— Hey Turco, buraya gel!
— Sizi dinliyorum Maestro.
— Ülkende mi antrenörlük yapmak istiyorsun?
— Evet bayım.
— Oyuncularını kariyerinle ezebilecek misin?
— Gerekirse öldüreceğim.
— O zaman düdüğünü al ve antrenörlük yapmaya başla.
İtalyan futbolunun önemli isimlerinden Giovanni Ferrari ve antrenör adayı Bülent Eken arasında 1950’lerin başında geçmişti bu konuşma. Birkaç yıl sonra resmî olarak hizmet vermeye başlayacak Coverciano’daki antrenörlük kursunun ‘başöğretmeni’ Ferrari, oyuncuları üzerinden baskı kuracak, geçmişi ihtişamlı, sert antrenörler görmek istiyordu. Ona göre savaş sonrası dibe vuran İtalyan futbolunun reçetesindeki ilk ilaç buydu. Öyle de oldu. İtalya, 1960’lardan itibaren Avrupa futbolunun zirvesine kurulurken, ‘despot’ hocalar da liderleri olduğu takımların başında kariyer anlarını yaşıyorlardı…
Bir takas, farklı bir kariyer
Giovanni Trapattoni, futbolculuk dönemini bu felsefenin en önemli isimlerinden Nereo Rocco’nun yönetiminde geçirdi çoğunlukla. Zirveye her çıktığında, sırtında Milan forması, kulübede ise fötr şapkası ve koca göbeğiyle Rocco vardı. Antrenörlük yapma kararı verdiğinde de rol modeli tabii ki Rocco olacaktı. Öyle ki yıllar sonra yazacağı biyografide sık sık onun ismine ve ondan öğrendiklerine yer verecekti. Rocco, iyi bir öğrenci yetiştirmişti. Futbolcu iken sert, hırslı ve rakibin en önemli oyuncusunu maç boyu takip eden bir markajcı olan Trap, antrenörlüğünde de detaylara önem veren bir ‘deli-dahi’ olarak 1980’lere yön veren en büyük İtalyan antrenör olacaktı. Fakat bu sefer hizmet verdiği renkler farklıydı.
1976 yılında Başkan Giampiero Boniperti ile Agnelli Ailesi’nin teklifini kabul etmiş ve Juventus’un başına geçmişti. İlerleyen yıllarda da sık sık kendini belli edecek futbol anlayışını, geldiği gibi oturtmaya kararlıydı. Marco Tardelli gibi genç bir dinamosu ve Giuseppe Furino gibi de tecrübeli bir ‘kazması’ vardı. Onları tamamlayan bir sert adama daha ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Milan’ın orta sahasında yer alan, sadece o dönemin değil İtalyan futbol tarihinin en büyük gaddarlarından Romeo Benetti’yi gözünde kestirmişti. Kulüpler anlaşma sağlamıştı. Bir takas gerçekleşecekti. Benetti, Juventus’a imzayı atarken, Milan’a geçen Juventus’lu Milanello’da uzun yıllar hizmet verecek bir ikona dönüşecekti: ‘Don’ Fabio Capello.
Zorbalar ve Liedholm
Fabio Capello, 1970’li yılların İtalya futbolunda önemli orta saha oyuncularından biriydi. 1960’ların başında SPAL’de başladığı kariyerinde Roma ile basamak atlamıştı. Capello’yu SPAL’e transfer eden isim, Ferrari ile birlikte 1962 Dünya Kupası’nda İtalya’nın başında olan, dönemin SPAL Başkanı Paolo Mazza idi. Gazeteci Gianni Brera’nın ‘Büyücü’ lakabını taktığı Mazza ile ‘klasik antrenör’ kalıbıyla tanışan Capello, başkentte de -her ne kadar İtalya’da yetişmese de- dönemin en despot antrenörlerinden Helenio Herrera ile çalışacaktı. Bu, kariyerinin ilk ciddi öğretilerinden biriydi. Oyuncularını devamlı zorlayan, kahvaltıda hatta özel yaşamlarında bile rahat vermeden kafalarına girmeye çalışan, birçoklarına göre yasaklı madde kullanmalarını isteyen Herrera, başarıları nedeniyle yöntemleri sorgulanmayan bir antrenördü. Genç Capello, birçok İtalyan gibi antrenörlüğün doğrularının onda olduğunu düşünüyordu.
