Atletico Madrid, İspanya’nın en büyük kulüplerinden biri. Gelenekse gelenek, başarıysa başarı, tarihse tarih, taraftarsa taraftar… Büyük takım refleksine uygun olarak yıllarca zirveyi hedeflediler ve bu hedeflere ulaşmak için çoğunlukla hücum futbolunu tercih ettiler. Küme düşüp seneler kaybetmesine neden olan sezonda bile Jimmy Floyd Hasselbaink, Jose Mari, Kiko gibi hücum oyuncularına sahiplerdi. Fakat geri döndüklerine dünya da futbol değişmişti. Buna ayak uydurmak zorunda kaldılar. Artık Atletico Madrid, Diego Simeone yönetiminde savunma futbolunun dünyadaki en önemli temsilcisi olarak görülüyor.
Savunma futbolu oynatmak kolay iş değil. Takımın her parçasını beraber hareket ettirmek gerekiyor. Öte yandan oyunculara sistemi aktarmanız gerekir. Çünkü, futbolcular ne olursa olsun topa dokunmayı severler ve bir sezon boyunca toptan uzak kalacaklarını söylemek onları memnun etmeyebilir. Bu da teknik direktörün futbol bilgisinin yanında, aktarım yeteneğini de öne çıkarır. Oyuncu grubunu hedefe ve sisteme inandırmak lazım. Oyuncu grubunun oynayacağı sistemi sevmesini sağlamak önemli bir aşamadır. Fakat eğer büyük bir kulüpte görev yapıyorsanız, daha önemli bir şey daha var: Tribünden gelecek uğultulara hazır olup, tarihi başarılarla dolu takımlarını destekleyen taraftarları bu oyuna ikna etmek…
Akdeniz kültürünü yaşatan bir ülkede Simeone’nin en büyük başarısı belki de buydu. Tribünler savunma futbolundan artık rahatsız değiller. Sistemi özümsediler. Atletico Madrid maçlarını izlerken, taraftarların kritik maçlarda oyunu nasıl yönlendirdiği ve sisteme destek olduğunu görebilmek mümkün oluyor. Bu kısım burada kalsın ve Euro 2016’ya geçelim.
Euro 2016 son dönemde sık sık tekrar edilen bir teorinin elini güçlendirdi. Dönemin oyunu, beraber hareket edenleri ödüllendiriyor. Savunma takımları da beraber hareket etmenin en kolay yolu aslında. Kaybetmemek, kazanmanın en kolay yolu.
Portekiz buna tam doğru bir örnek olmasa da aldığı sonuçlar itibariyle; yenilmeden sadece bir galibiyet alarak kupaya uzanabildi. İzlanda savunmasıyla sürpriz yaptı. Galler kötü savunmasına rağmen geride bekleyerek yarı finale kadar çıkmayı başardı. Bu işin piri sayılan İtalya, en renksiz kadrosuna savunma sayesinde heyecan katmış oldu. Bazıları turnuvanın tamamında bazıları bir maçın belirli bölümünde olsa da, her takım bir şekilde savunma meziyetlerini gösterdi. Slovakya’dan Romanya’ya hepsi bu uğurda bir şeyler denedi ve sonuç aldı. Bunu belki de beceremeyen tek takım ise Türkiye oldu!
Bu savunma felsefesinin son dönemde dünya futbola yerleşmesinin nedeni de Barcelona ve İspanya’ydı. Bu kusursuz oyunu durdurmak için, bloklar arasını kısa tutmak ve kaymaları senkronize bir şekilde yapmak gerekiyordu. Güçlü bir ezberle bunu 90 dakikaya yayanlar başarılı oldu. Misal; 2010 Inter ve son dönem Atletico Madrid… Fakat Türkiye bunu ne bu turnuvada ne de daha önceki yıllarda becerebildi. Hatta çoğu zaman aklından bile geçirmedi.
Türkiye’nin Hırvatistan ile oynadığı ilk maç; İspanya karşılaşması için umutsuz yorumların ortaya çıkmasına neden olmuştu. Kötü ve formsuz futbol bir anda bile değişebilir, fakat daha temel bir problem varsa onu uygulamak zaman alır. Türkiye ve kadrosundaki oyuncular uzun yıllardır savunma futbolu oynamayı veya kendi yarı sahasında beraber hareket etmeyi veya topsuz oynamayı denemiş isimler değildi. Hatta bunu takımlarına yerleştirmek isteyen yabancı teknik adamlar, “fazla taktik çalıştırdıkları” nedeniyle oyuncu grubunun duvarlarıyla karşılaştılar. Burak Yılmaz’ın 2015 şampiyonluğundan sonra yaptığı açıklama bize iyi bir referans verebilir:
“Prandelli iyi bir insandı, iyi bir hocaydı. Ama çok açık söylemek gerekirse, İtalyanların tarzı ile bizim tarzımız hiçbir zaman tutmadı. Tutmaz da. İtalyanlar daha çok taktik ve defans ağırlıklı bir yapıya sahipler. Galatasaray gibi bir takımda defans yapmak, defansif oynayıp taktik açıdan sahaya çıkmak ne bizleri, ne taraftarı, ne de camiayı mutlu ederdi.”
