2010-2011 sezonu… Çalıştığım derginin ‘genç’ editörüyüm. O dönem Galatasaray’ın teknik direktörü olan Gheorghe Hagi ile bir röportaj yapılacak ve bunu tabii ki yazı işleri müdürü Tarık Ünlütürk gerçekleştirecek. Başka bir ihtimal aklımın ucundan dahi geçmiyor. Ancak röportaj günü geldiğinde, Tarık Abi’nin jestiyle karşılaşıyorum: “Gel hadi, beraber gidelim.” Büyük bir heyecanla Florya’ya doğru yola koyuluyorum. Ancak tesisten içeri girdiğimde bir sürpriz beni bekliyor. O ay üzerimde, altyapıyla ilgili başka bir röportaj yapma görevi var ve muhatabım beni gördüğünde, “Müsaitim, gelmişken şimdi yapalım hadi” diyor. Başa gelen çekiliyor, ayaklarım geri geri de olsa mecbur gidiyor. İşim bittiğinde, bari sonuna yetişeyim deyip bir cesaret Hagi’nin odasına giriyorum. Tarık Ünlütürk, Hagi’ye beni tanıtıyor:
“Genç editörümüz Atahan, sizin büyük bir hayranınız. Sizi babasından çok sevdiğini söylüyor.”
Hagi anlam veremediğini gösteren bir bakış atmasının ardından, “Okey,” diyor, “Sıradaki soru?”
Altı buçuk yıl sonra, biraz daha profesyonel bir editör olarak Bükreş Havaalanı’na indiğimde aklımda iki soru var: Bir, Köstence’ye giden 260 kilometrelik yol nasıl bitecek? İki, Hagi röportaja ne kadar zaman ayıracak? Takımı Viitorul’un önceki akşam Pandurii’yi 3-0 yenmiş olması beni biraz umutlandırıyor. Havaalanında beni karşılayan Olgun Cafer de Hagi’nin neşesinden bahsedince “Tamam,” diyorum, “oldu bu iş.” Hagi’nin yanında göremediğimizde gözlerimizin aradığı tercümanı Cafer ile o uzun yol boyunca kâh kendi hayat hikâyelerimizden kâh Hagi’nin Türkiye’deki anılarından bahsediyoruz.
Söz Hagi’nin sinirinden açıldığında bir anekdot paylaşıyor mesela: “Hagi’nin ilk Galatasaray döneminin başları… Antrenmandan dönerken bir grup futbolcunun yanında bir gazeteci gördü. Başladı bana bağırmaya: ‘Olgun, ne işi var bu gazetecilerin? Sen ne yaptığını sanıyorsun?’ Şaşırdım ben. ‘Ben güvenlik görevlisi değilim. Orada güvenlik var, ben ne yapayım?’ dedim. Ben onu sakinleştirmeye çalıştıkça o daha fazla sinirlendi. Odaya çıkana kadar merdivende bile bana ağzına ne gelirse söyledi. Buraya kadarmış diye düşündüm, ne para ne bir şey, ben buradan istifa edip Romanya’ya döneceğim. Hagi o arada duşa girdi, çıktı. Sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi gelip omzuma sarıldı: ‘Olgun, bu akşam eşlerimizi hangi restorana götürelim?’ Ondan sonra alıştık. Sinirlendi mi gözü hiçbir şey görmez, beş dakika sonra melek gibi olur. Hagi bu.”
O anlattıkça, ben de duyduklarımı zihnimdeki ‘Hagi anları’ ile eşleştiriyorum. Romanya’da son kar bir hafta önce yağmış olmasına rağmen hâlâ iki yanı bembeyaz örtüyle kaplı yolumuz böyle böyle geçiyor. İlk olarak Hagi Akademisi’nde çekiyoruz el frenini. Tüm sahalardan soyunma odalarına kadar, tesisi uzun uzun geziyoruz. Kısa bir süre sonra, Mamaia’da, Hagi’nin iki çocuğu Ianis ve Kira’nın isimlerinden iz taşıyan IAKI Hotel’in restoranındayız. Hagi geliyor, masaya oturuyor. Hızlı bir selamlaşma faslının ardından kayıt cihazımızın düğmesine basıyoruz. Üç saat beş dakika sonra durdurmak üzere…
Uzun yıllardır futbolun içindesiniz. Bacanağınız Gheorghe Popescu’yu bir kenara koyarsak; futbol dünyasının içinde en çok kimi seviyorsunuz?
Benim dünyam, çok büyük bir dünya. Gençliğimde kahramanlarım oldu. Beni yetiştiren, büyüten antrenörlerle çalıştım. Steaua Bükreş’ten başlayarak Real Madrid, Brescia, Barcelona, Galatasaray gibi çok büyük kulüplerde oynadım ve takım arkadaşlarım çok önemli isimlerdi. Değerli yöneticilerim oldu. Hepsiyle en iyi şekilde iletişim kurmaya çalıştım, hepsi gönlümde kaldı. Futbol dünyasındaki bütün önemli şahısları tanıyorum. Birini öne çıkarıp bir başkasını geride bırakmam mümkün değil. Bu yaşa kadar geldim ve kimsenin geçmişimdeki varlığını değiştiremem. Popescu’nun tabii ki farklı bir yanı var; aynı ülkenin aynı jenerasyonundaydık, aynı takımlarda oynadık, bunun da ötesinde şu anda ailemden biri. Ama diğer hepsi, futbol ailesinin fertleridir. Ben sadece şunu söyleyebilirim; futbolda yaptığım şeylerle gurur duyuyorum. Ben futbola birçok şey verdim ve futbol da bana birçok şey kazandırdı.
Çocukluğunuzdan aklınızda kalan en net görüntü ne?
Benim kaderim futbol oynamaktı. Çocukluğumdan beri topu sevdim. Hediyeleri sevmeyen bir insanım; onları kendim kazanmam ve bunun için de çok çalışmam gerekiyor. Futbol oynamak için doğduğumu düşünüyorum ve şu anda da futbol için çalışıyorum. Hayatımda benim için iki önemli şey var: Futbol ve ailem. Beni etkileyen başka bir şeyden söz edemem. Onun dışında herkesin yaşadığı gibi bir çocukluk yaşadım, herkesin yaşadığı gibi bir hayat sürüyorum.
Anneniz ve babanız nasıl insanlardı?
