*Bu yazı, Socrates’in Şubat 2018 sayısında yayımlandı. Dergiyi satın almak için bu sayfayı ziyaret edebilirsiniz.
“Her şey rüya görür. Şeklin, varlığın oyunları, maddenin rüya görmesidir. Kayalar kendi rüyalarını görür ve yeryüzü değişir… Ama zihin bilinçli hale geldiğinde, evrim ivme kazandığında, işte o zaman dikkatli olmanız gerekir. Dünyaya karşı özenli olmanız gerekir. Yolu yordamı öğrenmelisiniz. İşin püf noktalarını, sanatını, sınırlarını öğrenmelisiniz. Bilinçli bir zihin, bilerek ve özenle bütünün bir parçası olmalıdır – tıpkı kayanın bilinçsiz olarak bütünün bir parçası olması gibi.”
Ursula K. LeGuin / Rüyanın Öte Yakası
Cuma akşamları okul çıkışı kasetçiye gidip hafta sonu için iki betamax kaset film alırdım. 1980’ler sonunda Eddie Murphy’nin Coming to America filmiyle böyle tanışmıştım. Hayali Afrika ülkesi Zamunda’nın prensi Akeem’in Amerikan rüyasının peşinden New York’a gelip karakterini keşfedişini anlatıyordu. Ayrıca o günlerde, şansıma abilerimin yurt dışından getirdiği kasetlerden NBA izleme fırsatı buluyordum. O yıllarda All-Star maçlarını iki-üç ay sonrasında izlediğimizi hatırlıyorum. İsimlerini duyup hayalimde canlandırdığım Michael Jordan, Dominique Wilkins, Magic Johnson, Larry Bird gibi mitolojik kahramanların ete kemiğe bürünmesi berrak rüya görmek gibiydi. Aralarında Akeem Olajuwon isimli bir uzun da vardı. Zamunda Prensi ile adaştı. Ama ona ‘The Dream’ (Rüya) diyorlardı. O günlerde bireysel olarak ligde en etkili pivotlardan biriyken takımı Houston Rockets inişteydi. 1986’da Boston Celtics’e karşı final oynayan kadronun hanedana dönüşmesi bekleniyordu. Ama sakatlıklar, uyuşturucu, farklı sorunlar derken başarılı olamayan en iyi takım unvanına layık bulunacaklardı yıllar sonra.
Akeem 17-18 yaşlarında Nijerya’dan Houston’a basketbol hayalinin peşinden gelmişti. Çocukken hentboldan futbola birçok spor dalıyla uğraşmıştı. 17 yaşındayken okuldaki antrenörü fiziğini ve çiğ atletizmini görünce neden basketbol oynamıyorsun dediğinde ise sevdiği sporu bulmuştu. Houston Üniversitesi koçu Guy Lewis’in bir arkadaşı onu Nijerya’da bir turnuvada görüp tavsiye etmişti. Uluslararası oyuncuların henüz rahatça gözlenip seçilip ABD’ye gidebildiği günler değildi. Yıllar önce Slam Dergisi’ne verdiği röportajda ”Amerika’ya gelmeden önce Avrupa’ya seyahat ettiğim için ve Lagos kozmopolit bir şehir olduğundan dolayı farklı kültürlere aşinaydım. Ama Amerikalıların, Afrika’da yaşayanların ‘Orman Hayatı’ sürdüğünü sanmaları beni oldukça şaşırtmıştı” diye anlatıyordu o günleri. Kolej hayatını çok sevmişti. Başkaları yadırgasa da o çabuk adapte olmuştu. Clyde Drexler ve Michael Young gibi takım arkadaşlarıyla beraber NCAA basketbolunu kasıp kavurmaya başlamıştı. Oysa ki ABD’ye gelene kadar tek bir NBA maçı izlememiş toy bir basketbolcuydu. İlk senenin sonunda NBA efsanesi pivot Moses Malone’la yaptığı özel çalışmalar ise onu olgunlaştırmıştı. Futbol ve hentboldan miras kalan koordinasyon, ayak hareketleri ve vücut dengesi gibi edinimler onu zorluklara çoktan hazırlamıştı. İki NCAA finali oynadıkları dönemde Houston Cougars takımına genelde potanın üzerinde geçen oyun tarzı sebebiyle smaç kardeşliği kulübü minvalinde ‘Phi Slama Jama’ lakabı takılmıştı. Akeem’e ise oyun tarzı, zarafeti ve alçak postta çok kolaymışçasına yaptığı şaşırtıcı hareketler nedeniyle “The Dream” deniyordu artık. Zira onu izlemek gerçek dışı bir deneyimdi.
NBA’in kaderini değiştiren 1984 Draft’ında bir numaradan Houston Rockets tarafından seçildikten sonra da NBA kariyeri başladı. Otobiyografisi Living The Dream’de anlattığı üzere aslında Portland Trail Blazers bir sene önce seçtiği Clyde Drexler ve 1984 Draft’ından ikinci sırada seçeceği Michael Jordan’ı 2.24’lük dev Ralph Sampson karşılığında Rockets’a teklif etmişti. Houston bunu reddedince uzun ihtiyacı olan Portland, Jordan yerine Sam Bowie’yi seçmiş, Akeem de Houston’da Ralph Sampson ile orijinal ikiz kuleleri oluşturmuştu.
