“Dede attık mı, dedeeee, şampiyon muyuz?”
Her iki pazardan birinde, kahvaltının ardından açma kapama düğmesi turuncu, küçücük pilli radyosunu alır, yatak odasındaki sedire geçer radyoyu kulağına dayayıp mesaiye başlardı dedem. Deplasman yasağı var ancak iç saha maçlarına gidebiliyor. Boynunda kravatı, üzerinde açık kahverengi süveteri, önünde spor toto kuponu, spikerin sesinin ritmine uygun hareketlerle kâh bacak bacak üstüne atar kâh ellerini dizlerine dayayıp yerinden kalkacakmış gibi hamle eder; bütün ciddiyetiyle, sanki bağdaş kursa oyunculara saygısızlık edecekmiş gibi… Radyodan bir an kulağını ayırsa takımın gol yiyeceğini düşünür, diğer takımlardan birinin maçıysa bir yanlış hareketinde bizimkilerin aleyhine bir sonuç çıkmaması için müthiş bir disiplinle tamamlardı mesaisini. O gün ben odaya giriverip de skor sorunca, “Attık kızım” dedi. “Şampiyonuz. Yarın sabah börekler Şengör’den.”
Balkes denince akan sular duruyor, koskoca adamlar sürekli birbirlerini kızdırıyor ve iştahlı iştahlı konuşuyorlar dünyanın derdi yokmuşçasına. Balkes kazanınca aybaşını beklemek yok, istediğim oyuncak hemen alınıyor. Nasıl sevmeyeyim ben futbolu! Hoca dediklerinin cami hocası İsmail Amca olmadığını, defansı, golü, düdüğü, sarı ve kırmızı kartı, saha komiserini öğreniyorum. Masal gibi dinliyorum dedemden, annem daha ilkokuldaymış. Annemin ilkokula gitmesi yeterince tuhaf değilmiş gibi, bir de federasyon ve lig diye bir şey anlatıyor. Takımın maç yapmasına izin vermiyormuş bu federasyon. Bandırmaspor bizim stadımızda oynuyor diye biz ligde oynayamıyormuşuz benim anladığım, lig dediğin de oyun herhalde… Neyse ki Sadık Amca, Reşit Amca falan Ankara’ya gide gele çözmüşler bu işi, hoop beynime ‘önemli işler Ankara’da çözülüyor’ bilgisi. Federasyon, “Tamam siz de oynayın” demiş, sene 1966. Ama futbolculara verecek paraları olmadığı için cüzi bir miktar maaş bağlamışlar. Şehrin esnafı da gönüllü olmuş, haftanın belli günleri çalışmaları üzerinden ikinci bir maaş bağlamış futbolculara. Sonra sandıklar kurulmuş belli yerlere seçim sandığı gibi, bütün herkes, anneannem filan gidip oy vermişler takımın renklerini belirlemek için. Bizim kadınlar sever zaten kırmızı beyazı.
Hava güzelse ben de gidiyorum maçlara. Evvelinde bir iki saat tren yolunun yanındaki Gar Gazinosu’nun terasında oturuyoruz, Mavi Ekspres geçtiğinde maç saati yaklaşmış oluyor. Kahverengi şişedeki meyve suyunu hızlı hızlı hüpletip son bir kez tuvalete gitmem gerek demek bu. Sonra dedem beni alıyor omzuna, gazinoyu stada bağlayan küçük köprüden geçerken ömrümün en güzel manzaralarından biri: lunaparkın yanından stada doğru akıyor insanlar, çiçek tarlası misali. Biz kapalı tribündeyiz, Teksas’ın karşısında. Teksas’ta Öz-Balkesler var, davul ve klarnetleri eksik olmuyor. Sanırım bu yüzden Balıkesir çiftetellisini hâlâ her duyduğumda içim titriyor. Bizim tribünde de Avrupalı Yüksel var, sesi Şoförevleri’nden duyuluyor. Megafona ne hacet! Herkes onun gelişini bekliyor, sonra başlıyor tezahüratlar, “Bal BalBal! Kes Kes Kes!”. “Bir Müşerref, bir de sen!” diyor Yüksel Amca bana, sonradan öğreniyorum Müşerref Duran’ı, kurulduktan sonra beş yıl boyunca maç kaçırmayan ilk kadın amigosuymuş takımın, kendimce gururlanıyorum. Takım sahaya çıksın diye bekliyoruz. Ben en çok Maradona Kazım’ı bekliyorum çünkü Maradona’nın çıkartması var dolabımda. Çekirdek bitip de limonlu çubuk şekere geçtiğimizde başlıyor maç. Papağan gibi tekrarlıyorum kim ne diyorsa. Kaçan pozisyonlarda ben de fırlıyorum ayağa, gol kaçtığında etraftakileri taklit ederek dizlerime vurarak başımı ellerimin arasına alıp ah vah ediyorum. Bazen keyifsiz oluyor maçlar, rakip çok güçlü oluyor, daha maç başında goller yiyince ölüm sessizliğine bürünüyor büyükler. O zaman canım sıkılıyor, dedemin kucağına kafamı koyup uyuyorum. İnce battaniyem zaten filemizde, dedem örtüveriyor üstümü. Eğer kucaklanarak, elden ele atılıp tutularak uyandırılmadıysam anlıyorum ki maçı kaybettik. Hiç soru sormuyor, mızmızlık etmiyorum. Sonuç ne olursa olsun malzemeci İrfan’ın yanında Emine Hanım beliriveriyor saha kenarında maç sonlarında. Emektar çamaşırcı, İrfan’dan kirlileri alıp yıkayacak, stadın tellerine serip kurutacak, ütüleyip bir sonraki maça tiril tiril hazır edecek formaları. Onu görmeden terk etmiyoruz stadı. Çıkışta Meyhane Boğazı’nda rakı içiliyor, illa ki Rövaşata Mücahit’ten, Sarı Fuat’tan, Özer’den bahsediliyor. Olaylı Bolu maçı illa ki hatırlanıp kaçan şampiyonluğa üzülüyorlar. Toplum polisinden üç gün üst üste dayak yemişler, her yumruğu neredeyse beş dakikada anlatıyorlar. Kelle paça faslına dek ben bir kenarda oyalanıyorum, taraftarlık öğreniyorum.