Burak belki de dünya futboluyla aynı düşünmüyor ve hocasını ona göre yönlendirmeye çalışmış olabilir ama haklı olduğu bir nokta var. Savunma futbolu İstanbul’da ne taraftarları ne de camiaları mutlu eder. Böylece Avrupa futbolunun zirve ayında, karşınıza İspanya çıktığında bocalıyorsunuz.
Milli takımlar aslında sonuç alınan değil karnenin verildiği yerdir. Orada gördüğünüz, ülke futbolunun aynasıdır. Ülke futbolundaki unsurlardan bağımsız düşünülemez. Kimsenin kendisini ayırmasına gerek yok. Buna taraftar da, kadroya giremeyen futbolcu da, kulüpler de dahildir. Bu konuda da milli takımdan çıkıp, kulüp takımlarına hatta saha dışına bakmak gerekir.
Fatih Terim, İspanya maçından önceki basın toplantısında “Farz edelim ki yaslanmak istemiyorsunuz. İspanya sizi yaslamaz mı? Yaslar. Bu gerçeği kabul ederek hareket etmek lazım” demişti. Doğru bir tespitti. Her ne kadar stoperde oynayan orta saha oyuncusu Mehmet Topal’ın sıkıntıları o maçta göze çarpsa ve bunlar Terim’in tercihlerine yazılsa da, takım kimliği bir ülke sorunu olarak karşımızda. Savunma yapmayı bilmeyen, daha önce hiç yapmayan, sonuç almayı başka bir yoldan denemeyen, denediği zaman tepki gösteren futbolcular ve sahada takımını “yaslanırken” görünce memnun olmayan taraftarlar da çıkan sonucu hazırlayan etkenlerdendi.
İspanya maçı sadece bir örnek. Saha içindeki sorun için Türk futbolunun lokomotifleri üç büyüklere bakmak lazım. Ne de olsa milli takımın oyuncu havuzu oradan besleniyor. İstanbul takımlarının savunma futboluna duyduğu aşırı tepki de milli takımı zaman zaman etkiliyor.
Problemin asıl kaynağını, yani ülke olarak savunma sistemine gösterilen tepkinin nedenini bulmak zor. Belki toplumsal analize girmek yardımcı olabilir. Her zaman güçlü olmak, güç göstermek, baskı kurmak isteyen bir toplumun tuttuğu takımlardan bahsediyoruz. 70 milyonluk ülkede en ez 50 milyonun desteklediği takımlar… Yani insanların kazanmak için kendi yakınlarındaki takımları bile görmezden geldiği bir futbol ortamı. Güçlü olanı seçenler, seçtiklerinin beklemesine tahammül edemeyebilir. Bunların hepsi domino taşı etkisi yaratıyor ve sonunda Slovakya ve Romanya’nın bile savunma futbolcuyla sonuç aldığı ama Türkiye’nin son 16’ya kalamadığı bir turnuva ortaya çıkıyor.
Savunma futbolu genel olarak hücumdan daha kolaydır. Yetenekli oyunculara çok fazla ihtiyacınız yoktur. Zaten çok fazla yetenekli oyuncunuz olmadığı için bu yola başvurursunuz. Pasa dayalı futbolu kimliği haline getiren Aykut Kocaman’ın Konyaspor’daki dönüşümü gibi… Takımın boyunu kısaltmanız önemli bir adımdır. Konsantrasyon ve atletik yetenekler size yardımcı olur.
Bazen Türkiye gibi ülkeler; çok yetenekli kuşaklara sahip olmayabilir. O dönemlerde ortaya çıkan kısıtlı kadroyla savunmaya yönelmek başarı için işe yarayabilir. Fakat bunun için savunma futbolu (yani topsuz oyunu bilen ve takımıyla beraber hareket eden) oynamayı öğrenen futbolculara ve savunma futbolunu gördüğü zaman ıslıklamayan, burun kıvırmayan bir taraftar kitlesine ihtiyaç var.
Geçen sezonki Türkiye Kupası’nın finalinde Fenerbahçe karşısında savunmaya çekilen Jan Olde Riekerink, kupayı kazanmasına rağmen hâlâ eleştiriliyor. Son dönemin ruh olarak en dibe vurmuş Galatasaray’ı, sezonun son maçında ezeli rakibini yenerek kupa alabildi. Hatta rakibine 1-2 pozisyon dışında fırsat da vermedi. Fakat oynanan futbol çoğu Galatasaray taraftarını tatmin etmedi. Çünkü camianın geleneklerine yakışmamıştı!
Türkiye’de bazen bir musibet, bin nasihatten daha etkili oluyor. Lionel Messi’nin sırtladığı Barcelona’nın veya son dönemin en dominant hücum takımı Bayern Münih’in Avrupa kupalarında Türk takımları ile karşılaşmamış olması bu musibeti görmeyi de engelledi. İkisi kadar güçlü ama ikisi kadar hücumcu olmayan Carlo Ancelotti’nin Real Madrid’inin TT Arena’da 6 gol atması bile, oyun kurgusu anlamında çok büyük tartışmalar yaratmamıştı. İstanbul takımlarının burunlarından kıl aldırmayan yapısı; sadece saha dışındaki sistemsizliğe değil, saha içindeki tek yönlülüğe de yol açıyor. Ve bu ülke futbolunun her kademesine sirayet ediyor.