*Bu yazı, Aron Gunnarsson imzasıyla The Players’ Tribune’de yayımlandı.
Umarım rakiplerimiz bu yazıyı okumuyordur çünkü bu yazıda, bizim küçük ülkemizin nasıl bu kadar başarılı olduğunu anlatacağım. Ama öncelikle, İzlanda hakkında bazı şeyleri açıklamalıyım. Çünkü fark ettim ki birileriyle tanıştığımda ve İzlandalı olduğumu söylediğimde; “Aa sen İzlandalı mısın? Bu çok hoş. Kuzey Işıkları! Harika dostum” diyorlar…
Avrupa Şampiyonası sonrası spot ışıkları üzerimize geldiğinde, herkes tatil için Reykjavik’e gelmeye başladı. Ama ben İzlanda’nın tatil bölgesinden değilim. Ben Kuzey İzlandalıyım. Eğer İzlanda’nın neresinden olduğumu öğrenmek istiyorsanız, sadece ‘Buzul Ejderhaları Geldi’ demeniz yeterli. Ben 18 bin nüfusa sahip Akureyri’den geliyorum. Spor yapmaktan başka yapacak çok başka bir şeyim yoktu ve bu sebeple futbol oynamaya başladım. Elbette, profesyonel olmayı hayal ediyordum. Ama iki sorunum vardı. İlki, sadece yaz aylarında futbol oynayabiliyordum. Biliyorsunuz kış aylarında her yer karla kaplı oluyor… Bu arada bahsettiğim kış, birkaç metre karla kaplı, -10 derece sıcaklığa sahip bir kış mevsimi. Gün ışığını 4-5 saat alabiliyorduk. Game of Thrones izlediniz mi hiç? Güzel, o halde ne demek istediğimi anlarsınız.
Böylece kışın futbol yerine hentbol oynuyordum. Ama yine de futbolla ilgili ikinci sorunumu çözememiştim. Kar eridiğinde, çimde oynayamıyordum. Böyle bir lüks sadece as takım oyuncuları için söz konusuydu. Böylece çakıllar üstünde oynamaya başladım. Cidden. Rahatlıkla söyleyebilirim ki, bu ideal bir şey değil. Bir gün eve geldiğimde bacağımda korkutucu bir kesik vardı. Annem şok olmuştu. Tek yaptığım topa kaymaktı. Ama tahmin edebilirsiniz; bir ayı gibi savaşıyordum. Takımda bana ‘Thor’ demeye başlamışlardı. Futbolcu olmak istiyordum ve çok istekliydim. Koşuyordum, spor salonuna gidiyordum. Deli gibi çalışıyordum. Ama benim için şansın azaldığının da farkındaydım. Kendime soruyor ama cevaplamak istemiyordum; “Aron, Akureyri’den çıkmış kaç tane futbolcu var? Çok fazla değil. Ve sadece yazın, çakıl zeminde oynayarak ne kadar iyi olabilirsin? Büyük ihtimalle, hiç olamam.”
Ama ben bu etkenleri yok saymayı tercih ettim. Ve sonrasında oyunu değiştirecek yenilikler geldi. İzlanda Futbol Federasyonu suni çimle kaplı bu spor salonlarını kullanılacak hâle getirmek için yatırım yaptı. Birden tüm İzlanda’da çocuklar yılın her gün, her ânı futbol oynayabilecek hâle geldi. Bunun ne kadar büyük bir şey olduğunu anlayabiliyor musunuz? Tüm sene! Elbette, hemen yerel spor salonumuza taşındım. Orayı salonuma çevirdim. Sonra bir gece beni aniden oradan attılar. Kimse senin İzlanda’da futbol oynayarak bir şeyler başarabileceğine inanmaz. Bir kere bir takım arkadaşım bana; kulüp antrenörüne Avrupa Şampiyonası’nda oynamak istediğinden bahsettiğini söylemişti. Antrenörü ise ona; “Bu güzel bir düşünce ama ne yazık ki İzlandalısın” demiş. Oldukça depresif değil mi? Kişisel olarak bunun beni etkilemesine izin vermem ama yine de İzlanda’dan ayrılmam gerektiğine karar vermiştim. Bu kararım doğrultusunda, Hollanda’da AZ Alkmaar’dan gelen teklifi kabul etmiştim. Sadece 17 yaşındaydım. Ama dostum, çok zordu. Futbol farklı bir seviyede