Üzerinden yeteri kadar zaman geçtiği için, hakkında garip spekülasyonlar üretilen ve fazla bilinmeyen bir meseleye dair gerçekleri anlatma vakti gelmiş olabilir. Princeton’da okumuş, bazı üniversite görevlileriyle ahbap olan yazarınız gerçek hikâyeyi bilme lüksüne sahip, fakülte toplantısındaki başlangıcından kolejler arası maçtaki trajik sonuna kadar. Yine de bir bilgi sonsuza dek benimle kalacak; hangi fakülte üyesinin karıncaları üniversite öğrencisi olarak kabul etmeyi öne sürdüğü. Sunulan gerekçe, hatırladığım kadarıyla, karıncaların organizasyon yetenekleri, disiplinleri ve her şeyin üzerinde hamarat yapılarıyla halihazırdaki öğrencilere örnek olacağıydı.
Sıradan bir etkinlik gibi, bu deneyin açılışı da bir sonbahar günü en iyi koşullarda yapılmıştı. Bakteriyoloji departmanından Profesör ______ ve yönetici meclisinden Bay ______’in çabalarıyla bu deneye uygun sayıda karınca bulunmuştu. Bu öylesine incelikli biçimde yapılmıştı ki öğrencilerin çoğu yeni sınıf arkadaşlarının varlığından habersizdi ve bu hikâyenin de gövdesini oluşturan bir olay yaşanmasaydı durum böyle kalacaktı.
Bazı karıncalar, ufak endamları yüzünden öteki öğrencilerle baş edemediler ve yarı yılda okulu bırakmak zorunda kaldılar. Fakat çoğunluğu iyi iş çıkardı ve hissettikleri aşağılık kompleksine karşın yıl boyunca gelişme gösterdiler. Bu komplekse bilhassa büyük, oldukça gelişkin bir karıncada rastlanıyordu, halkının becerilerini bütün öğrencilere kanıtlamayı kaderinin bir gereği olarak görüyordu.
Söylediğim gibi, fiziki yapısı bir insanı andırıyordu ve doğal olarak ihtirasları onu üniversite futbol takımının üyelerinden biri olmaya götürüyordu. Bu çok da zor sayılmazdı, önceki sezon takım bir hâyli dağınıktı. Ekipte tabiri caizse bir rejim değişikliği yaşanıyordu, Minnesota Üniversitesi’nden koç Fritz Crisler’a gelip takımı yönetmesi teklif edilmişti.
Bay Crisler’in ayağının tozuyla yaptığı işlerden biri, yeni bir takım oluşturmak için tam bağımsızlık ve kontrol istemekti, bu uğurda karşısına çıkan ilk mesele de karıncayla ilgiliydi.
Karınca için bu, üniversitenin ikinci takımında koşucu pozisyonunu alması anlamına geliyordu. Kampüsün eski mezunları için ise karakteri ya da yetenekleri ne olursa olsun, bir zamanlar Hillebrand, Biffy Lea, Big Bill Edwards ve Poe Kardeşler gibi efsaneleri kadrosunda barındıran takımın bir karıncayla oynaması utanç vericiydi.
Fakat Crisler kendisinden emindi.
“Minnesota’da,” derdi, “takım içerisinde kimseye ırkından dolayı ayrımcılık yapılmaz, elbette İskandinavlar hariç.”
İlkbahar antrenmanları yerini sonbahara bıraktıkça eski mezunlar da durumu sorun etmemeye başladı. Aynı dönemde karınca da ilk takıma yükselmiş, çok yönlülüğüyle ekibin önemli dişlilerinden birine dönüşmüştü, hücumda savunmanın ikinci kapısı olarak, savunmada ise hücumun kuyruk arkası olarak forma giyiyordu. Sezon başında koçlar onu geleceğin All-American adayı olarak gösteriyordu. Büyüktü, heybetliydi, dört ayağı üzerinde hücum çizgisini geçebiliyordu, sekiz kolunun getirdiği kendine has top tutma kabiliyetiyle Amerikan futbolunda yeni bir çağın kapılarını aralayacak gibiydi. Takımın bütün hücumu onun üzerine kuruluydu.