1970’te Juventus’a geçtiğinde yine Herrera ekolünden gelen, onun Inter’inin en önemli parçası Armando Picchi takımın başındaydı. Stil aynıydı ama Picchi’nin erken vefatı ile kısa sürdü. Sonrasında göreve gelen, İtalyan futbolunun önemli yabancılarından Cestmir Vycpalek ise 1950’lerde -Bülent Eken ile aynı dönemde- Ferrari’nin öğrencisiydi ve antrenörlük kursunda öğrendiği ilk şey, futbolcuların saygısını kazanmaktı. Capello’nun milli takım seviyesine çıkması da Çekoslovak antrenör ile olacaktı. 1973’te milli takım formasıyla İngiltere’ye attığı gol, Wembley’deki ilk galibiyeti getirmiş, 1974 Dünya Kupası’ndan takımın ilk 11’inin demirbaşı olmuştu. Teknik bir oyuncu değildi ama hırsı ve rakibi zorlayan oyunu, onu 8 numaralı formanın her zaman bir numaralı adayı yapmıştı . Fakat dizindeki sakatlık devamlılığı zorlaştırıyordu. Neticede Juventus onu gözden çıkardı ve Milan’a imza attı.
https://www.youtube.com/watch?v=bqv5eAY-VDk
Milan’daki ilk senesi pek iyi gitmedi ama ikinci sezonunda takımın başına gelen Nils Liedholm ile kariyerine farklı bir bakış açısı katacaktı. İsveçli antrenörün teknik kapasiteyi geliştirmek üzerine yaptığı idmanlar ve oyuncularını antrenmanlar dışında serbest bırakan düşünce yapısı, 1978-1979 sezonunda şampiyonluğu getiriyordu. Fakat orta saha oyuncusunun sakatlığı 1980 yılında futbolu bırakmasına neden oldu. Yeni kariyer planı çoktan hazırdı…
Yetiştiricilikten şampiyonluğa
Milan, 1980’lere Serie B’de girmişti ve takım devamlı yeni yapılanmalara giriyordu. Tarihler 1982’yi gösterirken Genç Takım’ın başına Fabio Capello getirildi. Yıllar sonra verdiği bir röportajda o günleri, bitki yetiştirmeye benzetecek ve gençlerin gelişimini izlemekten büyük bir keyif aldığını söyleyecekti. Alessandro Costacurta ve Paolo Maldini gibi geleceğe damga vuracak gençler, onun tedrisatından geçiyordu. 1984’te ‘Alan Savunması’ başlıklı tezle Coverciano’dan mezun olan Capello, artık üst seviyeye çıkabilirdi.
1987’de üç yıl önce tekrar takımın başına geçen Nils Liedholm’un ekibine dahil olarak A Takım’a yükselen Fabio, Liedholm’un görevi bırakmasıyla son altı maçta Milan’ın başına geçti. İleride yapacaklarına dair ilk sinyali, henüz ilk maçında verecekti. Torino karşısında 63. dakikada oyuna soktuğu milli forvet Giuseppe Galderisi’yi, 14 dakika sonra oyundan almıştı… Capello, altı maçta sadece iki galibiyet alabilmişti. Milan, yeni sezona Arrigo Sacchi ile girerken, Capello da eski rütbesi ile kenara çekiliyordu…
Milan, Sacchi ile tekrar Avrupa’nın zirvesine çıkmıştı ama 1991’de patlak veren Marco van Basten-Sacchi gerginliği sonunda Berlusconi, seçimini Hollandalıdan yana kullandı ve takımın yeni antrenörü Capello oldu. Sezonu namağlup şampiyon kapadılar. Takip eden iki sezonda da ipi en önde göğüsleyen takım oldular. Sacchi’ye göre defans güvenliğini daha ön plana çıkaran Capello’nun “Önce savunma” mottosuyla oluşturduğu yapının ‘simge’ sezonu, 1993-1994 idi. 36 gol atan Milan, sadece 15 gol yemişti.
