken kendime çok güveniyordum. Sonuçta benim kendi penaltı atma şeklim vardı. Ve bunu herkes biliyordu. Bu, Napoli’de Henrique ile antrenman yaparken kullanmaya başladığım bir teknikti. Ama hakkını vereyim, Pickford dersine iyi çalışmıştı. Top ağlara gitmediğinde kendimi gerçeklikten koparmıştım. Hayır, bu mümkün değildi.
Bütün bir ülkeyi hayal kırıklığını uğratmanın nasıl hissettirdiğini anlatmam çok zor. Sadece Gigio’nun beni kurtarması için dua ettim. Tanrı aşkına, lütfen Gigio.
Başardığında, sadece kendimi yere bıraktım. Avrupa Şampiyonu olduğumuza inanamıyordum.
Tabii ki kazandığımız için kaçırdığım penaltının bir önemi yoktu. Ama dürüst olmam gerekirse hiçbir zaman peşimi bırakmayacak. Penaltı kaçırmak başlı başına yeterince kötüyken bir de finalde – böylesine bir finalde – kaçırmak… İnanın bana kaçırdıkları penaltıyı unuttuğunu söyleyen herkes size yalan söylüyor.
Yine de son derece mutluydum. Annem tabii ki ağlıyor, ben Şampiyonlar Ligi’ni kazandığımızdaki hislerime benzer şeyler hissediyordum.
Elbette herkesin bir hayalin var. Ama kim hayallerinde bile bu kadar ileriye gidebileceğini düşünür ki? Ben değil. Ve başardığında gerçek ötesi hissediyor, geldiğin yeri ve katlandığın zorlukları düşünüyorsun.
Futbol kampı.
Manastır.
Annen ve babanla telefon konuşmaların.
Ve şimdi arkana dönüp baktığında gördüğün şey de ne? Avrupa’yı mı fethedişin mi? Hem de iki kere?
Gerçek ötesi… Dostum, durumu tanımlayan tek kelime bu.
Zavallı babam. Finalden sonra bana “Jorge bana bunu yapamazsın. Bir kardiyoloğa gözükmem gerekecek” dedi. Umarım sadece şaka yapıyordur.
Tabii ki, babam ve annem olmasaydı burada olamayacağımı biliyorum. Büyük ihtimalle Imbituba’da maçı televizyondan izliyor olurdum. Sizlerin, ailemin ve Rafael ve Joao gibi insanların önemini gerçekten anlamanızı istiyorum. Evet, bu hikâye bir hayalin sonuna kadar peşinden gitmenizle ilgili. Ama aynı zamanda etrafınızda iyi insanlar olmasıyla da ilgili. Sizi önemseyen, sizin için en iyisini isteyen insanların.
İstediğin kadar iyi ol. Ama futbolda ve hayatta zirveye tek başına ulaşamazsın. Bu, mümkün değil.
Avrupa Şampiyonası’ndan sonraki haftalar büyülüydü. Uzun zamandır gitmediğim Verona’da biraz zaman geçirdim ve manastırı ziyaret ettim. Ne yazık ki herkes tatildeydi ancak 14 sene önceki evimi gördüğüm için çok duygulandım. Sonra meydana gittim, McDonald’s’a girdim ve bir milkshake aldım. Gençliğimde birçok öğleden sonramı geçirdiğim o köşedeki merdivenlere oturdum ve sadece izledim…
Sonra gözlerimi kapattım ve geçmişe gittim. Ve sanki 15 yaşındaki kendimin, yanımda oturduğunu görebiliyordum. Onu kimse fark etmiyordu. Kimse evini ne kadar özlediğini ya da ailesiyle yaptığı konuşmaları bilmiyordu.
O sadece bir avroluk milkshake’ini yudumlayan utangaç ve zayıf bir çocuktu.
Ama ben, onun katlandığı ve katlanmak üzere olduğu bütün zorlukları biliyordum. Bu yüzden ona doğru eğildim ve hayalinin peşinden koşan her çocuğa söyleyebileceğim şeyi fısıldadım.
“Vazgeçme, dostum.”
Ne olursa olsun, vazgeçme.
Çeviri: Ece Ağalar