Dünya, dünyayı değiştirebileceğine inanan milyonlarca insanla dolu. Birçokları bağıra çağıra bunu ilân ediyor; çığır açmak, devrim yapmak gibi kocaman ifadeleri ağzından düşürmüyor. Bazılarıysa hiç bağırmadan dünyayı değiştiriyor. Grete Waitz onlardan biri. 1970’lerde orta mesafe koşularında ünlenen, genelde 1500 maksimum ise 5 bin metre yarışlarında ter döken Norveçli bir atlet. Aynı zamanda Oslo’da bir orta okul öğretmeni.
1970’lerin sonuna gelindiğinde Grete Waitz’ın eşi ve aynı zamanda antrenörü olan Jack Waitz maratona merak salıyor. Norveç’in milli atletlerinden Knut Kvalheim’la beraber arada maratonlara katılıyorlar. Grete ise hiç maraton koşmuyor. Hatta antrenmanlarda bile en fazla 10-15 kilometreleri deniyor.
Ama bir gün Grete ve eşi, planladıkları Amerika Birleşik Devletleri seyahatini New York Maratonu’na denk getirmek istiyor. Mazisi çok da eskilere dayanmayan maratonda henüz kadınlar kategorisine büyük önem verilmiyor. Hatta o dönemlerde kadınlar, uzun mesafe koşuları ve maratonlar için yeterince dayanıklı görülmüyor. Sadece bazıları amatör olarak koşuyor, o kadar. O amatör denemelerde de ortalama dereceler üç saat civarlarında dolaşıyor.
New York seyahati öncesi ise Jack Waitz, eşini maratona katılmaya ikna ediyor. Grete tam da o dönemlerde Norveç’te alttan yetişen orta mesafeci yeni nesillerin de etkisiyle birlikte kendini yaşlı hissediyor, emeklilik fikrini aklının bir köşesinde tutuyor. Bu maraton fikrineyse sonunda ısınıyor ve başvuru dönemlerinin sonu yaklaşırken amatör de olsa yarışmaya ikna oluyor. O dönemde şimdiki gibi elektronik bir sistem yok. Başvurular elle tutulan kayıtlarla yapılıyor ama herkes de yarışa alınmıyor.
Grete ve eşi başvurusunu yapıyor ancak organizasyonda görevli sekreter onlarla pek ilgilenmiyor, Avrupalı bir atlet olduğundan Waitz’ı tanımıyor. Başvuru vaktinin geçtiğini söylüyor. Çiftin yarışa alınmama ihtimali beliriyor. Daha sonra New York Maratonu’nun kurucusu Fred Lebow bu olayın farkına varıyor. Uluslararası anlamda atletizmi iyi bilen Lebow, elbette onları tanıyor. Başvuru tarihlerinin geç olmasına bakmadan Grete’yi yarışa kaydediyor. Özel davet gönderiyor. Tarihi değiştiren kararı veriyor belki de. Düşüncesi, Norveçli koşucunun kısa mesafeci oluşunu değerlendirmek. Plan, Grete’yi tavşan atlet olarak kullanıp dereceleri yükseltebilmek. Hem tavşan atlet olarak yapacağı görevin önemi, hem de yarışa Norveç’ten getirebileceği ilgi organizasyonun aklına yatıyor.
Waitz çifti ise New York’a sadece tatil amaçlı gidiyor. Herhangi bir özel hazırlık yapmayan Grete, yarıştan bir önceki gece dikkat etmeye gerek duymuyor, ağır bir yemek yiyor. Etler, patates kızartması, milkshake… Kafasındaki düşünce “Yarın koşarım, bitirmesem de olur” şeklinde. Yarış başladığındaysa bir anda her şey değişiyor. Grete, ilk kilometrelerden itibaren çok iyi bir tempo tutturuyor. Eşinin uyarısıyla, diğer kadın atletlerin kendisinden daha az tempolu olduğunu görüyor ve onların arkasına gizleniyor.
1500 ve 3000 metre yarışçılarının en büyük özelliği son 400 metredeki patlayıcı ataklardır. Ya da uzun süre yüksek bir tempoyu sürdürebilmek. Grete Waitz da bu grubun bir üyesi olarak, hafif geniş göz çukurları ve umursamaz bakan gözleri, çelimsiz gözükse de gayet güçlü olan yapısı ve uzun bacaklarıyla pistte iz bırakmış bir atlet. 3 bin metre dünya rekorları ve Avrupa şampiyonalarında madalyaları var. Maratonun son kısmına da temposunu artırarak önde gidiyor. Son 3-4 kilometrede çok acı çekiyor. Ancak yarıştan önceki son akşam yemeğinde yedikleri sayesinde onun enerji deposu diğer atletlerden daha fazla dayanıyor. Dizel bir araç gibi. Grete’nin son akşam yemeği maraton koşucularının da beslenmelerinde çığır açıyor. Ancak yine de acı son kilometrelerde her yerinde. Hayatında hiç öyle uzun mesafe koşmamış ki! 42 kilometre 195 metrenin sonunda, herkes onu en önde görüyor. Finişten ilk sırada geçen 1173F göğüs numaralı bir kadın… Kafalar karışık, kimse onu tanımıyor. Bir anormallik var. Ne de olsa normalde favori atletler daha küçük sayılı göğüs numarasıyla yarışır. Bitiş çizgisinde anonsları yapan spiker bile ismi değil, göğüs numarasını söyleyebiliyor.
