Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

FutbolGölge Kral

Real Madrid denince akla ilk olarak Cristiano Ronaldo geliyor olabilir. Portekizli; takımın yıldızı, golcüsü, şovmeni… Ama takımın gerçek sahibi ve ruhu, başka bir oyuncu: Sergio Ramos!

Fabio Cannavaro, 2006 yılının en çok konuşulan futbolcularından biriydi. Dünya Kupası’nı kazanan takımın kaptanıydı, yıl boyunca verilen birçok bireysel ödül onundu ve Real Madrid’e transfer olmuştu. Dünya bir stoperi konuşuyordu. Daha önce pek görülen bir durum değildi. Futbolun geleceğine dair bir merak uyandırmıştı. Acaba futbol değişiyor muydu? Artık savunmacılar, gol atanların önüne mi geçecekti?

Cannavaro’nun Dünya Kupası’nı kaldırmasından iki ay önce La Liga’da sezon sona ermişti. Real Madrid, o sezon Şampiyonlar Ligi’ni de kazanan Barcelona’nın gerisinde kalmıştı. Takımdaki ilk sezonunu geçiren genç savunmacı Sergio Ramos, çoğunlukla stoperde forma giydiği sezonu soru işaretleriyle tamamlamıştı. Sert bir stoperden öte, Sevilla’dan Madrid’e gece hayatına girmek için gelen, uzun saçlı, çocuksu suratlı bir genç gibi duruyordu. Sahada savunma özelliklerini, sadece rakipleriyle baş başa kaldığında sertleşerek gösteriyor, ara sıra hücuma çıkışlarla puan toplamaya çalışıyordu. Real Madrid tribünü ve basını, bu telaşlı, düşüncesiz ve sakar savunma anlayışına prim vermedi. Öyle ki Ronaldinho’nun Santiago Bernabeu Stadı’nda alkışlarla ödüllendirildiği meşhur golünde, Brezilyalıya refakat eden isim Sergio Ramos’tu.

O günlerde, Sergio Ramos’un bir Real Madrid efsanesine dönüşeceği tahmin edilmiyordu. İlk aylarında ışık vermemişti belki ama sezonun başında kendisinden beklentiler fazlaydı. Florentino Perez’in Real Madrid’deki başkanlık döneminde bonservis ödeyerek (27 milyon Euro) kadroya kattığı ilk İspanyol futbolcuydu ve transfer edilen onca hücumcunun arasında önem gösterilen bir savunmacıydı. Transfer çılgını Real Madrid’in tüm tarihinde bile ondan daha yüksek bedel ödenen isimlerin sayısı çok azdı. Üstelik, efsane kaptan Fernando Hierro’nun 4 numaralı forması da ona verilmişti. İmzalanan sekiz yıllık sözleşme, gelecek için hazırlanan bir proje olduğuna işaret ediyordu. Fakat aynı zamanda da günü kurtaramadığı takdirde yerine yenisini, hatta en iyisini alacak bir kulüpteydi. Ve kupasız geçen sezonun ardından beklendiği üzere, dünyanın en iyilerini transfer etmeyi alışkanlık hâline getiren Real Madrid, Dünya Kupası’nın kahramanı Fabio Cannavaro’yu kadrosuna kattı.

İtalyan stoper, Real Madrid’e çok şey kazandırdı. Barcelona hâkimiyetini dindiren kadronun liderlerindendi. İki şampiyonlukla Madrid’den ayrıldı. Gittiği zaman da yerine çok iyi bir stoper bıraktı. Sergio Ramos, iki sezon içinde müthiş bir gelişim gösterdi. Çoğunlukla sağ bekte oynasa da milli takım forması altında bir başka ‘usta’ Carles Puyol ile beraber merkezdeydi. 2008 yazında Avrupa’nın gözü önünde kupa kaldıran, bu kez Cannavaro değil, Ramos’tu.

Bundan sonrası, Avrupa futbolunu ucundan takip edenlerin bile tanık olduğu bir kariyer yolculuğu oldu. Dünya Kupası, Avrupa Şampiyonası, Şampiyonlar Ligi, Süper Kupa, La Liga… Real Madrid formasıyla kazanılan kupalar, Ramos’un kulüp tarihine geçmesi için yeterliydi. Fakat onun ‘savunma’ meziyetlerinin dışında, öne çıkan bir özelliği daha vardı.

Ramos, futbolcu olarak sınıfı geçmesinin hemen ardından bayrak adamlığa soyunacak işlere imza atmaya başladı. Önceleri bunu 20’li yaşların getirdiği heyecan ve adrenalinle, tribünlerin hoşuna gidecek şekilde gerçekleştirdi.  Barcelona maçlarında çıkardığı kavgalar bu listeye girebilirdi. O kavgalar bazen başına iş açsa da çoğu kez bir direniş sembolü olarak yansımasını sağladı. Ramos; tarihin en iyi takımlarından biri olan Barcelona karşısında ayakta kalan, teknik özellikleri ile dünyayı mest eden oyuncuların karşısında duvar gibi duran, sağlam bir stoperdi. Gerçekten de ‘durmaya’ devam etti. Her sene takımın baştan aşağı yenilendiği Real Madrid’de Sergio Ramos’a dokunulmadı. O, yıldızlar topluluğu bir takımın en göz alıcı oyuncusu değildi belki ama en güçlü ve kıdemli figürü olmuştu.