Benim gibi, normal insanlardı. Ama ikisi de çok yetenekli çünkü beni yarattılar. (Gülüyor) İnsan olarak bana çok katkıda bulundular. Yaratıcı bir insan olduğumu düşünüyorum ve bu özelliğimi onlardan aldım. Son sekiz yılda inanıyorum ki insanlar beni daha iyi tanıma fırsatı buldu. Çünkü eskiden hep saha içinde bir şeyler yaratıyordum, şimdiyse bunu saha dışında yapmaya çalışıyorum. 24 saatin 24’ünde de futbol düşünüyorum. Çok güzel bir akademi yarattım. Sıfırdan başlayarak buraya kadar getirdim. Şu anda 52 yaşına kadar geldim ve baktığımda şöyle diyorum: “Ben buyum.”
İşletme mezunu olmak size ne kattı? Farklı bir bakış açısı mı mesela?
Bir insanın yetişmesinde ailesi ve okulunun ona kazandırdığı kabiliyetler en önemlisidir. Ama tabii ki spor, bana en fazla şey öğreten oldu. Spor yetiştirdi beni, hayat denilen savaşa hazırladı. İnanıyorum ki şu anda başarılı olmamın sebebi bu. Diğer yandan, bir futbol kulübünün iki bölümü var; bir idari bölümü, bir de teknik bölümü. Ben şu anda ikisini birden götürüyorum ve ikisinde de başarılıyım. Futbol bir ticarete dönüştü. Dolayısıyla bu eğitim elbette bana fayda sağlıyor. Şu anda tam anlamıyla ‘oluşmuş’ bir şekildeyim, her şeyi öğrendim. Artık kariyerimin başında değilim, tecrübe kazandım.
Futbolculuk kariyerinizin başında 11 numarayla çıktığınız maçlar var. 10 numaranın sahibi olmak zor muydu?
Ben doğuştan beri 10 numarayım, öyle doğdum. Ama 10 numarayı kazanmak gerekiyor. Sahada kendini göstererek, hak ederek… Bunu da zaman içerisinde kazandım ama kendimi her zaman bir 10 numara olarak gördüm. Takımdaki en zor numara budur çünkü onu taşıyan kişi yaratıcı ve kişilik sahibi olmalıdır. Benim anladığım 10 numara budur; saha içinde kararlar alabilen ve o farkı yaratabilen bir insan. İşte şu anda da böyle futbolcular yetiştiriyorum. Onları bulmaya, yaratmaya çalışıyorum. Takımım üç tane 10 numarayla oynuyor. 9 numara yok ama iki senedir en fazla golü biz atıyoruz. Neden? Çünkü 10 numaramız fazla.
Steaua’ya transferiniz nasıl gerçekleşmişti?
Bir oyuncunun büyümek için iyi takımlara ihtiyacı vardır. Steaua o yıl Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazanmıştı ve Romanya’nın en iyisiydi. Yetenekli bir oyuncu olarak kendimi ancak o takımda görebiliyordum çünkü ben de o seviyeye gelmek istiyordum. Benim Steaua’ya ihtiyacım vardı, Steaua’nın da bana… Galatasaray’daki gibi, iyi bir evlilik oldu. Çok iyi bir takımdık. Tabii bütün başarıların bir plan ve projeye dayanması gerekiyor.
Doğu Bloku ülkelerinde jenerasyonlar arası geçişi başarabilen tek takım, 1976 ve 1985’te, iki ayrı jenerasyonla Kupa Galipleri Kupası’nı kazanan Dinamo Kiev’di. Steaua da farklı nesillerle başarıya ulaşan ikinci takım oldu. Bahsettiğiniz proje bunu açıklar mı?
İşte bunun için projeden bahsediyorum. Her kulübün çok açık ve net bir stratejisi olması gerekiyor. Ama bu geçişi ancak zaman içinde yaratabilirsin. Hemen şu anda bir strateji oluşturabilirsin ama bunu uygulamak için zamana ihtiyacın vardır. Seni hedeflerine ulaştırabilecek insanları bulup onlarla çalışman gerekir. Ve elbette bunun arkasında maddi destek olmalı. Bizim zamanımızda bu destek, devlet tarafından sağlanıyordu. Gençlere ve projelere yatırım yapılıyordu. Bu sayede iyi nesiller yaratıldı. Ben de şu anda aynısını akademide uyguluyorum. Yedi yılın sonunda, milli takımlarda bütün seviyelerde oynayan 100’e yakın futbolcunun 30 ila 50 tanesi bizim akademiden. Ve şu anda ligde lideriz. Takımın yaş ortalaması 21. İşte bu bir projedir.
Bütçeniz Steaua’nın yarısı kadar…
Üçte birinden daha az. Ama projem var. Galatasaray ne zaman kazandık, beş sene? Nasıl? 13 oyuncu milli takım. Proje. Hedefini bilmen lazım. Ben geride kalan yıllarda şunu gördüm ki herkes konuşabiliyor. Ama konuşmakla başarmak arasında çok büyük bir fark var. Ben konuşan şahısları sevmem, başaranları severim. Bu benim felsefem. Bende fazla laf olmaz, ben hep yaparım.
Steaua’da oynadığınız dönemde Juventus’un sahibi Gianni Agnelli’nin sizi transfer etmek için Bükreş’te FIAT fabrikası açmayı teklif ettiği, Çavuşesku hükümetinin ise bu öneriyi reddettiği doğru mu?
Ben onu bilmiyorum. Hikâye olarak duydum ama somut olarak görmedim. Bildiğim şu: Romanya’nın en büyük takımında, Steaua’da oynadım. Ondan sonra şansım yaver gitti. Devrim olmasa belki yurt dışına da çıkamayabilirdim. Bunun dışında kalan her şey hikâye.
Real Madrid adına sizinle ilk irtibatı kuran kim oldu?
Real Madrid Başkanı. Beni isteyen çok fazla takım vardı ama Ramon Mendoza daha istekliydi ve Bükreş’e kadar geldi. Ben de bu yüzden Real Madrid’e imza attım.
Real Madrid’de John Benjamin Toshack ve Emilio Butragueno ile çalıştınız ama o dönemki gazetelerde onları çok beğenmediğinize dair haberler var…
Gazetelerde çıkan her şey laf. Hikâye. Şu anda Butragueno ile çok iyi arkadaşız. Aynı şekilde Toshack ile de çok iyi bir ilişkim var. Kulüp içerisinde her şey çok güzeldi, bana birçok şey öğrettiler. Benim için çok güzel iki yıldı. Sonrasında İtalya’ya gidişim tamamen bana ait bir karardı, kimse beni etkilemedi ve kulüpten gitmemi isteyen de olmadı. Ümit ediyorum ki oğlum da benim yolumu takip eder. Şimdi o da İtalya’da ve benden daha güzel şeyler yapacağına inanıyorum.
Real Madrid’den ayrılma sebebiniz neydi?