oynanıyordu. İlk antremanımda tam 4 kez beşlik yemiştim. Çok utanmıştım ve ilk uçakla İzlanda’ya dönmek istiyordum. En zor olan kısım ise ailemden ayrılmak oldu. İlk iki ayımı otelde, annemi arayıp ağlayarak bunu yapmak istemediğimi sorgulayarak geçirdim. Şükürler olsun ki ailem, benim ilerlemem konusunda beni destekledi ve dipten kurtulmamı sağladı. Ve sanırım 18 ay sonra tüm gözyaşlarıma değdiği ortaya çıktı; çünkü İzlanda’nın as takımına çağrılmıştım. Belarus ve Malta ile hazırlık maçı yapacaktık, ben de tam zamanında orada olabilmek için çok çabuk bir şekilde uçak bulup, İzlanda’ya uçtum. Ama sorun şu ki; arabam yoktu. Hollanda’da geçirdiğim ilk sezonumda araba almaya ihtiyaç duymamıştım çünkü her yere bisikletle ulaşabiliyordum. Sonrasında annemin ne yaptığını tahmin edebilir misiniz? Bana bir tane scooter aldı. Kırmızı bir scooterdı. Cidden görüntüsü motorsiklete benziyordu, bu beni havalı gösterecekti. Çantamı hazırladım, scooter’a atladım, kaskımı taktım ve tren garına vardım. Tren garından da havaalanına giden ekspres seferi kullanıp, havaalanına ulaştım. Nihayetinde bu şekilde takıma katıldım. Teşekkürler anne…
Böylece hayallerimi yaşıyordum, İzlanda için forma giyiyordum, inanılmaz bir histi. Sonrasında Hollanda’ya dönecektim ve hâlâ bulutların üstündeydim. Artık büyük bir futbolcu muydum?
Tren istasyonundan çıkıp yürüdüğümde scooter’ım park ettiğim yerde değildi. Scooter’ımın zincirlerini çözmüştü biri ve dolu olması gereken yer boştu. Birileri benim lanet olası scooter’ımı çalmıştı. Ben Belarus’la oynarken hem de… Anneme olanları anlattığımda çok gülmüştü. Ama gerçekten hayal kırıklığına uğramıştım. Bu hırsız beni çok çabuk bir şekilde düşürmeyi başarmıştı.
Birkaç sene sonra, 2011 yılında Danimarka’da düzenlenen, 21 yaş altı turnuvasına katılmayı başaran takımın bir parçasıydım. Önemli bir başarıydı. Çünkü İzlanda’nın tarihinde herhangi bir turnuvaya katılma başarısı yoktu. Aynı kadroyla 2014 Dünya Kupası için elemelere de katılmıştık. Elbette, katılmayı genç nüvemizle başaramadık. İnsanlar her zaman; “İzlanda mı?.. Oradan dünya seviyesinde oyuncu çıkmaz” diyordu. Ama aslında, sadece 330 bin insanın yaşadığı bir ülkeyiz…. Çok fazla oyuncumuz yok. Nasıl oynayacağımız konusunda akıllıca düşünmeli ve uygulamalıydık. Bu doğrultuda, Lars Lagerback takımın başına geldi. Lars’a baktığınızda, çok üretken bir antrenör gibi durmaz. O, çok sade biri. Ama dostum, ne yaptığını biliyor. 2011 yılında takımın başına geçtiğinde, nasıl savunma yapılması gerektiğini bizlere öğretti. Çok uzun ve dürüst olmak gerekirse çok sıkıcı zamanlardı. Ama Lars bununla ilgili bizi çalıştırmaya devam etti. Pozisyon alma, korner kullanma, taç atma… Bunlar çok sıkıcı şeyler. Antrenmanlarda, hücuma karşı defans oynardık, bu şekilde defansif olarak bir şekle girdik. Güçlü bir kolektif ruha sahiptik ve play-off’lara kalmayı başardık. Rakibimiz, Hırvatistan’dı. Evimizde oynadığımız maç 0-0 bitmişti. Başarabileceğimize inanıyorduk ve bu düşünceyle Hırvatistan’a gittik. 1-0 öne geçmişlerdi. Kısa bir süre sonra golü atan Mandzukic oyundan atıldı. Sadece 1 gole ihtiyacımız vardı, sadece 1 gol, 1 gol… Ama asla başaramadık. Hırvatistan 2-0 kazandı.
