Altınordu Kulübü 2013 yılında bir hayali gerçekleştirmek için ilk adımlarını attığında turnuva listesinde sadece sekiz takım vardı. Avrupa’nın büyük takımları davet almış olmasına rağmen karşılarında ‘kendini kanıtlamış bir turnuva’ görmek istedikleri için katılmayı henüz uygun görmemişlerdi. Ancak geçtiğimiz günlerde sayısız maç izleyerek şahit olduğum organizasyonda altı yıl içerisinde gelinen nokta bambaşka. İlerleyen yıllarda İzmir U-12 Cup için davet göndermek şöyle dursun, artık takımlar bu organizasyona katılmak için sıraya girecek gibi görünüyor.
Bu yıl turnuvaya 13’ü Türk olmak üzere tam 72 takım katıldı. Giriş çıkışlarda kuyruk olan takım otobüsleri, dolup taşan park alanları, yemek kuyrukları, sekiz adet sahada birinden diğerine geçerek devamlı maç yapan çocuklar, onları seyretmek için sekiz futbol sahası arasında mekik dokuyan izleyiciler ve basın mensupları… Altınordu’nun düzenlediği U-12 Cup bunlar ve çok daha fazlasıydı.
İnsan, bu tip organizasyonlarda yakaladığı her ânı, etraftan duyduğu her cümleyi kaydetmek istiyor. Ben de dünyanın dört bir yanından bu turnuvaya gelen insanların hikâyelerine tanık olabilmek için sekiz saha arasında gezip durdum. Bazen izlediğim maçlardan sonra takım antrenörlerini yakalayıp turnuvaya dair sohbet ettim, bazen takımları yemek arasında hep birlikte toplandıkları alanda yakaladım, bazense antrenörler ve minik futbolcular arasındaki ilginç diyalogları not ettim. Ancak yine de en başa, her şeyin başladığı noktaya dönelim…
5 Nisan sabahı İzmir’de uçaktan indiğimde, saat kaçta nereye gideceğimiz önceden planlanmıştı. Önce tüm basın mensuplarıyla birlikte Altınordu’nun Torbalı’daki Metin Oktay yerleşkesinde hep birlikte kahvaltı yapılacak, sonra turnuva maçlarının oynanacağı İsmet Orhun Bilge Tesisleri’ne geçilecekti. Uçağım oldukça erken saatte olduğu için Metin Oktay yerleşkesine ilk ulaşan birkaç kişi arasındaydım.
Bu iyi haberdi zira kahvaltı saatine kadar tesisleri gezmek için bolca vakit vardı. Böylece; başkan Mehmet Seyit Özkan’ın bu tesisler için neden ‘hayatımın projesi’ diye bahsettiğini de daha iyi anlayacaktım. Metin Oktay tesisleri 14 ile 19 yaşları arasında, futbolculuğu öğrenmek isteyen Altınordu gençlerinin 24 saatini geçirdiği yer. Burada kendi yetiştirdikleri kümes hayvanlarının yumurtalarını toplayıp, kendi meyve sebzelerini kendileri yetiştiriyorlar ve hayatlarını doğayla tamamen iç içe sürdürüyorlar. Elbette boş vakitler için basketbol sahası ve oyun alanları da mevcut. Başkan Özkan, kahvaltı sırasında bizleri antrenmandan dönen U-19 takım oyuncularıyla tanıştırdı. Herkesin ilk dikkatini çeken isim Polat Abay’dı. Çünkü yaşıtlarından büyük oyuncularla birlikte oynuyordu ve buna rağmen hem Altınordu’nun hem de milli takımın değişilmez oyuncularındandı. Genç yaştaki futbolcuların topluluğa seslenme becerileri, kelime seçimleri ve konuşmalarındaki akıcılık ise takdir edilesi derecede iyiydi. Altınordu Futbol Kulübü Yöneticisi Ali Ergöçmez’den aldığım bilgiye göre futbolcuların hepsi, küçük yaşlarda Altınordu tesislerinde bu tip medya dersleri almaya başlıyorlarmış.
Kahvaltıdan sonraki durağımız, geri kalan iki buçuk günümüzün geçeceği, binlerce insanın maç izleyip yemek yiyeceği, yüzlerce genç futbolcunun top koşturacağı ve hep birlikte sayısız hikâyeye tanık olacağımız yer: İsmet Orhun Bilge Tesisleri. Burada, çoğunluğu çim olmak üzere tam 8 futbol sahası var ve turnuva süresince her an hepsinde maç oynanıyor.