O dönem en iyi futbol İtalya’da oynanıyordu. Amacım Brescia gibi orta seviye bir takımda lige uyum sağlayıp en büyüklerden birine gitmekti. Tabii ki beni küçüklüğümden itibaren tanıyan ve üzerimde emeği olan Mircea Lucescu da burada önemli bir faktördü. Ona hayır diyemedim ama aklımda sadece daha büyük bir İtalyan takımına gitmek vardı. İtalyan takımı olmadı, Barcelona oldu. Eh, bu da fena değil.
Brescia küme düştüğünde neden ayrılmadınız? Kaçtı demesinler diye mi?
Hayır. Napoli beni istiyordu, ben de gitmek istedim ama bırakmadılar. Oturdum, sözleşmem gereği orada kaldım, yeni bir teklif geldikten sonra da ayrıldım. Ben de çok memnun olmadım orada zorla kalmaktan. Zor bir dönemdi ama güçlü olduğum için yeniden doğdum ve içimdekinin en iyisini ortaya çıkararak tekrar kendi seviyeme ulaştım. Şu anda da benzer bir süreç yaşıyorum.
Serie B’den sonra Barcelona’ya uyum sağlamak zor olmuş muydu?
Biraz zaman gerekti. İki aylık bir sakatlık geçirdim. Ama bunları atlattıktan sonra düzenli oynadım. Tabii ki Barcelona’dan bahsediyorsak, oradaki rekabetin çok büyük olduğunu da belirtmek gerekiyor. Kolay bir şey değil.
Galatasaray’a transferinizle ilgili o kadar çok efsane var ki… Mesela gerçekten Meksika’ya gidiyor muydunuz?
Newcastle United’dan da teklif vardı fakat Meksika’ya gidecek gibiydim. Beklediğim bir tek şey vardı: Meksika vizesi. Sonra Galatasaray’ın projesi geldi. Türkiye’nin yakınlığı ve şartların benzerliği benim için önemliydi. Daha önemlisi ise, Avrupa’da başarılı olacağımıza inanmıştım. Bugünden bakınca, iyi seçim yapmışım.
Bir başka efsane de Fatih Terim’in bu transfere yaklaşımıyla ilgili; sizi yaşlı bulup istemediğini söyleyenler de var, aksi şekilde “Gerekirse benim maaşımdan kesin ama gelsin” dediğini iddia edenler de… Siz bu konuda ne biliyorsunuz?
Bana hazırlık döneminin sonuna doğru geldiler, bu yüzden transfer biraz geç gerçekleşti. Fiziksel açıdan hazır değildim. Monaco ile oynanan hazırlık maçından önce sadece iki antrenman yapmıştım. O ‘yaşlı’ masalları da o maçtan sonra çıkmıştı diye hatırlıyorum. Hissiyatıma göre ise beni hem Fatih Terim hem yöneticiler istemişti. Onun için İstanbul’a seve seve geldim. Fakat dediğim gibi Galatasaray’ı seçmemin asıl nedeni, Avrupa’daki potansiyeliydi. Sözleşmeme özel bir şart koydurdum; Avrupa’da kupa kazanırsak ekstra prim alacaktım. Kafamda daima o düşünce vardı. Ben asla sadece maaş almak için çalışmadım, en iyisi olmak için çalıştım. Para her türlü gelir. Önemli olan iyi çalışmak ve en iyisi olmak. Bu tabii ki sürekli bir baskı anlamını taşır ve ben de baskı altında oynamayı çok severim. Çünkü baskı beni motive eder.
Galatasaray için bunun imkânsız göründüğü bir dönemde kontratınıza Avrupa kupası primi koydururken tam olarak ne düşündünüz?
Felsefem bu. Ben ikinci, üçüncü sırada olmak için doğmadım. Ben en iyisiyim, en iyisi olmak istiyorum. Kendime inanıyorum ve seni de buna inandırıyorum. Beni takip edersen, benimle beraber olursan, sen de en iyisi olursun. Bana inanan kişi, bu şekilde düşünür.
Zaten bir röportajınızda şunu söylüyorsunuz: “Takım arkadaşlarıma sürekli, ‘En iyi olduğunu düşünmelisin’ fikrini yerleştirmeye çalıştım.”
Aynı şeyi şimdi oyuncularıma söylüyorum. İlk 11’deki sekiz oyuncum akademi çıkışlı. O seviyeye, ancak inanırsan gelebilirsin. Birinci kural bu. İlk önce inanacaksın, ondan sonra çalışacaksın. Ben bunun için iyiyim. Eğer bir gün dönersem, Türkiye’de de kazanırım. Tabii ancak böyle bir projeyle. Türkiye Ligi şampiyonluğundan bahsetmiyorum, Avrupa’ya yönelik bir proje olması gerekiyor. Oyuncu olarak buna inandım ve başardım. Şu anda teknik direktör olarak da inanıyorum.
Fatih Terim de sizin gibi lider karakterli bir insan. Onunla ilişkiniz nasıldı? Fikir ayrılıklarınız oluyor muydu?
O antrenördü, ben futbolcu. Oyuncu antrenörünü dinlerse her şey güzel gider. Ben Fatih Hoca’nın sahada ne istediğini çok iyi biliyordum ve bunu takıma iletiyordum. Tersi değil. Bir antrenörün de takım içinde lider oyunculara ihtiyacı vardır ama birinci lider kendisi olmalıdır. Fatih Terim bizi çok iyi yönetirdi, liderliğini takıma yansıtırdı ve kazanmayı çok severdi. Bunları bir araya getirdikten sonra başarılı olunuyor. O zamanki yöneticilerimiz de çok iyiydi. Takıma her zaman güven verdiler ve her konuda bize destek çıktılar. Sadece bizi değil, en başta Fatih Terim’i desteklediler. Bütün başarıların temelinde bu beraberlik duygusu var.
Fatih Terim’den çekiniyor muydunuz?
Ben mi? Sıradaki soru… (Gülüyor) Ben ona saygı gösteriyordum. Seni yöneten, sana antrenman yaptıran kişiye karşı saygı göstermelisin. Kariyerim boyunca her antrenörüme karşı saygılıydım.
Fatih Terim ayrıldıktan sonra Mircea Lucescu’ya giden süreç nasıl gelişti?
Bu konuyu şimdi konuşmayalım. Zamanı değil. Başka zaman anlatırım.
Lucescu sizin için ne ifade ediyor?
Futbolu bilen, futbolcuyu seven, bir insan olarak bana çok şey öğreten biri. Zeki, yarışmacı ve çok yaratıcı bir insan. Takım yaratıyor, oyuncu yaratıyor. Çalışmayı çok seviyor, futbolu çok seviyor. Bu kariyere sahip olmasının nedeni bu. Bana da çok yardımcı oldu. Beni genç takımdan direkt olarak A Milli Takım’a yükselten kişidir. Kariyerimde çok önemli bir adımdı.