Esas ‘devrim’ ise antrenmanlarda gerçekleşiyordu. Lakabı ‘Don’ da bu baskıcı rejimden gelmekteydi. Sisteme, disipline delicesine bağlıydı ve ona göre bütün bunların temellerinin atıldığı yer de antrenman sahasıydı. En az Herrera kadar katıydı. Roberto Donadoni, onun için “Çok iyi bir gardiyan olabilirdi” diyordu. Marco van Basten’in sakatlığı nedeniyle futbolu bırakmasıyla golcü açığını kapatmak için transfer edilen Jean-Pierre Papin de “Capello’nun sistemi izleyenlere sıkıcı görünebilir, bir de oynayanları düşünün; daha da sıkıcı” sözleriyle, üzerlerindeki ‘Capello baskısını’ anlatıyordu. Marcel Desailly ise olaya faklı bir açıdan yaklaşmış ve otobiyografisinde antrenmanlar dışında sınırsız özgürlük tanındığını anlatırken, şunları söylemişti: “Ona göre oyuncular olgun insanlardı ve onlara babalık taslamak gereksizdi.”
Bir nevi Herrera-Liedholm sentezi model ile antrenörlük işini yürüten Capello, sahada da dünya futbolunu değiştirecek hamleler yapmaktan geri kalmıyordu. Kendisinden habersiz transfer edilen Marcel Desailly’nin hangi pozisyonda oynaması gerektiğini ancak onu Milanello’da gördükten sonra düşünmeye başlayabilmişti. Fakat sonuç muazzam olacaktı. Fransız savunma oyuncusunu, Tasotti-Baresi-Costacurta-Maldini dörtlüsünün önüne monte etmişti. Desailly’den ‘yeni’ Frank Rijkard yaratmak yerine, ona bambaşka bir pozisyon yaratmıştı. Görev basitti; ceza sahalarının önünde topu kesmek ve ‘Büyücü’ Dejan Savicevic’e olabildiğince hızlı ulaştırmak… Desailly, bu sistemle Avrupa’nın en gözde oyuncularından birine dönüşecekti. Dahası Avrupa futbolu uzun yıllar bu tipte oyuncuların kilit rol oynadığı takımlara sahne olacaktı. Desailly bir anda ‘Capello’nun adamına’ dönüşmüştü. Forma numarası bile Capello’dan bir parça taşıyordu: 8. Fransız yıldız, Kaptan adlı otobiyografisinde Capello ile ilişkisinin sırrını, şöyle anlatacaktı:
“Benim üzerimde bir guru gibi etkiliydi. Bir bakışı hatta kulübedeki varlığı bile beni daha çok çalışmaya teşvik ediyordu. Bu güven ilişkisinin altında yatan neden, belki de bende kendisini bulmasıydı. Capello, futbolculuğunda bir top cambazının tekniğine sahip olmadığının farkında olan, delişmen bir orta saha oyuncusuymuş. Zaten bu antrenmanlarda da ortaya çıkıyordu. Eğer o sırada oyun istediği kadar sert oynanmıyorsa, ‘Durun!’ diye bağırır, sinirden deliye dönmüş bir şekilde topa vurur ve ‘Gözünü budaktan sakınmayan adamlar istiyorum!’ diye kükrerdi.”