1986 finallerinden sonra 1987’de Ralph Sampson sakatlıkların ardından büyük hayal kırıklığı ile takımdan ayrıldı. Artık Akeem bireysel olarak Rockets’ın etrafında ekip kurduğu bir süper yıldızdı ama takım olarak geride kalmak onu üzüyordu. Gerçekten de 1987-1991 arası takımda başka bir All Star oyuncu yer almamıştı kadroda. Hırsı öfkeye dönüşmeye başladı. Duygularını dizginleyemeyip takım arkadaşlarını yetersizlikle suçluyordu. 1991’de iç huzurunu sağlamak amacıyla köklerine döndü ve İslam dinine kendini adamaya karar verdi. Ramazanlarda oruç tutmaya başladı. Adının yazılışını Hakeem olarak düzelttirdi. Yıllık maaşının yüzde 2.5 kadarını yoksul ailelere bağışlamaya başladı. Çocuklar pahalı spor ayakkabılara para vermesin diye kendi Spalding pabuçlarını çok ucuzdan satışa çıkartmıştı. Tüm öfkesini oyununu daha iyi hâle getirmek için kullandı. Artık takımın bir parçasıydı; sadece yıldızı değil. Ayak hareketlerini ve dengesini kusursuzlaştırdı. Pota altını domine ediyordu. Ama alışılmış biçimde değil. Alçak postta onu bir telefon kulübesine koysanız, artı ikili sıkıştırma yapsanız da yine oradan sıyrılacak bir öngörü, hareket repertuvarı ve beceriye sahipti. Çok yönlülük konusunda doktora yapmıştı adeta. İki kez quadruple double (dört tane çifte haneli) istatistik yaptığı maç oynadı.
“Aslında futbol yıllarımdan kalan bir hareketin basketbola geçişiydi o hareket. Rakibi gideceğim yön konusunda yanıltmaca üzerine kurulu” diye açıkladığı Dream Shake hareketi basketbol literatürüne girmişti. Savunmada tarihin en iyi uzunu kabul ediliyordu. Kariyerinde yaptığı 3830 blok onu ulaşılmaz kılıyordu. Yine “Futbolda kalecilik yapmış olmam blok yapmayı bir sanat haline getirmemi sağladı. Önsezi ve zamanlama” diye açıklıyordu kabiliyetini.
Rockets yönetimi de Olajuwon’ın yanına Kenny Smith, Otis Thorpe, Robert Horry, Vernon Maxwell, Mario Elie gibi isimleri koymayı başarınca 1994’te ilk şampiyonluk geldi. Koç Rudy Tomjanovich’in etkisi de yadsınamazdı. O yıl hem sezon hem de finaller MVP’si olurken aynı zamanda yılın savunmacısı seçiliyordu. Bunun tarihte eşi benzeri yoktu. Ertesi yıl eski dostu Clyde Drexler geldiğinde daha zorlu yoldan da olsa ikinci şampiyonluğu kazandılar. Jordan emekli olmasaydı şampiyonluklar gelmezdi gibi yorumlar yapılsa da o bunu umursamadı. David Robinson, Patrick Ewing, Shaquille O’Neal, Charles Barkley, Karl Malone, Shawn Kemp gibi isimlere karşı sahayı domine etmişti ne de olsa. Halbuki Bill Simmons meşhur Book of Basketball adlı kitabında Hakeem’in kariyerinin başka birisi tarafından tekrarlanamaz olduğunu anlatıyordu. Üstelik Bulls’un ilk üç şampiyonluğu döneminde Rockets’ın Bulls maçlarında 7-3 üstünlüğü vardı. Belki de medyatik olmayı hiç sevmediği için hak ettiği değeri tam olarak göremedi. Michael Jordan bile “Tüm zamanlar içinde bir pivot seçsem bu Olajuwon olurdu” derken hem de… Shaq da onu karşılıklı oynadığı en iyi uzun olarak tanımlarken korkutamadığı tek isim olduğunu ekliyordu. Takım arkadaşı Mario Elie bir röportajında “Boyalı alanda gerçekten durdurulamaz bir oyuncuydu. 90’lı yılların ortalarında sadece Hakeem ve Jordan vardı. Hepsi bu… Pozisyonuna göre kısa kalmasına rağmen hiçbir oyuncu karşısında pes etmeyen bir yapısı vardı.” diye anlatıyordu o günleri.
Vatandaşlık sorunlarından dolayı Rüya Takımı hayalini ise 1996 Atlanta’da yakalayabildi. Geçmişte Dikembe Mutombo’dan bugünlerde Joel Embiid gibi yeni yıldızlara kadar uzanan bir etkisi var. Yoksul halklar ve çocuklar için hastaneler, okullar yaptırmaya devam ediyor. Hakeem “The Dream” Olajuwon farklı nesillerin rüyalarına ilham kaynağı olmaya devam ediyor. Artık betamax kasetlerden değil de YouTube videolarından da olsa…
Bu sayı, rüyaların artık daha da sık kabusa dönüştüğü bu dünyada başkalarına hayal kurduranlar için…
[mailerlite_form form_id=2]