Birlik beraberlik duygusundan bahsettiniz ama dört şampiyonluktan sonra beşinci yıl biraz çalkantılı geçti. Örneğin, Mario Jardel’in takım içinde yaşadığı iddia edilen sorunlar hakkında ne söylersiniz?
Jardel, Galatasaray’da kaç gol attı? 50 mi?
40’a yakındır herhâlde…
O zaman bitti.
Ama takımdan erken ayrıldı?
Benim için Jardel sadece bu. Hakan Şükür ya da diğer forvetler gibi, o da gol atan bir oyuncuydu. Ben takım arkadaşı olarak onun hakkında sadece bunu biliyorum. Süper Kupa’yı kazanmamızda ve Şampiyonlar Ligi’nde ilerlememizde çok önemli katkılarda bulundu. Gerisi hikâye. Jardel de olsa, Maradona da olsa beni ilgilendirmez. Ben sadece takım arkadaşı olarak değerlendiririm. Özel hayatımızda hepimiz farklıyız. Bunların üzerine hiçbir zaman yorum yapmam. Hayatım boyunca sadece sahayı konuştum.
Peki devre arası da sahaya dâhil mi? Örneğin 2-0’dan 3-2 olan Real Madrid maçının devre arasında ne oldu?
Bir şey olmadı. Fatih Akyel oyuna girdi. Birinci devrenin tamamını korkuyla oynayan takım, ikinci devrede kişiliği olan bir takıma dönüştü. Değişen buydu devre arasında. Tabii bazı şeyleri toparlamak için bazen biraz daha yüksek sesle konuşmanız gerekebiliyor. (Gülüyor)
Mesela, ne demeniz gerekiyor?
Yok. Bu kadar! Yüksek sesle konuşacaksın ki oradaki harareti biraz daha yükselteceksin. Uyuyanları uyandıracaksın. Biz devre arasında uyandık, üç gol attık. Dördüncüyü de attık ama sayılmadı. Ben buyum. (Hâlâ gülüyor)
O sezonun başında Bülent Akın’ı Galatasaray’a sizin transfer ettirdiğiniz söyleniyor. Bunun aslı var mı?
Bu da yine hikâye. Ben o zaman futbolcuydum, takıma transfer yapacak durumda değildim. Takıma gelecek futbolcuları, teknik direktör olduktan sonra seçmeye başladım. O kadar çok hikâye var ki… Şimdi seninle oturduğum gibi, o zaman da antrenör ya da yöneticilerle oturup konuşuyordum; bir oyuncuyu beğendiğimi söyleyebilirim ama karar alan ben değildim. Konuşmakla karar almak arasında çok büyük bir fark var. Futbolculuk dönemimde ben sadece kendi işimi yaptım, futbol oynadım. Sadece saha içinde karar aldım. Son maç, iki gol. Sonra, bıraktım gittim.
Hâlâ en iyiyken neden bıraktınız? Tek gerekçe antrenman yapmaktan sıkılmış olmanız mıydı?
Her şeyimi verdiğimi hissediyordum, kendimi tamamlanmış hissediyordum. Öyle inandım, öyle düşündüm. O sezon çok fazla maç oynandı, 60’a yakın. Belli bir yaşa da gelmiştim. Verecek daha fazla şeyim kaldığını düşünseydim devam edebilirdim. Sadece para için yapamazdım. Motivasyon olarak götüremeyeceğimi düşündüm.
Türkiye, birlikte oynadığınız futbolcularla dünya üçüncüsü oldu. Türk futbolunun o dönemki yükselişinde sizce ne kadar payınız var?
Benim katkım ne olmuştur, bilmiyorum. Ama politik cevap vermek yerine direkt ve net olarak şunu söyleyebilirim; Türkiye Milli Takımı’nda ben eksiktim. Ben olsaydım Türkiye üçüncüdeğil, dünya şampiyonu olurdu. Çünkü ben buyum; üçüncülükle birincilik arasındaki farkı yaratan oyuncu…
Popescu sizin için “İspanyol ya da Fransız olsa belki de tarihin en iyisi kabul edilecekti” demişti. Katılır mısınız?
Bu unvanı oğluma bırakıyorum. O da bir şeyler yapsın. Benden daha fazlasını yapmasını bekliyorum. O seviyeye çok yakındım. Kazanabileceğim her şeyi kazanmaya çalıştım. Galatasaray’la UEFA Kupası’nı kazandığım yıl, Ballon d’Or kazanabilirdim diye düşünüyorum. Ama bana bir sürü sarı kart verdiler ki kazanamayayım! 35 yaşında olmama rağmen Avrupa’nın en iyisiydim o zaman. Avrupa’da, ligde ve milli takımda çok iyi bir durumdaydım. Herhâlde o yüzden böyle söylemiştir. Ben de bir dünya şampiyonluğum olsun isterdim ama olmadı. Sonuçta Rumen doğdum. En iyisi olmak, o birinci seviyeye gelmek için, mutlaka takımın da bir başarı kazanması gerekiyor. Johan Cruyff’a göre, ben de dünyanın en iyi 10 numaralarından biriyim ve ‘en iyiler’ listelerinde yer almak benim için mutluluk verici. Ama tekrarlıyorum; umarım oğlum, benden daha büyük olur.
Beş yıl Galatasaray’da oynadınız. En büyük kavganız kimleydi ve sebebi neydi?
O beş yıl, bana göre mükemmel bir dönemdi. Son yıl fiziksel olarak biraz zorlandım ama bu süre zarfında herkesle çok iyi anlaştım. O dönemde yapılan her şey olağanüstüydü. Tabii ki bildiğim kadarıyla ve kendi açımdan konuşuyorum. O zamanki proje, milli takıma 13 tane Galatasaraylı futbolcu götürdü. Kusursuz bir projeydi. Bir tartışma ya da fikir ayrılığından bahsedeceksek o dönemden değil, teknik direktör olarak Türkiye Kupası’nı kazandıktan sonra yaşadıklarımdan bahsetmek gerekir. Orada bir fikir ayrılığı oldu, faturasını da ben ödedim.
Nasıl bir fikir ayrılığıydı bu?
Benim gördüklerim başkaydı, onların gördükleri başka… Kupadaki Bursaspor maçının sonrasında yaşananlardan söz ediyorum. Tabii ki Başkan Özhan Canaydın’ı büyük saygıyla anıyorum. Ama beni altı ay boyunca yalnız bıraktılar. Sonrasında Fenerbahçe’yi 5-1 yendik ve Türkiye Kupası’nı kazandık. Onlar kupayı alıp gittiler, eğlendiler. Ben de evime gittim. Fotoğrafta bile yoktum. Beni davet etmediler, hiç kimseyi davet etmediler. O zaman, beni artık istemediklerinden emin oldum.