Yabancı oyuncuların liglerdeki varlıkları ve sayıları, futbolun küreselleşmesiyle paralel büyüyen bir mevzu oldu. Avrupa çapında başarılı takımların iskeletlerinde yerli futbolcuların olması, hâlâ bu tartışmanın güçlü bir argümanı olarak gösteriliyor. Kulüplere ruh katanların yerli oyuncular olduğu, somutlaşmayan bir gerçek gibi duruyor. Manchester United, Barcelona ve Milan gibi kulüpler, en iyi dönemlerini yerli oyuncularının ağırlıkta olduğu kadrolarla yaşadı. Hatta oynadığı futbolla devamlı takdir gören Arsenal’in kupa hasreti İngiliz oyunculara fazla şans vermemesine bağlanabilir. Durumun Real Madrid’de de farklı olması düşünülmezdi. Iker Casillas ve Sergio Ramos, Raul ve Guti gibi efsanelerin ardından Real Madrid’de bayrağı devralan isimlerdi.

İspanya’da ‘yerlilik’ kavramı geniş bir alanda karşılık bulabiliyor. Ramos, bu genişliği iyi kullandı. Milli takım kampında Gerard Pique ile katıldıkları bir basın toplantısında, Pique’nin Barcelona medyasının Katalanca sorusuna Katalanca cevap vermesine tepki gösterdi. İkili, konunun gereğinden fazla büyütüldüğünü söyleseler de ilerleyen süreçte Ramos milli bir kahramana dönüştü, Pique ise İspanya’nın birçok şehrinde yuhalanmaya başladı.

İkili arasındaki ilişki, Ramos’un takım içindeki ağırlığını bizlere çok iyi anlatabilir. Ramos, ilk bakışta (Real’deki ilk senesi gibi) muhteşem bir savunmacı tipi çizmez. Çok hızlı değildir, tekniği iyi olsa da modern futbolun aradığı seviyeden uzaktır, fiziği kusursuz gibi dursa da yeni nesil hücumcular ondan daha güçlüdür. Ama çok iyi yaptığı bir iş vardır; enerjisini son ana kadar sahaya koyar. Onun savaşçı yapısını gören herhangi bir takım arkadaşı, saha içinde pes edemez. Ramos’un saha içine yansıttığı güç, saha dışında da karşılık bulur ve savaşmaktan vazgeçmeyen birine karşı söz söylemek pek mümkün olmaz. Pique de bunu en iyi bilenlerden!

1987 doğumlu stoper, Ramos’tan sadece bir yaş küçük. Buna rağmen takımdaki liderlik, yazılı olmayan bir şekilde Ramos’a ait. Pique’nin daha iyi bir stoper olduğu savunulabilir. Ama liderlik konusunda Ramos bir adım önde ve bu apoleti saha içinde var olarak elde etti. Hâlihazırda İspanya Milli Takımı tarihinin en çok forma giyen (140) ikinci oyuncusu. Eğer büyük bir şanssızlık veya erken veda yaşamazsa kariyeri sona erdiğinde ilk sırada olacak. Farklı pozisyonlarda oynadı, takımı zora girdiğinde kader gollerini attı, saha dışında kartlarını doğru oynadı, çevresindeki oyuncuları toplamasını bildi. Kısacası her alanda girdiği tüm savaşları kazandı.

Pique ise onun için zor bir savaş değildi. Zira Ramos’un daha büyük çatışmalara da girmişliği vardı; mesela Jose Mourinho ile… Otoritenin takım elbise giymiş hâli Jose Mourinho, Madrid’deki ilk günlerinde en büyük desteği takımın eskilerinden almıştı. Fakat sonrasında işler değişti. Sergio Ramos ve Iker Casillas, ‘Special One’ın karşısında duran ikiliydi. Mourinho, kız arkadaşları İspanyol basınında çalışan ikiliyi takım içinden basına sızan haberlerin kaynağı olarak görüyordu. İkili ise her hareketlerinde “Buranın sahibi biziz!” mesajı veriyordu. Mesela Ramos, Mourinho’nun Mesut’u oyundan aldığı Deportivo La Coruna maçının devre arasında içine Mesut’un formasını giymiş ve ikinci yarıya böyle çıkmıştı.