Grete, yarış bittiğinde kazanmasına rağmen eşine çok sinirlenmiş gözüküyor. “Beni niye koşturdun, bu çok yorucuydu” derken, ayakkabısını çıkarıp Jack’e atıyor. O anda ne kadar büyük bir şey başardığının ve ne kadar önemli bir işe imza attığının farkında değil. Çok yorgun. Ayaklarında nasırlar çıkmış ve kendini tükenmiş hissediyor… Bir orta mesafeci olarak maraton koşmak onun için çok zor ama öyle bir tempo yakalıyor ki tarihte iki buçuk saatlik dereceye yaklaşan ilk atlet oluyor. Dünya rekoru kırıyor. Elbette bir anda ortalık yıkılıyor. Kadınların maratonu yüksek seviyede koşabilme ihtimali onunla birlikte akıllara yerleşiyor. Ertesi sene dereceyi iki buçuk saatin altına indiriyor. Tarihte ilk defa kadınlarda bu başarılıyor. Grete, ikinci New York Maratonu’nda ikinci defa dünya rekorunu kırıyor ve New York Maratonu’nu hegemonyası altına alıyor. Yarışı takip eden dönemde dokuz kez kazanıyor.
Yeniden 1978’de kazandığı ilk maratona dönelim. İlk maratonunu, Amerika’da tatil yaptığı sırada koşan Waitz, okuldan iki günlüğüne izin alabildiği için yarış sonrasında Norveç’e dönmek zorunda. Ertesi sabah uçak var. Yarış akşamı otelde valizlerini hazırlarken Grete’ye bir telefon geliyor. Karşıdaki ses “Sizi NBC’nin ulusal yayınında Good Morning America programına almak istiyoruz” diyor. Herkes, bu gizemli şampiyonu tanımak istiyor. Hikâyenin beklenmedik tarafı Grete’nin cevabı. Norveçli, “Hayır katılmayacağım. Okuldan izin almam gerek” diyor. Eşinin teşvikiyle okulu arayıp bir gün daha izin istiyor ve dileği gerçekleşiyor. Sonunda Grete programa gidiyor.
NBC’deki yayındaki hâl ve hareketleri, dünyanın en kolay şeyini yapmışçasına doğal ve gösterişsiz. Bu durumun kaynağı vurdumduymazlık veya kibir değil. Tam aksine hayata basit bakmaktan, İskandinav kültüründen geliyor. Bir şeyleri abartmak, olduğundan fazla göstermek içlerinde yok. O yüzden her şeyi kahramanlık hikayesine çevirmeye teşne Amerikan kültüründe Grete çok farklı bir sempati kazanıyor, kısa sürede büyük hayran kitlesi elde ediyor.
Grete çığır açıyor ve bunu basit bir yaşam tarzıyla yapabileceğini gösteriyor. 1982’de Ronald Reegan, Beyaz Saray’da onun için özel bir davet veriyor. Grete, Norveç’in ikonu olmanın ötesinde, Amerika Birleşik Devletleri’nin en büyük kadın kahramanlarından biri hâline geliyor. Onun yarattığı etkiyle kadınlar maratonu önce 1983’de Dünya Atletizm Şampiyonası programına sonra da 1984 Los Angeles ile Olimpiyat Oyunları’na dahil ediliyor. Kaderin bir oyunu gibi Olimpiyat Oyunları’nda gümüş kazansa da, Grete Boston ve Londra gibi diğer büyük şehir maratonlarını da kazanmaktan geri kalmıyor.
Hayatının geri kalanında ise onu dramatik bir yaşam bekliyor. İlk olarak ona ün kazandıran maratona katılmasını sağlayan, büyük dostu Fred Lebow 1990’da kanser hastası oluyor. 1992’de Grete 39 yaşındayken son kez bu sefer yanında kadim dostu Lebow ile beraber Central Park’a doğru koşmaya başlıyor. Kendi temposundan uzak, daha yavaş. Aynı zamanda 60. yaş gününü kutlayan Lebow’un temposundalar. Parkuru tamamlamaları beş buçuk saat sürüyor ama yarıştan sonra Grete, “Şimdiye kadar dokuz maraton kazandım ama onunla koştuğum yarış, hayatımın en özel günüydü” diyor. Fred Lebow o günden iki yıl sonra hayatını kaybediyor. Ve sonra 2005’te Grete de kanser hastası oluyor. Bunu hiçbir zaman kabullenmese de… Hayatı boyunca hiçbir zaman ilgi meraklısı olmaktan hoşlanmayan, hatta kendine gösterilen ilgi alakayı hep çocuklara yardım için yönlendiren Waitz, kanser olduktan sonra da bir vakıf kurarak kendi gibi hasta olan insanlara yardımcı olmaya çalışıyor, 2011’de ise hayatını kaybediyor.
Şu anda onun açtığı yoldan giden birçok kadın atlet var. Sadece Norveçliler değil, maraton dünyasındaki kadın atletlerin tümünün örnek aldığı bir insan Grete Waitz. Hatta New York Maratonu’nu kazanan atletlerden biri Liz McColgan, “Tüm bunlara onun sayesinde başladım. Grete tarihin ilk dünya klasında kadın maraton koşucusuydu. Herkes için kapıların açılmasını sağlayan oydu. O olmasa kadınlar mesafe koşularında bugün olduğu yerde bulunmayabilirdi” diyor. Norveçli sporcunun hayat hikâyesi birçok şey anlatıyor. Onların arasında hepimizi bekleyen bir ders de var. Kahraman olmak için bağırmanıza gerek yok.
*Sadece New York’un değil, Vodafone İstanbul Maratonu’nun da hikâyeleri var. 2016’da 38. defa düzenlenecek yarışla ilgili bilgilere buradan ulaşabilirsiniz.