Birçoklarına sıkıcı gelen, bazılarına göre de Sacchi’nin mirasını yiyen Capello futbolu, ikonik bir zaferle Avrupa’nın zirvesine çıkacaktı. Sacchi ile Steaua Bükreş ve Benfica gibi ‘hafif’ finalleri kazanan Milan, 1994 Mayıs’ında Johan Cruyff’un Barcelona’sını 4-0’la yerle bir edip kupayı kaldırıyordu. Dejan Savicevic ile Socrates’in 19. sayısında yaptığımız röportajda efsane 10 numara, o zaferin en büyük mimarının Capello olduğundan bahsediyordu:
“Sonucu, Capello’nun harika taktiği belirlemişti. Şunu görmüştü; Barcelona’nın oyununun temelinde, Guardiola’nın Romario ve Stoichkov’a attığı 40 metrelik yerden paslar vardı. Bu nedenle Albertini’yi Guardiola’nın bekçisi olarak belirledi. Bize maçı getiren Albertini’nin markajı oldu.”
Baresi ve Costacurta’nın yokluğuna rağmen kusursuz bir savunma planı, hücumun beyni olarak belirlediği Savicevic’in harika golü ve ‘prensi’ Desailly’nin noktayı koyması ile ortaya çıkan sonuç, tam da Capello’nun istediği gibiydi. Artık, Avrupa manşetlerindeki antrenör oydu.
https://www.youtube.com/watch?v=crC8CscxsQg
İspanya günleri ve Roma destanı
Milan’daki büyülü hava, 1990’ların ikinci yarısına girilirken iyice ortadan kaybolmaya başlamıştı. Capello da 1996’da Real Madrid’in yolunu tutmuştu. Davor Suker, Predrag Mijatovic, Clarence Seedorf ve Roberto Carlos gibi oyuncuları kadroya katmış, Milan’dan daha hücumcu özelliklere sahip oyunculardan bir takım oluşturmuştu. Ama savunma ve antrenmanlar hâlâ çok önemliydi.
“Bana göre 1990’ların en iyisiydi. Disiplininde ısrarcıydı. Tıpkı orduda olduğu gibi, antrenman her şey demekti ve onun kurallarına sorgusuz sualsiz uymak zorundaydık. Hayatımızda ilk kez beslenme kurallarını tanıdık. Fabio her şeyi planlardı, şeker ve çikolata ya da tüm ‘kötü’ şeyler yasaktı. Antrenmanları farklıydı, ısınmada beşe iki yaptırmazdı. Önceki kulüplerimizde görmediğimiz şeylerle tanıştık. İlk başta bu bizi rahatsız ediyordu, sonraları biz de ritmimizi bulduk ve sezonun sonuna kadar bu yüksek seviyeyi koruduk. Antrenmanlarda şakalaşma olmazdı, her zaman tamamen odaklanmamızı isterdi. Zaman geçtikçe onu anladık
Kesinlikle tam bir disiplin adamıydı. Her şey onun istediği gibi yapılmalıydı ve onun felsefesi altında en ufak şey bile değiştirilemezdi. Pek çok fikrimiz olurdu, bir şeyleri değiştirmek ve katkı sağlamak isterdik ama o yine bildiğini okurdu. Birkaç ay sonra zaten pes ediyor ve ne derse onu yapıyordunuz. Antrenmanlarda özellikle defans ve orta saha oyuncularına sürekli taktik çalıştırırdı. ‘Zalim’ bir çalışma disiplini vardı.”
Predrag Mijatovic ile Haziran 2017’de yaptığımız söyleşide Balkanlar’dan çıkan bir diğer büyük yetenek bunları söylüyordu. Aklına ilk gelen ‘Capello anısı’ ise yine sinir krizi içeriyordu:
“Zaragoza maçından bir sahne hatırlıyorum, sezonun sonuna doğruydu. Maçı kazanmıştık ama deli gibi sinirlenmişti, soyunma odasına girdiğinde masadaki içecekleri fırlattı, bize bağırdı ve odayı terk etti. Hepimiz ona cevap vermek, karşı çıkmak için geri dönmesini bekledik. Geri döndüğünde hepimizi tek tek öptü ve gitti. O noktada kurallarına uymak zorunda olduğumuzu, muhalefet etmenin çare olmadığını gördük.”