Bütün Princeton mezunları o sezonu, Cornell, Pennsylvania, Dartmouth, Columbia ve Yale gibi güçlü rakiplerin ya da Lawrenceville Seconds ve New Jersey School for Drug Addicts gibi kolay rakiplerin, Princeton Tigers hücumu ya da karınca karşısında nasıl dağıldığıyla hatırlayacaktır. Yale maçında karıncanın kafası parçalandığında kampüs korku içerisinde kalmış, tedavi tamamlandığında ise bütün öğrencilerden rahatlama sesi gelmişti.
Namağlup şekilde sezonu bitirme ve Rose Bowl yolunda tek bir engel vardı. Son maç Harvard Crimson ile oynanacaktı ve koşucu pozisyonunda oynayan rakip takım kaptanı Cabot Saltonville, bir karınca karşısında oynamaktansa maça çıkmamayı tercih edebileceğini belirtmişti.Polemik peşindeki basına “Bunun nedenini açıklamaya gerek bile yok” demiş ve devam etmişti: “Fakat Groton kökenli bir erkek olarak bunun korkmakla zerre alakası olmadığını söylemeliyim.”
Savaş kampüslere ve gazetelere yayılmıştı. Princeton tarafı, yıldız oyuncularını devre dışında bırakmaya çalışan bu niyetin gizli maksadını görüyordu. Hatta “Maeterlinck’in karıncalar üzerine yazdığı kadar Boston’lılar üzerine yazmış sadece Adams’ı bulabilirsiniz” diyorlardı. (Nobel ödüllü Belçikalı Maurice Maeterlinck, 1926’da The Life of White Ants kitabını yayınlamıştı) Karşı taraf ise kaptanlarının arkasındaydı ve bu meseleyi bir sınıf savaşı olarak değerlendiren radikal bir toplantı gerçekleştirdiler. Sonunda Princeton pes etti. Karınca yedek kulübesinde kalacaktı. Saltonville kazanmıştı.
Maç ilerledikçe olacaklar tahmin ediliyordu. En büyük silahının yokluğunda Princeton takımı kötürüm kalmıştı. 7-0-, 14-0, 50-0, 65-0 diye giden maçta fark açılırken, Tigers tribünlerinden yükselen sesler de bir sıkıntının dışavurumuydu.
Sonunda biri -çömezlerden olduğu iddia ediliyor- meşhur marşı söylemişti:
“Aunty’yi istiyoruz,
Aunty’yi istiyoruz!”
(Aunty: Büyük karıncalara verilen lâkap)
Arkasından herkes gelmiş, tribünlerdeki Turuncu-Siyahlılar hep bir ağızdan bağırmaya başlamıştı.
“Aunty’yi istiyoruz!”
Tam da o anda Harvard’ın kaptanı Saltonville büyük bir hata yaptı. Oyunun bitmesine 10 dakika kalmıştı ve skorun etkisiyle birlikte New England kökenlerinden miras kalan kendini beğenmiş bir ifadeyle harekete geçti. Mola istedi ve Princeton köşesine doğru bağırdı:
“Şu böceği oyuna sokun!”
Onlar da oyuna aldılar. Karınca oynamayı beklemediği için sivil kıyafetler içindeydi ama 10 saniye bile geçmeden bunun herhangi bir sorun yaratmayacağını gösterdi, sahaya adım attığı an bütün Princeton oyuncularını yeni bir ruh harekete geçirmişti. Alıştıkları dizilişe döndüler ve karınca liderliğinde sahaya sıralandılar. Crisler, daha önce belirtildiği üzere, hiç yenilmedikleri sezon boyunca bütün hücum planını onun üzerine inşa etmişti. ‘Aunty’ koşarken, topa vururken, pas verirken, mücadele ederken ve müdahale yaparken yüzlerce küçük karınca da çimlere dikkatli biçimde yayıldı ve Harvard oyuncularının üzerine tırmanmaya başladı, hedeflerini öyle bir coşkuyla sardılar ki sonunda rakip takımı paramparça hâle getirdiler, hücum güçlerinden eser kalmamıştı. (Bazıları, oyuncuların elbiselerini aşağıdan sarmaya başladılar ve buraya yazmaya uygun düşmeyecek ifadelerin çıkmasına yol açtılar.)
