Karşı virajdan 20 saniye önce başlayan yarış boyunca zaten ayaktaydım, Ramil Guliyev çizgiyi geçtiği gibi bağırdım: ‘İki!! İkinci oldu!’
Önümde tweetdeck açık. ‘Bir gümüş de Ramil’den!’ yazmaya kalmadan yanımdaki Murat Ağca kükredi: “Şampiyon!! Şampiyon oldu Şevket!”
Ramil Guliyev’in tarihi dünya şampiyonluğuna tanık olduğumuz an, tam bir karmaşaydı. Tam bir ‘ne yapacağımızı bilememe’ durumu. Atletizmi spor bile saymayan, yaşamın kendisinden ibaret gören ben, en büyük eğlencem olan bu uğraşıda büyük ihtimalle hayatım boyunca görüp görebileceğim en unutulmaz başarıya tanıklık etmiştim. Hem de bunu, yıllardır yakından izleyip desteklediğimiz, iş ahlâkına ve çalışkanlığına kefil olduğumuz, yaşadığımız toprakların en beyefendi figürlerinden biri başarmıştı: Bizim Ramil.
On gün önceye gidelim. Londra’ya geldiğimizin ertesi günü Ramil ve koçu Oleg (Mukhin) ile Newham Leisure Center’daki antrenmana gittik. Jamaika takımı da oradaydı o gün. Bir Omar McLeod geçiyor ‘vın’ diye, bir Elaine Thompson… Ramil alıştırmalarına başlamıştı ki, yanımıza kısa joglar atan Isaac Makwala belirdi. Oleg bana döndü. “Tehlike” dedi; “Tehlike bu adam. Wayde yorulur. Makwala, iyi.” Başımla onayladım.
Ramil, kendisine güzel bir handycam almış, videolarını çekiyor. “Isınırken beni çeksene” dedi bana, ben de el attım… Tüm yarışlarını ve çalışmalarından kesitleri kaydediyormuş. Sonra onları bizzat kendisi kurgulayıp Youtube’a (Rusça versiyonuna) atıyormuş. Bunları anlattıktan sonra “Çok güzel mesajlar oluyor abi, insanlar seviyor böyle şeyleri. Neler yaptığımı, nasıl çalıştığımı da görüyorlar” dedi… Ne dersiniz, tipik bir Türk davranışı sayılmaz. Öyle değil mi?
***
Hem Guliyev için hem de son şampiyonalarda sürekli aynı odada kaldığı Yasmani Copello için sportif karakterlerini en iyi tanımlayan sıfat “ahlâk”. Her ikisi de yaptıkları işin hakkını tam anlamıyla veriyorlar ve dış etkenlerin kafalarını dağıtmasına izin vermiyorlar. Yani, birkaç ‘yarış’ kazanıp gökyüzünde gezinenlerin kendilerine model alması gereken iki karakter.
Yarışın ertesi sabahı Türkiye’den ve Azerbaycan’dan aramalar da dahil on röportaj vardı programda. Onlarca kez benzer sorulara maruz kaldı Ramil, ama hepsini tek tek cevaplandırdı. Spor medyasının yerlerde süründüğü ülkede, kazanılan şampiyonluğun hangi disiplinde olduğunu dahi bilmeyenlerin (200’dü di mi hocam soruları!) ‘iş yapmış olmak’ için sıraya dizildiği bir sorular deryasında olduğunuzu düşünün. Sadece bir anda başınıza üşüşenleri şöyle bir düşünün, üzerine tek kelime yazmayayım.
Big Ben fotosu çekmek için Westminster’a gitmek üzere metroya bindik. Yarışın ertesi sabahında yolda giderken daha fazla tanıyan olur diye düşünüyordum; ama sanıyorum direkt tanıyanlar 8-10 kişiydi. Orta yaşlı taksi şöförü, “Hey, bu dün gece 200’ü kazanan atlet değil mi?” diye geldi. Maradona kılıklı yarım deli bir Japon, “Guliyev’le bir fotoğraf çekineceğim. O çok iyi” diye tepindi. Çekingen bir çocuk, babasını zorlayıp Ramil’in yanına sokuldu.
Ramil Guliyev, espri yapmayı bilen, neşeli ve nazik bir şampiyon. İletişim portföyü geniş; ana dili Rusça sayesinde geniş bir coğrafyayla konuşabildiği gibi, çok iyi bir Türkçesi ve iyi bir İngilizcesi de var. Bu özelliklerinin yanında kolayca kaynaşabilen bir yapıya sahip olması ve pozitif enerjisi, onu bambaşka bir yere koyuyor. Spor yıldızlarının ukalalıklarının bıkkınlık verdiği şu zamanlarda, Guliyev’i bu açıdan da takdir etmek gerekiyor.
İşte bu yüzden, Ramil Guliyev altın madalyayı boynuna geçirdiği Londra 2017’nin her köşe başındaki reklam tabelalarında dönen sloganına -tıpkı basın toplantısındaki ağırbaşlılığıyla hayran bırakan 400’ün rekortmeni ve 200’ün ikincisi Wayde Van Niekerk gibi– cuk oturuyor: See The Best. Be The Next. (En iyileri gör, bir sonraki sen ol.)
Şu tabelayı gönül rahatlığıyla burada çakıp, bitireyim: Örnek göstermek için Ramil’den daha iyisi olamaz.