‘Gardiyanlığa’ devam eden Capello, Real Madrid’i şampiyonluğa ulaştırsa da Real yönetimi ve taraftarla bir türlü uyum sağlayamamıştı. Sezon sonunda görevden ayrıldı. Real Madrid ise çoğunluğu onun kurduğu takımla, ertesi sezon Şampiyonlar Ligi’ne uzanacaktı…
‘Don’ Fabio, yuvaya geri döndü ve Milan’da bir kez daha ipleri eline almaya çalıştı ama olmadı. 1997-1998 sezonunu 10. bitirdiler. Sezon bittiğinde işsizdi. Bir sene bekledi ve 1999’da Roma’nın yeni antrenörü oldu
Roma, İtalya’da şampiyonluğa çok alışık olmasa da, devamlı iyi kadrolar kuran ve ateşli seyircisi ile önemli maçlara imza atan bir takımdı. 1983’te Nils Liedholm ile yaşanan son şampiyonluğun üzerinden 16 sene geçmişti ve ‘yeni prensleri’ Totti’nin önderliğinde yine zirveyi ele geçirmek istiyorlardı…
İlk sezon, hayal edilenden çok uzaktı ama ikinci sezon masalsı oldu. Roma, 18 yıl sonra şampiyon olurken, Capello’nun sahaya koyduğu 3-5-2 dizilişi zaferin anahtarı oluyordu. Verdiği bir röportajda, başarısının sırrını da “Takıma göre sistem üretmek” olarak veren Capello, kanatlarda Candela ve Cafu, orta sahada ise Emerson’un kilit rol üstlendiği sistemle belki de kariyerinin en zor zaferine ulaşıyordu. İşin ilginci, Brezilya Milli Takımı, 2002 Dünya Kupası’nı kazanırken de benzer bir dizilişi kullanacak, Cafu ve Emerson da sistemin kilit parçalarından olacaktı. Capello, 2000’li yıllara da ‘etkileyerek’ girmişti…
Değişen dünya, tekrarlar ve çöküş…
Roma ile büyük bir işe imza atsa da değişen düzen ve futbolcu yapısı onu zorlamaya başlamıştı. Francesco Totti ile didişmeleri sık sık gündeme geliyordu. Totti, 2002 Dünya Kupası’nda Güney Kore maçında kırmızı kart gördüğünde, Capello da antrenör Giovanni Trapattoni’nin kulübesinin hemen arkasındaydı. Yüz ifadesinde “Bu adamı oynatırsan, bunlara katlanacaksın” ifadesi vardı. Artık ‘öğretmen’ antrenörler dönemi kapanıyordu ve büyük takımlarda büyük işler yapan Giovanni Trapattoni ya da Fabio Capello gibi asabiyet ile disiplinle takımlarını yönetenlerin yerine; Carlo Ancelotti gibi insan ilişkilerine daha profesyonel yaklaşan, oyuncuların gönlünü hoş tutan antrenörler başarıya ulaşmaya başlamıştı. Bir nevi antrenörlerin dünyası, futbolcuların dünyasına evrilmişti…
Bununla birlikte Capello’nun saha içindeki mucizevi dokunuşlarından da pek eser yoktu artık. Juventus’ta iki şampiyonluk yaşa da -ki ikisi de Calciopoli ile iptal edildi- sahadaki oyun hiç keyif vermiyordu. ‘Desailly icadı’ yapmak yerine Emerson’u Juventus’a götürmesi ve sistemine bilen Brezilyalıya yükü teslim etmesi bir nevi kendini tekrarlamasını özetliyordu. 2006’da Calciopoli patlayınca Juve’den ayrıldı. Real Madrid’in yolunu tuttu bir kez daha. Kariyer döngüsü, devam edecekti. Real’i yine şampiyon yapsa da Haziran 2007’de sonuca yönelik futbol oynattığı için kovuldu. Sistemi işliyordu belki ama dünya değişmişti. Artık taraftarlar da sadece şampiyon takım istemiyordu, iyi oynayan şampiyonları görmek istiyorlardı. Hele Real Madrid’de iseniz bu kural iki misli geçerliydi…