Yüzü karıncalardan simsiyah hâle gelmiş olan ve çok az şey görebilen kaptan Saltonville kendi hatasına lanet okuyordu. Bir yandan gözü eriyen farktaydı; 6-65, 25-65, 55-65, 64-65 ve sonunda Princeton öne geçti. Kaptan, umutsuzca harekete geçmeye karar vermişti.
Aunty’yi bitirecekti. Bütün aile geleneklerini çiğneyecek, pislik yapacaktı. Hakem düdüğü çaldı ve koşmaya başladı. Yumruğundan “Bim!” sesi gelmişti, “Bim! Bam! Bim!”
O an bile bir şeyler onu aceleci davrandığı yönünde uyarıyordu.
Ve peşinden büyük kalabalık çok garip bir şeye şahit oldu. Kaptan Saltonville, son hızla kaçıyordu ve peşinden boncuk gözlerinden vahşi bir ışık saçan karınca koşturuyordu. Kaptan kendi kalesine doğru gitmiş, korkudan dehşete düşmüş bir çığlıkla ve bakışla birlikte tribünlerdeki bariyerleri aşmış, karıncanın takibinde tırmanmıştı.
Dehşete düşmüş vaziyette, tribünler de onları izliyordu ve kaptanın yerden elli adım yükseklikte olan stadyumun tepesine ulaşmaktan başka çaresi kalmadığını düşünüyordu.
Mağdur, basın tribününe ulaşmış ve ıstırap içinde beyazlamış yüzüyle donakalmıştı. Karınca yanıbaşına geliyor, cılız kurtulma çabalarına karşın Harvard’lının üstüne yürüyordu.
O sırada bir başka tanınmayan figür hikâyeye dahil oldu. Bu, genç bir spor yazarıydı.
“Eğer basına düzgün bir açıklama yaparsan, onu sakinleştirmenin bir yolunu bulabileceğimi düşünüyorum” dedi.
Saltonville “Her şeyi yaparım!” diye bağırdı.
Gazetecinin dikkatli bir ifadeyle söylediklerini Saltonville mikrofona tekrarlıyor, kanı, ağzından çıkan kelimelerin utancıyla titriyordu.
“Bu hayv-, pardon yani saygın rakibim, çalışkanlık, karakter ve cesaret anlamında benden çok üstün” diyor, yaklaşan karıncanın duyabileceği şekilde “O bir centilmen, spor adamı ve yenilmeme rağmen onunla karşılaştığım için onurluyum” ifadelerini kullanıyordu.
Karınca işitti ve durdu. Övgü tatlı gelmişti ve savaşçı doğası yumuşamıştı.
Gazeteci onun yerine sormuştu.
“Sözlerinizde ciddi misiniz kaptan?” demişti.
“Elbette ciddiyim” diye cevaplamıştı, John Harvard’ın sendeleyen evladı. “Bu yüzden basın tribününe koştum, gerçeği daha fazla içimde tutamadığım için.”
İşte bu Princeton karıncalarının gerçek öyküsü. Bahar geldiğinde baş belasına dönüştüler ve yok edildiler ancak bu, hanelerine yazılan başarıdan hiçbir şey eksiltmedi.
İmha kararı elbette Aunty’yi kapsamıyordu. Eğer merak ediyorsanız, onu şimdilerde hemen her gün görebilirsiniz, kendi halkının geleceği adına Yale’de Böcekbilim Bölüm Başkanı oldu, boş zamanlarını ise takımı yönetmekle geçiriyor. Saltonville ise hâlâ Crimson’ın gördüğü en hızlı koşuculardan biri olarak hatırlanıyor.
* Bu öykü ilk olarak Socrates‘in Ekim 2015 sayısında yayımlanmıştır. Bütün sayılarımıza online satış sayfamızdan ulaşabilirsiniz.