Ertesi sabah annem zorla birkaç lokma yağlı reçelli ekmek tıkıştırdı ağzıma. Kahvaltıdan sonra paldır küldür indim merdivenleri. Şampiyonuz, kim bilir ne kıyamet kopacak. İşin tuhafı çıt çıkmıyor arastada, halbuki geç bile uyandım. Bir koşu daldım dedemin mobilya dükkânına. Şengör -tam karşıdaki konfeksiyoncu- börekleri bırak, daha işe gelmemiş bile. Tezgâhtar Önder Abi açmış dükkânı, içeriyi süpürüyor. Dedem de “Günaydın boncuğum!” demedi, kasada oturmuş hesap makinesinin kolunu sinirli sinirli, çıkır çıkır çevirip senet hesabına gömülmüş, besbelli bir terslik var. Dükkânın önüne çıktım, kırma mutfak masalarından koyu renkli olanın üzerine oturdum, tam o sırada çaycı Aydın Abi belirdi, pasajın içinden çıkmış bize doğru geliyor, sabah çaylarını dağıtacak. İçeri girip kutudan iki kırmızı marka aldım, o sırada Aydın Abi de girdi içeri: “Vay be Nevzat Abi, bu günleri de mi görecektik!” diyerek sergideki misafir odası takımının sehpasının üzerine iki çay bıraktı. Dedem markaları benim elimden aldı, Aydın’ın eline sıkıştırırken bir yandan da kolundan tutup dükkânın dışına doğru sürükledi onu kulağına bir şeyler fısıldayarak. “Çayını iç de çık yukarı, annen giydirsin, bugün stadyumda 19 Mayıs gösterileri var. Parkın içinden geçer gideriz.” Gözlerimi koca koca açıp “Ama börek?” dedim, ses çıkarmadı; derdim bir şey yemek değil de iddiayı kazandık, yine mızıkçılık yapıyor bu Şengör! Tam dudağımı büktüğüm sırada Şengör beliriverdi kapıda, sağ elini havalı havalı portmantonun en üst rafına attı hafif yanlayarak, sol eliyle bırakın bu işleri der gibi: “N’oldu patron? Aldınız işte boyunuzun ölçüsünü, bırak artık bu Balkes işlerini, bak gözleri doldu boncuğun!” O golü atamamışız, şampiyon da olamamışız. Gözgöz, Kafkaf, Bandırma, Şeker, Altınordu hep geçmiş meğerse bizi, Balkes tarihinde ilk kez üçüncü lige düşmüş. Üç şekerli çayımı içmeden eve çıktım, parka da gitmek istemedim, ilk kez küstüm dedeme 19 Mayıs 1986’da.