Bugünden bakınca, yine bunun büyük bir hata olduğunu düşünüyorum. Ben her zaman kulübe saygı gösterdim ve böyle bir davranış bana göre normal değil. Ama bu şekilde gelişti. İşler yürümediği zaman, beni istemediklerini anladığım zaman, ben çekilirim. Denizlispor’la oynadığımız son maçı biliyorsun, tribünlerde kavga çıktı. Bu benim için bir sinyaldi. Bunu gördükten sonra, bu noktaya kadar gelindiği için, çekildim ve gittim.
Bir buçuk yıl boyunca o kadar çalıştık ama devam edemedik. Bana o devamlılığı sağlayabilirlerdi. Galatasaray’ın başına geçtiğimde kulüp parasız ve hedefsizdi. Son sekiz haftaydı. İlk üç maçı kaybettik, son maçları kazandık. Proje yaptık, takımı kurduk. Hiç parası olmayan bir takımla o kupayı kazanabildik. Uluslararası maçlar düzenledik ve hiçbirini kaybetmedik. Vicente Del Bosque ve Christoph Daum benden daha tecrübelilerdi ama onların takımlarını yendik, şampiyonluğu kıl payı kaçırdık. Göteborg maçını hatırlıyor musun? O maçın kadrosuna bak, benim nasıl çalıştığımı göreceksin.
Gençlerle çıkmıştınız…
Dokuz futbolcu. Başkan’a “Gel, sana geleceğin Galatasaray’ını göstereceğim” dedim ve PAF Takım’dan dokuz futbolcu oynattım. PAF Takım’ın başındaki Suat (Kaya) bile bana “Sen deli misin?” demişti. 4-1 kazandık. Yine Schalke maçının son 30 dakikasında PAF Takım’dan sekiz oyuncu oynattım, 1-0 kazandık. Ve çok iyi oynadık o maçta. Ondan sonra, benim kurduğum düzenin üstüne başka bir hoca geldi. Şampiyon oldu takım. Her şey çok güzel oldu. Benim kurduğum takımla. Neyse, böyle oldu işte. Fatura bana kesildi.
Galatasaray’daki ikinci teknik direktörlük döneminizde, ligdeki Fenerbahçe mağlubiyetinin ardından Abdurrahim Albayrak’ın yaptığı açıklamaları izleyince ne hissettiniz?
Bilmiyorum, izlemedim. Kendisiyle iyi bir ilişkim var, iyi anlaşıyoruz. Yaptığı açıklamayı hiç görmedim. İkinci antrenörlük dönemimde yine ben mi suçluydum? Ağzımı açtırma…
Lütfen açın…
Boşver… Onlar daha iyi biliyor neler yaptıklarını. İkinci gelişimi tamamen unutun. O dönemde bana bağlı hiçbir şey olmadı, en ufak ayrıntısına kadar. Savrulup gittik.
Gelecekte üçüncü bir dönem olabilir mi?
Sadece sezon başında.
Bir daha “Galatasaray ne zaman kötü ben burada, Galatasaray ne zaman iyi ben yok” demek zorunda kalmamak için mi?
Taraftar için. Hagi’yi atıyorlar ortaya, taraftar mutlu. Normal. Sonuç? Yok. Çünkü proje yok. Başarılı olmak günlük planlarla olacak bir şey değil. Ben de böyle bir insan değilim. En iyisi olmamız gerektiğini düşünüyorum ama bu, günlük planlarla olmaz. Yaratmak gerekiyor. Ben artık bunu yapabilecek durumdayım. Bir stratejim var. Bunun için de zamana ihtiyacım var. Kim gidiyor, kim geliyor, kim içeride, kim dışarıda, kim kötü? Benim oluşturacağım takımın kişiliği olması lazım. Her zaman sahaya hâkim olması lazım. Bunu da kimse bir günde başaramaz.
Şu anda Galatasaray teknik direktörü olsanız, Wesley Sneijder sizin Hagi’niz olur muydu?
Bunlar hayal. O stratejileri öncelikle yöneticilerin belirlemesi gerekiyor. Ben de aynı zamanda bir yöneticiyim, kulübün patronuyum. Bütçeme bakarım, stratejimi ve hedeflerimi belirlerim. Mesela derim ki Türkiye’de şampiyon olmak ve Avrupa kupalarında başarılı olmak istiyorum. Bunu sağlayacak futbolu oynamak isterim. Buna göre antrenör seçerim. Yöneticilerle antrenörlerin aynı dili konuşması lazım.
Teknik direktör olarak… Ben teknik konulardan sorumlu olmalıyım, onlar paradan. Hedef aynı. Teknik açıdan işler iyi gitmezse ben suçluyum. Sorumluluğu bana verirsin, ben de kendi hatamın cezasını çekerim. O zaman işler yürür. Ben imza attığımda senin bütün şartlarını kabul etmiş durumdayım. Ama ondan sonra hep beraber çalışmaya başlamalıyız. Sen, ben demeden. ‘Biz’ olmalıyız. Bütün takım. Kim çalışmıyor? Gitsin.
Misimovic çalışmıyor?
Sadece o değil. O zamanki takım, o durum, tamamen komediydi. Öyle kurallar, öyle durumlar vardı ki inanamazsın. O dönemi tamamen silmek lazım. O sezon Türkiye’nin komple susması lazım. Ondan sonra her şey ortaya çıktı; şike falan, her şey… O sezondan sonra. O zaman, konuşmuyor, sus. Sil onu.
Kurallardan kastınız ne?
Hepsi ayrıntı. Soyunma odasıyla ilgili, ufak tefek şeyler, bütünü karmakarışık bir hâle getirdi. Transferde sadece bir isim aranıyordu, başka bir şey istemediler. Satılıyor forma, normal. Ama ne zaman bakıyor Hagi; nasıl çalışıyor, kaç saat çalışıyor, ne yapıyor, kafa burada mı yoksa başka yer? İsim peşine düşmek doğru değil. Getireceğin futbolcu aç olacak. Ne kadar büyük ismin olursa olsun, aç değilsen oynayamazsın.
Dışarıdan gördüğüm kadarıyla Türk futbolu için bugün de değişen bir şey yok. Maaşlar 60 milyon Euro… Bu parayla, bu bütçeyle, sen Avrupa’da kendini gösteremez misin? Nasıl olur böyle bir şey? Diğer takımlar nasıl başarılı oluyor? Futbolculara 3-4 milyon garanti para veriyorsun, Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finale bile gidemez misin? Neden bu para veriliyor o zaman? Türkiye’nin en büyük takımları Avrupa’da iki tane iyi sonucu arka arkaya alamıyor. Neden olmuyor? Önce emek, sonra dans; Türk futbolu şu an sadece dans ediyor.