Maçtan sonra soyunma odamız mezarlık gibiydi. Sadece kaybettiğimiz için değil, iyi oynayamadığımız için de öyleydi. Ama bazıları şöyle diyordu; “Şey… O zaman Avrupa Şampiyonası’na gidelim!..” Hâlâ bunu kimin dediğini bilmiyorum. Daha fazla çalışmaya başladık. Euro 2016 elemelerinde sürekli üstüne koyarak ilerledik. Taraftarlarımız da burada büyük pay sahibi. Ekim ayında Hollanda ile kendi sahamızda karşılaştık. Hatırlıyorum, 1-0 geriye düşmüştük. Stadyumdan çıt sesi yükselmiyordu… Ta ki…
BOOM, BOOM, HUH!
Arkama baktım ve ‘o neydi öyle ?’ dedim. Sanki şimşek çarpmış gibiydi.
BOOM, BOOM, HUH!
O heyecan kaburgalarımın, kemiklerimin arasından akıyordu.
BOOM, BOOM, HUH!
Taraftarlarımız ilk kez bunu yaptığında sadece 10 bin kişi karşısında oynuyorduk. Dostum… Onlar ellerini vurduklarında 10.000 değil sanki 100.000 kişi karşısında hissettik kendimizi. O maçta bazı Hollandalı futbolculara bakıp düşündüm… Vay be; böyle hissettiriyormuş demek ki…
Elemeler bittiğinde kendi sahamızda Kazakistan maçında puana ihtiyacımız vardı. Zor bir karşılaşma olacaktı. 0-0 bizim için yeterliydi. Maçın bitimiyle beraber olduğumuz yerden sahanın ortasına mermi gibi fırladık. O kadar yüksek sesle ellerimizi çarptık ki; bütün İzlanda duymuş olmalı. O gece ilerleyen saatlerde Reykjavik meydanına gittik. Binlerce insan bizi bekliyordu. İşte o an anlıyorsunuz ülkenizin sizinle gurur duyduğunu…
[mailerlite_form form_id=2]
Elbette elemeler sadece bir basamaktı. Asıl olan turnuvadır. Birçok insan şanslıysak turnuvadan rezil olmadan döneriz diye düşünüyordu. Bu komik, çünkü özel bir şeyler başarabileceğimizi anlamıştım. Turnuvadan önceki bir antrenmandan hemen sonra Eidur Gudjohnsen yanıma geldi. Dedi ki; “Biliyorsun Aron… Gerçekten, bize karşı oynamak istemezdim.” Ben de ona; “Ne demek istiyorsun?” dedim. O da bana; “Eh, boşluk bırakmıyoruz. Pas yapmak, şanslar yaratmak isterdim… Ama yapamazdım” dedi. İşte o an jeton düştü. Çünkü eğer bilmiyorsanız; Eidur önemli bir isim. O, Pep Guardiola’nın Barcelona’sında Messi, Ronaldinho gibi isimlerle oynamıştı. Kısaca eğer Eidur iyi bir savunmanız var diyorsa; iyi bir savunmanız vardır…
Portekiz karşısında turnuvaya başladık. Herkes, Cristiano Ronaldo’nun bize karşı kaç gol atabileceğinden bahsediyordu. “2 gol ya da bir hat-trick…” 1-1 berabere kalmayı başarmıştık. Portekizlilerin mutlu olduğunu söyleyemeyeceğim. Tabii ki bunu kutladık. Ardından Ronaldo bizim hakkımızda; “Küçük düşünen takım” diyordu. Ben de düşündüm; “Bekle biraz, buraya önceden hiç gelemedik. Ama sen buraya defalarca geldin. Biz İzlanda’yız. Tabii ki gurur duyuyor olacağız!” dedim. Sonra, Macaristan karşısında anca beraberlik alıyorduk ve bu bize, Avusturya karşısında mutlak puan ihtiyacımız olduğunu gösteriyordu. Baskı üstümüzdeydi. Macarların kornerini savunup, kontraya çıktık… Ve golü bulmuştuk!..Arnór Traustason! 94. dakika! Bir üst tura çıkmayı başardık. İnanılmaz…
Sanırım, İzlanda kanalında maçı anlatan kişinin bir Berserk gibi kendini kaybettiği sevincin klibini izlemişsinizdir. Kuşku yok ki o video viral oldu. Demek istediğim, o kişi gerçekten kendini kaybetti. Çığlık atarken ağlıyor, sesi kısılıyordu. Ama asıl konu ise, İzlanda’da herkes onun gibi hissediyordu. Sadece biz oyuncular ve tribündeki taraftarlar değil, evlerinde bizi izleyenler de. Hepimiz Berserk olmuştuk. Sahada kutlamaya başladık. Benim gözüm tribündeki davulcudaydı. Onu tanıyordum ve ona işareti verdim. O ise herkese sessiz olması gerektiğini işaret etti… Ve biz de en bilinen kutlamamızı sahanın içinde yaptık. Bunun gibisini önceden hiç yapmamıştık, taraftarlar ve futbolcular hep birlikte… Bu çok saf, içten gelen bir kutlamaydı.