2007’den itibaren Capello’nun milli takım mesaileri başladı. Aslında elindeki malzemeyi değerlendirmeyi kendisine yol olarak seçen, taktik detaylara kafa yoran bir antrenör için iyi bir seçim olabilirdi ama olmadı. İngiltere’de hem iyi futbol oynatamadı hem de bir Capello klasiği olan iyi sonuçları alamadı. Glenn Hoddle, onun sisteminin çok katı olduğu kanısındaydı ve yeniliklere açık olmadığını düşünüyordu. “Önce savunma” İngiltere’de işlememişti. Şubat 2012’de İngiltere’den ayrılırken, artık ‘büyük büyük dede’ kıvamına gelen Giovanni Trapattoni’nin İrlanda’yı Avrupa Şampiyonası’na taşıması da manidardı… Capello, ondan daha erken eskimiş gibiydi. 2012 Avrupa Şampiyonası’na damga vuran İtalya ve Serie A’da üstünlüğü tekrar ele geçiren Juventus’un üçlü savunma kullanmasını “Futbolu 20 yıl geriye götürdüler” sözleriyle eleştiren Capello, kendisinin yaklaşık 20 yıl geride kaldığını kabullenmek istemiyordu sanki.
‘Don’ daha sonra Rusya’nın başına geçti. Rusya dönemi ise tam bir felaketti. Aldığı ücret, hem sonuçlar hem de futboldan daha çok konuşuldu. 2014 Dünya Kupası’na katıldılar ama sahadaki Rusya, kupa tarihinin en kötü takımlarından biriydi. Artık sahneden çekilme zamanı gelmişti…
Uzun süre de öyle oldu. Ama geçtiğimiz sezon Çin’e akın eden Avrupalılar kervanına katılmaktan kendini alamadı. Jiangsu Suning’in başına geçti, kasasını iyiden iyiye doldurdu. Marcelo Lippi’nin tozunu attığı ligde, 16 takım arasında 12. olunca, bir kez daha aynı senaryo gerçekleşti ve 28 Mart 2018’de Çin’den de kovulmayı ‘başardı.’ Geçtiğimiz günlerde ise yıllar önce vermesi gerektiği kararı verdi Capello; emekliliğini nihayet açıkladı.
Vittorio Pozzo ile antrenör kültürünü başlatan, 1950’lerde Coverciano’nun kurulması ile ‘kendine has’ antrenörler yetiştirmeye başlayan İtalyan futbolu, üretimine devam ediyor. Savaş sonrası dönemin ikon antrenörü Nereo Rocco, 1980’deki bahis skandalının gölgesinde dünya şampiyonluğuna uzanan Enzo Bearzot, Juventus’u 1980’lerde bir dünya kulübü yapan Giovanni Trapattoni ve birçoklarına göre ülke futbolunu en yüksek tepeye taşıyan Arrigo Sacchi ise hâlâ büyük bir saygı görmekte.
Bu büyük isimlerin ardından bayrağı alan iki isimden biri olarak kabul görüyor Fabio Capello. Onun Milan’da Marcelo Lippi’nin ise Juventus ve milli takımda yaptıkları yadsınamaz. Fakat futbolda üst seviye antrenörler için dahi geçerli bir kural var: Çağa ayak uydurmak. Capello, gerek yöntemleri gerek pragmatist oyun anlayışı ile artık çağın gerisinde kaldı. Savunma futbolu ile başarı yakalayan antrenörler tabii ki var olmaya ve kazanmaya deva ediyor ama sistemleri, uygulamaları ya da anlayışları tamamen farklı. Oyuncu ilişkilerinde ise Ferrari’nin yetiştirdiği talebelerin üslubu artık pek geçerli değil gibi. Oyuncuları etkilemeniz için toplara ya da içeceklere tekme atmak, en iyi seçenek değil…