Leicester City’nin U-12 antrenörünün yanı sıra tüm Leicester Akademisi’nin başında bulunan Ian Cawley’nin de takımla birlikte orada olduğunu duyduğumda birkaç maç mavi beyazlıları takip ettim ve koçu yakalamaya çalıştım. Turnuvaya ait akredite kartla saha kenarında, Ian Cawley’nin hemen yanında izlediğim Leicester City-Altınordu maçı sonrasında nihayet kendisiyle sohbet etme fırsatı buldum. Bu turnuvayı, Avrupa’da katıldıkları diğer turnuvalar arasında hangi noktaya koyduklarını gerçekten merak ediyordum. Cawley, merakımı şu sözlerle giderdi: ‘‘İzmir U-12 Cup’ı farklı kılan en temel özellik büyüklüğü ve takımların kalitesi. Burada yer almak gerçekten çok kıymetli. Bu, bizim katıldığımız en büyük turnuva.’’ Yine aynı gün konuşma fırsatı bulduğum ve sorularıma bir arkadaş yakınlığıyla yanıt veren PSV Eindhoven’ın 29 yaşındaki genç antrenörü Martin de Laat ise turnuvadan şu sözlerle bahsetti: ‘‘Bu turnuvada tam 72 takım var ve bunların pek çoğu çok yüksek seviyede takımlar. Böyle bir ortamda her şeyin aksatmadan yapılabilmesi çok ama çok değerli.’’ Martin de Laat’ın turnuvaya dair en beğendiği konulardan biri de maçların büyük çoğunluğunun çim sahalarda oynanıyor olması.
İzmir U-12 Cup, bir sahada Ajax-Anderlecht maçını izlerken, istediğiniz zaman hemen yan tarafta oynanan Milan-Southampton maçına geçebildiğiniz, size devamlı olarak maç deneyimi sunan bir turnuva. Hâl böyle olunca birçok farklı ekolden takımı da vakit kaybetmeden izleme şansı elde etmek mümkün oluyor. İnsanların maç izlerken en fazla dikkat kesildiği noktalardan biri takımların oyun anlayışlarıydı. Seyircilerin ve basın mensuplarının arasında ”Ajax nasıl oynuyor?”, ya da ”İngilizler oyunu geriden mi kuruyor?” gibi konuşmaları sıkça duymak mümkündü. Yaşları çok küçük olmasına ve gelecekte futbolcu olup olmayacakları henüz belli olmasa dahi miniklerin oynadığı futboldan ekollerine dair birkaç şey görebilmek mümkündü. Mesela Manchester City, Leicester City gibi ada takımlarında top hiçbir zaman uzun toplarla oyuna sokulmuyordu. Bu görevi daima savunma oyuncuları üstleniyordu. Minikler bazen unutsa bile, antrenörler hemen kenardan uyarıp, kalecilerden topu savunma oyuncularına vermelerini istiyordu. Sonrasında ise topu hemen forvet oyuncusuyla buluşturmak yerine, bize sıkı bir pas trafiği izletiyorlardı. Hatta bunu Cawley’ye sorduğumda durumu şöyle açıklamıştı: “Diğer takımlar için konuşamam ama evet bizim çok net bir oyun felsefemiz var. Oyunu kaleciden başlatarak savunma oyuncuları dahil çocuklardan devamlı olarak paslaşmalarını istiyoruz. Fakat çocuklar saha içinde bazen yerden oynayarak değil de topu ilerideki uzun oyuncuya göndererek gol bulabiliyorsa, bence bunda hiçbir sorun yok.”
Bir başka ekol, Hollanda takımlarında ise durum biraz daha farklı şekilde göze çarpıyordu. Örneğin 2018’in şampiyonu AZ Alkmaar ya da 2019 finalisti PSV Eindhoven gibi takımlar pas yapmayı çok tercih etmeyip daha direkt futbol oynamanın peşindeydi. PSV koçu Martin de Laat ise kendileriyle ilgili bu görüşelere çok da katılmıyordu: ”Biz futbol oynamak istiyoruz. Çocuklara da ilk önce burada oynamaktan keyif almalarını söylüyoruz. Yerden paslaşmalarını ve devamlı pas oyunu oynamalarını öğütlüyoruz. Fakat doğrusunu söylemek gerekirse sahalar biraz ufak ve çocuklar bazen yeterli boş alanları bulamayabiliyorlar. Bu tip durumlarda da işin biraz daha kolayına kaçıp fırsatçı davranıyorlar ve uzun top oynuyorlar.”