Yine de son olarak şunu da söyleyeyim; Avrupa’da o klasik dev takımlar dışında Şampiyonlar Ligi şampiyonu çıkarabilecek tek ülke, yine Türkiye’dir. Ama bir anda olamaz tabii. İki-üç yıl içinde yapılır. Vizyonu olan, bu işi başarır ve tarihe geçer. Türkiye’de o potansiyel var. O bütçe var. 150 milyon Euro ile 300 milyon Euro arasındaki fark nedir ki? İstersen bu amaç uğrunda birleşir, çalışırsan Avrupa’da başarılı olursun. İyi bir yönetim, iyi bir sportif direktör olduktan sonra projeyi yazar, uygularsın. Oyuncu seçimlerini çok iyi yapmalısın, en önemlisi bu. İyi bir antrenör getirmelisin, bu projeyi uygulayabilecek bir antrenör… Yönetici de o antrenörü seçebilecek durumda olmalı, işi iyi bilen biri olmalı.
Viitorul’da yönetici Hagi, teknik direktör Hagi’yi buna göre mi seçti?
Bütün projeyi ben yarattığım için öyle bir durum oluştu ki bu şekilde denk geldi. Ama önemli olan proje. Strateji, felsefe, sistem, oyuncu, antrenman; kullandığımız bütün metotlar benim konseptim.
Başka bir takımın başına geçerseniz, Viitorul projesi nasıl devam edecek?
Başka antrenör mü yok? Şu anda her şey oturmuş vaziyette. Ben kendi yoluma bakarım, Viitorul devam eder. Bunlar olabilecek şeyler. Viitorul sadece bana bağımlı değil. Ama benden daha iyi bir antrenörü nasıl bulurlar, bilmiyorum!
Viitorul için Avrupa kupalarına yönelik bir projeniz de var mı?
Tesisleri gezdin. Yarın bir gün orada petrol çıkarsa, neden olmasın? Viitorul’un şimdilik hedefi ve görevi oyuncu yetiştirmek. Avrupa’da başarı ya da ligde şampiyonluk değil. Oyuncu yetiştiriyor ve satıyoruz. Viitorul’un arkasında akademi var. Sürekli bu akademi kelimesini söylüyorum çünkü oyuncu yetiştirmekten başka düşüncemiz yok.
Ama normal sezon bitmek üzere ve lidersiniz…
Yaklaşık 2.5 milyon dolarlık bir bütçemiz var. Hedefimiz ligde kalmaktı. Daha sonra işler iyi gitti. Biz de kendimize, ligi ilk altıda bitirip play-off’a katılma hedefini koyduk.
Leicester City hikâyesini andırıyor…
Belki. Henüz belli değil. Ama daha önemlisi, U19 takımımızın Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finale yükselmiş olması. Bu benim takımımın lider olmasından daha büyük bir başarı. Türkiye’de kim bu başarıya imza attı? Altınordu. Bu büyük bir problem. Neden Altınordu? Büyük kulüpler uyuyor mu?
Türkiye’nin bir de yetenekli gençleri üst seviyeye çıkaramama sorunu var. Bu neden kaynaklanıyor olabilir?
Hedef yok. Altyapıdan oyuncu yetiştirmek, kulüplerin ana hedeflerinden biri olmalı. Birkaç sene sonra tekrar görüşürüz umarım. O zaman ne söylemek istediğimi daha iyi anlarsın.
Takip etmemiz gereken birkaç oyuncu ismi vermezsiniz herhâlde, değil mi?
Hayır, bunu yapmıyorum. Onlar kendilerini sahada gösteriyor, orada konuşuyorlar. Sayı olarak çok fazlalar. Ben hiçbirini öne çıkarmam, onlar kendilerini öne çıkarıyorlar… 1997-1998 doğumlu iki oyuncuyla oynuyorum. Bazen üç. Bazen dört. (Kâğıda, oyuncuların doğum yıllarını yazıp sahaya diziyor) Sadece kaleci ‘89. Gerisi ’92, ’93, ’95… Benim takım bu. Tuttular. Futbol, kişilik… Şöyle böyle yok, futbol. Dün akşamki maçı seyret de bir bak; yüzde 70 pozisyon. Yüzde 80. Gençlerle, çocuklarla.
Galatasaray’dayken altyapıda “Olur bu çocuk” dediğiniz kim vardı?
Bunu konuşmaya gerek yok. O yeteneği keşfetmek benim işim. Yaratıcı biriyim çünkü. Ben Galatasaray’da; Emre, Arda, Ribery…
Peki o seviyeye çıkamamasına şaşırdığınız biri oldu mu?
O benim suçum değil ki… Türkiye’de de, Romanya’da da tonlarca yetenekli futbolcu var. Ama niye başkaları onları çıkaramıyor, niye ben çıkarıyorum? Çünkü onlara konsantre olan yok. Benim oynadığım zamanda bütün takım gençti. Onların arasında ben, tecrübeli oyuncu olarak vardım. Teknik direktörlüğüm döneminde ben de tecrübeli oyuncuları kullandım. Ama bu sene, benim kendi gençlerim var. Arda’nın, Emre’nin büyüdüğü gibi büyüyorlar. Önemli olan, hedefi koymak ve takip etmek. Özellikle son beş yıl içerisinde bu konuda her gün çalıştım.
Şu anda Romanya sporu krizde. Seksenli ve doksanlı yıllarda durum çok farklıydı. Neler yanlış yapıldı?
Arkasında destek yok. En önemlisi bu. Destek olmayınca organizasyon da kalmadı. Futbol okulları yok oldu. Birçok eğitmeni kaybettik. Eğitimi kaybettik. Proje kalmadı, altyapı kalmadı ve her şey çok geriye gitti. Kalite azaldı. Şimdi yavaş yavaş yeniden bir şeyler yapılıyor ama seneler kaybedildi. Devrimden sonraki 10 yılı çok iyi götürdük. Ama o dönemde futbol, eski sisteme göre devam etti diyebilirim. O jenerasyonun arkasından gelmesi gereken futbolcular ise yetiştirilemedi.
Yıllar önce milli takım kaptanı olarak basın toplantısında yaptığınız bir çıkış var. Çok sinirliydiniz ve Rumen futbolunun gelecekte yaşayacağı sıkıntılardan bahsediyordunuz. O gün söylediklerinizi hatırlıyor musunuz, haklı çıktınız mı?