Ramos ile Casillas, sadece takım arkadaşlarını değil taraftarı da arkalarına alabilmişti. Hatta taraftarın rahatsızlığını fark eden Jose Mourinho, “Bana diyecekleri bir şey varsa yüzüme söylesinler” diyerek Atletico Madrid derbisinden yarım saat önce sahaya çıkarak adeta bir düello çağrısı yapmıştı. Çatışmanın sonunda hemen herkes yara aldı. Real Madrid sezonu kupasız kapadı, Mourinho Londra’ya döndü, Casillas gözyaşlarıyla veda etti. Sergio Ramos’un da ayrılmasına ramak kalmıştı ama Madrid serüvenine devam etti ve zaman içinde, kupalar kazandıran, sorumluluk alan bir lidere dönüştü.

Real Madrid, 2013-14 sezonunda, Jose Mourinho’nun ayrılmasından hemen sonra, 10. Şampiyonlar Ligi zaferini elde etti. Oysa Lizbon’daki finalde işler uzun süre iyi gitmemişti, dakikalar 93:48’i gösterene kadar! Bu dakika, Ramos’un Real Madrid  tarihine geçtiği anın sembolü olabilir. Şampiyonlar Ligi kupası, maçı uzun süre önde götüren Atletico Madrid’e çok yakındı. Ama Luka Modric’in kullanıldığı kornerde, topa kafayı ne Ronaldo, ne Angel di Maria, ne de Gareth Bale vurdu, Karim Benzema sahada bile yoktu! Ramos, maçı uzatmalara taşıyan isimdi. Maç sonunda tabelada bambaşka bir skor yazıyordu: 4-1.

Sezon başında Madrid’e gelen Carlo Ancelotti, maçtan sonraki basın toplantısında gazetecilerin sorularını yanıtlarken, bir anda içeri bazı futbolcular girdi. Başını Ramos’un çektiği grup tezahüratlar yapıp Ancelotti’yi de coşturdu ve kısa süre içinde toplantı odasından ayrıldı. Ramos, o bir dakika içinde Ancelotti’nin kafasına bir öpücük kondurdu. Bu öpücük, iyi ilişkileriyle bilinen teknik direktörüne karşı bir sevgi gösterisiydi. Bazılarına göre ise kulüpte kimin patron olduğunu gösterme biçimiydi. Ramos’un sevdiği Ancelotti, Madrid tarihine geçerken Mourinho çok uzaklarda kalmıştı.

Ramos, o yaz Manchester United ile bir flört yaşadı ama iş nihayete varmadı. Lizbon’da attığı gol, onun takımda kalmasını isteyenlerin sayısını artırmıştı. Ramos da vefasını dile getirmekten asla çekinmedi; o golü, iki sene içinde 20 bin kere izlediğini ve 20 bin kere daha izleyebileceğini söyledi. Fakat bununla da yetinmedi; son üç sezonda benzer goller atmaya devam etti. 2016 Şampiyonlar Ligi Finali’ni de boş geçmedi. Sevilla ile oynanan Süper Kupa maçının son dakikasında maçı uzatmalara yine o götürdü. Bu sezon Barcelona deplasmanında ve Deportivo maçının son anlarında attığı gollerle karşılaşmaların gidişatını değiştirdi.

Bir stoper olan Ramos’un bu golleri için ‘şans’ diyenler oldukça fazla. Oysa futbolda şansı, onu yaratabilme gücüne erişenler elde edebiliyor. Ramos böyle isimlerden biri. Oynadığı takımın en önemli figürü, en güçlü karakteri. Hem rakiplerin hem de takıma yeni gelenlerin korkulu rüyası. Takım arkadaşı Ronaldo; büyük bir futbolcu, insanoğlunun sınırını zorlayan bir mucize. Ama konu sahaya ruh koymak ve çevresine enerji yaymak ise bu alanda Ramos’u alt etmeniz mümkün değil.

Cannavaro’nun 2006’da tartışmaya açtığı konu tarihe gömüldü. Çünkü her şeye rağmen, Sergio Ramos’un adı hiçbir zaman Ballon d’Or veya onun gibi ödüllerle anılmadı. Ronaldo ve Messi’nin kurduğu üstünlük önemli olabilir ama bu iki olağanüstü yıldız var olmasaydı bile Ramos gibi bir savunmacının önünde yer alacak, ilgi çekecek birkaç tane hücum oyuncusu daha üretilecekti. Bitirici santrforlar, hızlı kanat oyuncuları ve yaratıcı orta sahalar, sahanın geri kalanındaki meslektaşlarından daha çok para kazanıyor, daha çok göz önünde yer alıyor ve daha çok konuşuluyorlar. Sektör, skoru değiştirenleri bir adım önde tutuyor. Ramos’un muhteşem kariyerine, attığı kritik gollere, takım içinde kendisine duyulan saygıya rağmen ufak bir şanssızlığı var. O bir savunma oyuncusu ve ne kadar öne çıksa da daima bir adım ‘geride’ kalacak!

* Bu yazı, ilk olarak Socrates’in Şubat 2017 sayısında yayımlanmıştır.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Tahterevalli

Tahterevalli

3 sene önce
Başka Bir Yol

Başka Bir Yol

4 sene önce
Hayal Albümü

Hayal Albümü

4 sene önce