Bana göre turnuvanın en eğlenceli takımlarından bir tanesi Belçika’nın KRC Genk takımıydı. Antrenörleri Prince Musombo gerek gollere verdiği tepkilerle gerek oyuncularıyla şakalaşmalarıyla turnuvanın renkli yüzlerinden biriydi. Elbette Prince Musombo ile sohbet etmeden İstanbul’a dönmek istemedim ve kendisini, takımıyla gün içerisinde kamp yaptıkları alanda yakalayıp birkaç soru sordum. İlk sorum takımının turnuvadaki durumuyla ilgiliydi ve koç şöyle yanıtladı: “Takımın durumu gayet iyi. Kötü sonuçlar aldığımızı düşünmüyorum, küçük bir farkla Leicester City’nin altında kalarak gruptan çıkamadık.” Ve bence turnuvaya dair en gerçekçi yorum da yine Prince Musombo’dan geldi: “Şu ana kadar büyük takımların pek çoğu elendi. Ajax, Chelsea, Benfica… Bunlar çok iyi futbol oynayan takımlar fakat hepsi erken elendiler. Daha küçük takımlarsa çok maç kazanarak grup aşamasını yukarıda bitirdiler.” Nedenini sorduğumda aldığım yanıt ise şöyleydi: “Bilmiyorum. Belki de bu tip turnuvalarda iyi futbol oynamak en önemli faktör değildir. Mental olarak hazır olmak ve maçı kazanmaya karar vermek daha önemlidir. O yüzden bu turnuva için oyun içerisinde nasıl oynadığınız her zaman çok önemli olmuyor. Eğer sert oynuyorsanız, fiziksel olarak iyi durumdaysanız işler iyi gider. İyi bir kaleciniz, iyi bir golcünüz varsa turnuvayı kazanabilirsiniz.” Koça son olarak turnuvada izlediği en iyi takımı sordum. Tabii ki tam tahmin ettiğim gibi ilk önce esprili bir şekilde ‘‘İzlediğim en iyi takım Genk” cevabını aldım. Sonrasında ise “Valencia ve Leicester City izlediğim en iyi takımlar” yanıtı geldi.
Tıpkı Genk antrenörü Prince Musombo’nun da dediği gibi finale doğru giderken oralarda olması beklenen pek çok takım ya gruptan çıkamadı ya da erkenden elendi. Öyle ki yarı finaldeki takımlar Parma, Manchester City, PSV Eindhoven ve Olimpija Ljubljana’ydı. Sloven ekibi, ilk önce güçlü Balkan takımı Kızılyıldız’ı ardından da turnuvanın iyilerinden Leicester City’yi yenmişlerdi.
Final maçı gelip çattığında tesislerin çim sahalarından biri özenle hazırlanmış ve seremoni için gerekli düzenlemeler yapılmıştı. Finalistler PSV Eindhoven ve Manchester City idi. 15’er dakikalık iki devre şeklinde oynanan final karşılaşmasında gol çıkmadı. Bunda elbette iki takımın miniklerinin de şampiyonluğu kaybetmemek için risk almak istememelerinin de büyük payı vardı. Penaltı atışları sonrası kazanan taraf Manchester City olurken, iki penaltı kurtaran ve bir kez de penaltıyı gole çeviren kaleci Oliver Jackson hem turnuvanın hem de final maçının kahramanlarından bir tanesiydi. Mavi-Beyazlı miniklerin kutlama görüntüleri de görülmeye değerdi.
Göz Dolduran İsimler
Oliver Jackson
Manchester City’nin bir numarası Oliver Jackson, turnuva öncesinde ‘takip edilmesi gerekenler’ başlığının altına yazılan isimlerden bir tanesiydi. Nitekim turnuvadaki performansıyla da bu payeyi hakettiğini gösterdi. Grup mücadeleleri içerisindeki kritik kurtarışları bir kenara, penaltı atışlarına kalan final mücadelesinde hem iki penaltıyı çıkarmayı başardı hem de atış sırası kendisine geldiğinde gole çevirmeyi ihmal etmedi. Hal böyle olunca kazanılan kupadan sonra tebriklerin pek çoğu da ona geldi.
Leo Umeh
Chelsea’nin 10 numarası… Leo’dan turnuva boyunca ”Chelsea’nin 10 numarasını kesin izleyin” cümleleriyle bahsedildi ve Whatsapp gruplarında sıklıkla önerilen isimdi. Aynı zamanda pek çok sohbetin de ana konusuydu. Tekniği ve bileklerine hakimiyetiyle orta sahada göz dolduran Umeh, yaptığı asistlerle dikkatleri daha fazla üzerine çekti.
Christian Piro
Parma takımı her ne kadar gruptan çıkması muhtemel takımlar arasında yer alsa da ismini yarı finale kadar çıkmaları pek çok insan tarafından sürpriz olarak karşılanmıştı. Sarı-Lacivertliler’in santrforu Christian Pino ise hem takımın maskot ismi hem de yarı final yolundaki gol yükünü çeken isim olarak ön plana çıkıyordu. Zaten turnuva bitiminde Piro gol kralı ödülünün de sahibiydi.