15 yıldan fazla zaman geçti. Beni haklı çıkardılar. Her zaman yatırım yapmayı bileceksiniz ve en güzel yatırım da gençlere yapılandır. Rumen futbolunun akademilere yatırım yapması gerekiyor. Türkiye için de dışarıdan görünen o. Geleceğinizi kurmaya altyapıdan başlarsınız. Benim takımımın isminin anlamını biliyor musun?
Gelecek…
Evet. Benim yatırımım hep geleceğe. Bazı şeyleri öngörüyorum. Sahada da öyleydim; hep bir sonraki adımı düşünürdüm.
Galatasaray taraftarı beş yıl boyunca sizin ayağınıza baktı. Rumen halkı, daha uzun süre. Milli takımı bıraktınız, dönmeniz için kampanya başlatıldı, döndünüz ve maçı aldınız. Bu sorumlulukla yaşamak mutlaka güzel bir his. Ama yorduğu da olmuyor mu? Hagi olmak, zor bir şey değil mi?
Neden zor olsun ki? Zor olan taraf, böyle insanları bulmak. Bu tür oyuncuları bulmak. Taraftar için oynayacak, taraftarı mutlu edecek oyuncuları bulmak zor. Onları yetiştirmek zor. Yok, ben böyle bir zorluk çekmedim.
Hiçbir zaman ağır bir yük hissetmediniz mi omuzlarınızda?
Sorumluluk her zaman var. Ama bu sorumlulukla doğuyorsun, doğuştan beri böyle bir sorumluluk taşıdığımı düşünüyorum ben. Liderler neden var o zaman? Çünkü o sorumluluğu taşıyabiliyorlar. Bir liderin en önemli özelliği nedir? Bu defa ben sana soruyorum.
Kriz anlarında sorumluluk alıp duruma el koyabilmesi olabilir…
Başka? Ne yapması gerekiyor mesela?
Ona güvenen insanları yarı yolda bırakmaması, tek bir hedef etrafında toplaması ve o hedefe ulaşma yolunda herkese güven vermesi… Doğru mu?
Sorumluluk sahibi olacak. Kişiliği olacak. Bir lider, her zaman vermesini bilmelidir. Cömert olmalıdır. Çünkü onu bu şekilde severler, ona bu şekilde saygı duyarlar. Onunla beraber herkes kendini iyi hissetmelidir. O yüzden lider, herkesi etrafına toplayan kişidir. Neden benim yanıma geliyorsun? Benim gözlerimi beğendiğin için mi? Yok. Ben seninle oturup konuşurken sana diyorum ki: “Benimle beraber gelirseniz sizin için daha iyi olacak.” Bunu söylediğimde, o liderliğimi yansıtıyorum ortaya. Ve veriyorum. Çünkü tanrı öyle söylemiş; ilk önce ver, ondan sonra al. Buna sahipseniz lider olursunuz.
Lider her zaman serttir. Senden birçok şey ister. Ama bununla beraber sorumluluğu üstlenir ve sahip olduğu kaliteyle sana daha fazlasını verir. İnsanlara istediklerini verirsen lider olursun. Ben hiç korkmadan insanların karşısına çıkarım, istediklerimi söylerim ve o sorumluluğu taşırım. Karar alırım, her şeyi yaparım. Ama her şeyi de o temsil ettiğim insanların menfaatine yaparım. Kendim için değil. Lider, hiçbir zaman kendisini düşünmemelidir. Bencil ve egoist bir insandan lider olmaz. Değerli bir oyuncu olabilir, ismi büyük bir oyuncu olabilir, kaptan olabilir ama gerçek bir lider olamaz.
Liderin, grubu bir araya toplaması lazım. Pozitif olacak. Yaptığı her şeyle pozitif duygu yaratacak. Negatif olamaz, buna hakkı yoktur. En ufak ışıktan en iyi sonucu görecek, herkesi buna inandıracak kişi olmalıdır. Negatif enerjiye sahip bir kişi benimle oturamaz. İstekli, “Olabilir, yapabiliriz” diye düşünen kişiler olmalı çevremde. Bana en başta “Olmaz” diyorsan, o zaman evine git. İlerlemek, geliştirmek için her zaman pozitif düşüneceksin. Hedeflerini en yukarıya koyacaksın. Bu yoksa istediğin kadar sayfalar yaz, uygulamaya geçince başaramazsın. Çünkü herkes aynı kitabı okur ama farkı yaratan pratiktir. Uygulayan kişinin farklı olması gerekir. Şu anda benim yaptığım iş bu. Belki bazıları için bu yaptıklarım basit görünebilir. Ama sıfırdan başladım, yedi yıl çalıştım, şimdi liderim. Kimlerle? Çocuklarla.
Lider sert olmak zorunda mıdır gerçekten? Lucescu da çok iyi bir liderdi ama daha yumuşak karakterliydi?
Lucescu mu sert değildi? Ben liderin niteliğinden bahsediyorum, davranışlarından değil. Davranışlar duruma göre şekillenir. Karşındaki kişinin kim olduğuna göre, sen de sert ya da yumuşak olursun. Ama ses olarak, ton olarak, her an güçlü olacaksın. Lucescu’nun bir sinirlendiğini gör, hele ki gençliğinde… Bana Lucescu’yu anlatma, onun kim olduğunu çok iyi biliyorum! Ben de şu anda 35 yaşındaki gibi değilim. Daha sakin, daha oturmuş, daha olgun bir adamım. Yaşlanırken daha çok düşünmeye başlarsın. O kadar heyecanlı değilsindir. Her şeyi daha iyi idare edersin.
Son soru… Tüm futbolcular son model arabalarla gezerken, sizin Tempra’nız vardı. Neden?
Benim sevdiğim şey ortada: Futbol. Diğer her şey benim için normal. Herkesin bir hobisi var, hedefi var. Bazıları yemekleri sever, bazıları saatleri, arabaları… Benim için ek ve detay işler bunlar, başka herhangi şeyler. Bana göre önemli olan tek şey futbol oynamak, futbol düşünmek. Şu anda olduğu gibi, futbol için çalışmak. Onun dışındaki her şey, ne olursa olsun, benim için fark etmiyor. Futboldan başka bir şey yok.
O yüzden de futboldan kazandığınızı bugün yine futbola yatırdığınızı söyleyebilir miyiz?
Tam olarak bunu söyleyebiliriz. Ben geri ödemeyi bilen birisiyim. Futboldan kazandığım ne varsa futbola veriyorum şu an. Çabam bu. Büyük harflerle şunu manşet atabilirsin: Dünyada resmi olarak iki çocuğu, gayri resmi olarak 250 çocuğu olan benden başka kim var? Kimse yok. Ben var. Nokta. 52 yaşına geldim, benim mal varlığım da bu. Ne saat, ne gömlek, ne araba; benim için fark etmez…
BEŞ YILDIZLI OTEL
Kendi döneminizden birçok oyuncuyla kıyaslandınız. Siz kendinizi nereye koyarsınız?