BOOM, BOOM, HUH!
İngiltere karşısında çıktığımız son 16 turu maçından önce çok rahatlamıştık. Ekstra bir motivasyona sahiptik çünkü İzlanda’da herkes Premier Lig’i sever. Her maç televizyonda verilir. Kahramanlarımızı yenebilmek için önemli bir şansa sahiptik. Eidur maçtan önce bir konuşma yaptı. Dedi ki; “Buraya kadar gelmek hepiniz için yeterli mi? Daha fazlasını istiyor muyuz? Hala aç mıyız?” Kükremelerle karışık nasıl bir tepki geldiğini hayal edin. İngiltere içinse işler tam tersi yönde ilerliyordu. Hâlâ onlar için üzgünüm. Kesinlikle, çok büyük bir baskı altında olduklarını söyleyebilirim. Basit hatalar yaptılar ve işler onlar için kötü gitti. Eğer İzlanda’ya kaybederlerse başlarını nasıl bir belaya sokacaklarını biliyorlardı. Herkes, İngiltere’nin ne kadar kötü olduğundan bahsediyordu ama maçı tekrar izleyin. Ne kadar organize olduğumuza, nasıl koştuğumuza, İngiltere’nin pas olanaklarını nasıl kapattığımıza, birbirimizi nasıl kolladığımıza bir bakın. Eidur antrenmandan sonra; “Bize karşı oynamak gerçekten çok korkunç” diyordu. Maç bittiğinde, taraftarlarımıza koştum. Hatta bunu o kadar çabuk yaptım ki, İngiliz futbolcuların elini sıkmayı dahi unuttum. Beyler; eğer bunu okuyorsanız, kusura bakmayın. Şimdi söyleyeceklerim kulağa garip gelecek biliyorum. Çünkü İzlandalıyım, o kadar dövmem ve sakalım var hepsinden önce. Ama maçtan sonra ağlamak istedim. Gerçekten. Taraftarlarımızla kutlamaya başladığımızda heyecanı tüm vücudumda hissettim.
Turnuva sonrası dünyaya dönmek biraz zaman aldı. Ama bununla baş edebilmeyi başardık. Takım hâlinde bir araya geldiğimiz ilk toplantıda, Heimir Hallgrimsson, bizi salladı ve hayata geri döndürdü. Turnuvadan sonra Lars, Norveç’in başına geçmek için ayrılınca yetki Heimir’e geçti. Onun mesajı ise basitti. Tarihimizde hiç Dünya Kupası’na katılamadık, o hâlde neden katılmıyoruz?
Aslında, Avrupa Şampiyonası oynanırken, Dünya Kupası elemelerindeki rakiplerimizi izlemeleri için scout ekibini yollamıştık. Bu durum insanlara bizim hakkımızda bilgi vermek için yeterli. Daha fazlasını istiyorduk. Bazı oyuncularımız için yolun sonu gelmiş görünüyordu. Bizler ise 20’lerinin sonlarında 30’larının başında insanlardık. Yakında gençlere yerimizi bırakacağımızın da farkındayız. Şimdi anlıyor musunuz, bu turnuvaya katılmanın bizim için ne kadar önemli olduğunu? Demek istediğim, Rusya’ya gidip Barcelona gibi oynamak isteriz ama bu kötü bir kopya olur. Kesinlikle kötü bir takım oluruz. Oyun stilimiz İzlanda’yı sembolize ediyor. Bazı oyuncularımıza bakacak olursanız, en teknik takım olmayabiliriz. Göze en hoş gelen futbolu da oynadığımız söylenemez. Ama bizimle savaşmak ister miydiniz? Pek sanmıyorum… Biriz. Güçlüyüz. Hiçbir şeyden korkmuyoruz!
Rusya’da oynayacak genç arkadaşlarıma bunları öğretmek istiyorum. Anlamalarını istediğim şey, sıkı çalışarak, birlikte istekli durarak, futbolda başaramayacakları hiçbir şey yok. Hiçbir şey…
Çeviri: Ant Arın Şermet