Bu karşılaştırmalardan hiç kimse kesin bir sonuç elde edemez. Olağanüstü oyunculardan bahsediyoruz. Benzetme yapmak gerekirse, bu bölgede on tane beş yıldızlı otel var. Ama ben sevdiğim otelde kalıyorum. Neden? Çünkü bunu seviyorum, bunu beğeniyorum, bunu benimsiyorum. Hepsi harika oteller. O yüzden hangisinin daha iyi olduğu konusunda ancak sübjektif yargılarda bulunabiliriz.
Sizin için Johan Cruyff’u ayıran ne peki? İlk sayımızda size kahramanınızı sormuştuk, onun ismini vermiştiniz…
O sadece futbolcu değil, futbolu değiştiren biriydi. Futbolculuğu ve teknik direktörlüğünde oyuna getirdiği bütün değişiklikleri yakından gözlemlemiş biri olarak, benim için en önde Cruyff geliyor.
Kaleci olarak…
Hiç kimse Taffarel’le mukayese edilemez. O, dünyada tek. Bir numara. Çünkü Taffarel de kalecilik kavramını değiştirdi. Anormal bir kaleciydi.
“O KART DOĞRU DEĞİLDİ”
Hakan Şükür, UEFA Kupası Finali’nde, normal sürenin son dakikasında kullandığı frikik nedeniyle ona kızdığınızı söylemişti. Bakışlarınızdan da belli oluyordu zaten. Hâlâ kızgın mısınız?
Buna kendisinin cevap vermesi gerekiyor. Niye o attı? Dört yıl birlikte oynadık, ilk defa serbest vuruş kullanmak istedi. Sebebini kendi anlatsın.
Kırmızı kart anında hissettiklerinizi hatırlıyor musunuz?
O an herkes ne hissediyorsa ben de onu hissettim; o kartın doğru olmadığını. Adams’a sarı kart gösterdiğine göre, bana da sarı kart göstermeliydi. Bir takımı eksik bırakması normal bir durum değildi.
“SAVAŞMAYI KABUL ETMEN GEREKİYOR”
Teknik direktörlük döneminizde, Kayserispor maçından sonra bir olay yaşamıştınız. Takım otobüsüne giderken cep telefonunuzu bulamamış ve “Hırsız var” diye bağırmıştınız. O gün neler yaşanmıştı?
Konuşulacak bir şey yok. Ben de nasıl olup bittiğini anlamadım. Kimse bilmiyor ne olup bittiğini. Ne yazık ki bazen bu tür durumlar yaşanabiliyor.
Hakemlere karşı neden agresiftiniz?
Saha içine girdiğinde çok hararetli olursun. Elbette üzülürsün, pişmanlık duyarsın ama insan, hata yapmak demektir. Futbolcu, antrenör ya da hakem; futbol sahasında hata yapmayan yok. Önemli olan ders çıkarmak. Ben yaptığım hatalardan pişmanım.
Hiç kendinizi yere attınız mı?
Bazı maçlarda, sadece bana faul yapmak için oyuna giren oyuncular oluyordu. Başıma neler neler geldiğini, oyunculara ne talimatlar verildiğini sadece ben biliyorum. Neler neler oldu… Ama ben mücadeleyi seven biriyim. Bana faul yapmaya gelen oyuncuyu, ben özellikle bekliyordum. Mücadelenin içine severek giriyordum. Futbol sert bir oyun, savaşmayı kabul etmen gerekiyor. O teması seveceksin, korkmayacaksın. Başka türlü, yüksek seviyede futbol oynayamazsın.
“EMRE MECBUR KALDI”
Emre Belözoğlu iyi bir mirasçı mı? Düşündüğünüz kadar oldu mu?
Türkiye’de tabii ki iyi. Çok yetenekli. Fiziksel olarak kendini çok iyi tuttu. Ama yurt dışı tecrübesinde daha büyük başarılara imza atabilirdi. Daha fazlasına ulaşabilirdi. Süper bir yetenek çünkü.
Ne yapmalıydı?
Onu ben bilemem. Sadece şunu biliyorum; Avrupa’nın her kulübünde direkt oynayacak bir kaliteye sahipti. Potansiyel olarak çok büyüktü. Neden olmadığına kendisinin cevap vermesi gerekiyor.
“Galatasaray’dayken de Fenerbahçeliydim” demişti. Siz bunu biliyor muydunuz?
Ben inanmıyorum buna. Futbol böyle, bunu bütün futbolcular söyler. Bazen çok dürüst değiliz. Her şeyi söylüyoruz ama gerçekleri söylemiyoruz. Çünkü böyle söylenmesi gerekiyor. Ama inanmıyorum. Benim tek bildiğim; yurt dışından döndükten sonra Galatasaray’ın ona davranış biçimini hiç beğenmediği. Galatasaray onun eviydi, onun da evine dönmesi gerekiyordu. Ama Galatasaray onu istemedikten sonra ne yapacaktı, futbolu mu bırakacaktı? Fenerbahçeli olduğunu söylemese kabul etmezlerdi onu. Bana göre mecburen böyle söyledi.
“KALECİLER BENİ SEVMEZ”
30 metreden attığınız bir gol mü size daha çok haz veriyordu, usta işi bir asist mi?
Gerçek bir 10 numara ikisini de çok iyi yapar. Asist yapmayı çok severdim ama gol tabii ki her şeyden güzeldir.
Hasan Şaş’ın Milan maçındaki golünü önceden çalışmış mıydınız?
Hayır, tamamen spontane. Bir anda kafamda oluşan bir düşünceydi. Bu benim cepte sakladığım şeylerden biri. Bunu çalışamazsınız, böyle bir çalışma türü olmaz.
En sevdiğiniz asistiniz hangisi?
1994 Dünya Kupası’ndaki Arjantin maçında Ilie Dimutrescu’ya yaptığım asist. İki kişinin arasından…
En sevdiğiniz gol? Kolombiya mı?
Sadece bir golle kalmam çünkü attığım gollerin yüzde 70’i 18’in dışından. 300’den fazla golden sadece birini seçmek zor. İnternetteki en güzel goller videolarının hepsi birbirinden farklı. Sonra kaleciler Hagi’yi sevmiyor, sevmez tabii…
Gheorghe Hagi’ye bazı eski yol arkadaşlarının da soracak soruları vardı. Yanıtlarına şuradan ulaşabilirsiniz.
Bu röportaj, Socrates’in Mart 2017 tarihli 24. sayısında yayımlanmıştır. Bu sayıya ve tüm sayılarımıza ulaşmak için lütfen tıklayın.