Böylece başlıyor “Bal-kes! Doğrusu pes!” yılları. Başlarda misafir olarak görüldüğü üçüncü ligden bir türlü kurtulamıyor takım. Büyük umutlarla alınan futbolcular daha sezon başında sakatlanıp kadro dışı kalıyor, her deplasmandan puansız dönülüyor, üç-beş maçtan sonra havlu atılıyor ve hocalar bırakıp gidiyor. Mutlak şampiyonluk amacıyla başlanan her sezon hüsranla bitiyor. Taraftar ‘Balkes nereye?’ diye soruyor, yönetimin su gibi para harcayıp takımı idare edemediği fısıldanıyor kulaktan kulağa. Üç puan sistemine geçilen 87-88 de benim puan hesabım sık sık şaşıyor işler de çığırından çıkıyor. Sezon bitmiş, futbolculara maaş ödenememiş. Böyle giderse takımda kimse kalmayacak diye konuşuluyor. Kaleci Levent boş vakitlerinde hal binasında bir manavda işe başlamış, ertesi gün bir yerel gazete “Levent karpuzla antrenman yapıyor” manşetiyle çıkınca taraftarlar seferberlik ilan ediyor. Berberi futbolculara sezon boyunca bedava traş, kuşçusu en cinsinden kanarya, pidecisi haftada beş gün iki öğün yemek, bakkalı veresiye sigara vaad ediyor. Bir de eşya piyangosu düzenliyor esnaf, dedem birkaç parça mobilyayı işaret edip seç birini diyor bana. O yıllarda yeni moda olan aynalı dolaplardan birini seçiyorum, en büyüğü o, en çok o para eder diye. Kervansaray Oteli’nin bahçesinde düzenlenen piyangoya giyinip süslenip gidiyoruz tüm aile, ihtiyacımız olan olmayan her şeye teklif veriyor dedem, şaşıyorum. Dayımın düğününde bile böyle para harcamamıştık.
89-90 sezonuna çok iyi başlıyoruz, şehirde adeta bayram havası, tribünler eskisi gibi kalabalık, bir de yeni taraftar grubu var. ’66 Gençlik, Önder Abi, Aydın Abi gibi gençler hep onları destekliyor artık, yönetim karşıtı. İstanbul takımlarının tezahüratlarını kopyalayıp sözlerini değiştiriyorlar, küfür de gırla. Ben çok eğleniyorum ama artık kavga da eksik olmuyor maçlarda. Her deplasman dönüşü gençlerin yüzlerinde faça. Bandırma’yla başa baş gidiyoruz, iyice alevleniyor aramızdaki husumet. Erol var, Deli Erol. Her maça çantasıyla gidip malzemecinin yanında oyunu seyrediyor, kendi kendine ısınma hareketleri yapıp arada hocaya laf atarak maça gireceği zamanı bekliyor ben kendimi bildim bileli. Arastaya her gelişinde önce “Balkes! şak! şak! şak!” tezahüratıyla esnafı selamlıyor, hemen akabinde bir densizin “Bandırma” deyivermesiyle ortalığı birbirine katıyor, küfür kıyamet. Bazen dedem çay ısmarlıyor Erol’a, dükkânın önündeki sehpaların üstüne oturup sessizce birlikte çay içiyoruz. Kulaktan kulağa yayılan efsaneye ben de inanıyorum, güya bir Bandırmaspor deplasmanında feci dayak yemiş, bir daha da iflah olmamış. İkinci yarıdaki Bandırmaspor deplasmanını dedemle radyodan dinliyoruz, onlar birinci biz ikinciyiz, aramızda bir puan fark var, durum kritik. Berabere bitiyor maç. “Erol’u ne kızdırmışlardır şimdi” diyor dedem. Ertesi sabah Önder Abi bir hışım giriyor dükkâna, “Nevzat Abi, duydun mu ne yaptı seninki?” Bandırmalılar şehre almamış Erol’u, girişte otobüsü durdurup Erol’u yaka paça indirmişler, çantasını bile alamamış. “Akşam dönerken Değirmenboğazı’na geldik, ani bir frenle durdu otobüs, yolun ortasında bir adam yatıyor, bir de baktık Erol.” Sırıtarak anlatıyor Önder Abi, okkalı bir fırça yiyor. “Erol bizim sırtımızda yük değil, biz çekeriz bundan sonra derdini, size oyuncak etmeyiz” diyor dedem, Önder Abi tırıs tırıs çıkıp gittikten sonra anlatıyor. Eski başkanlardan birinin oğluymuş meğer, çocukken evlerinde çıkan yangında uçmuş aklı.
90-91 sezonunda maçlara gitmeyi bırakıyorum, çok keyifsiz oluyor artık. Tribünler neredeyse bomboş, bir yandan da arkadaşlarımın hepsi üç büyüklerden birini tutuyor. Benim de gönlüm siyah beyazlı olandan yana kayıyor, futbolun başka türlüsünü öğreniyorum. Aynı yıl Balıkesirspor’un kendi sahasında en az seyirciye oynadığı -biletsizler dahil doksan kişi- İznikspor maçının ertesi günü Balıkesir’in ilk halı sahası Maracana açılıyor. Fenerbahçe’den Oğuz, Aykut, Nezihi gelmiş; açılışa özel dostluk maçı izdiham nedeniyle erken bitiriliyor.
91-92 sezonunda beklenen mucize gerçekleşiyor, 15 puan farkla şampiyon olup nihayet yeniden 92-93 sezonunda ikinci lige yükseliyor takım. Dedem birkaç maç beni heveslendirmeye çalışıyor. Eskisi gibi diyor, Fuat, Sarı İhsan, Maradona Kazım bile tribüne geliyor diyor, ama hiç pas vermiyorum. Zaten ergenlik sivilceleri basmış yüzümü, hem dedemle hem Balıkesirspor’la arama mesafe giriyor. 97’de tekrar üçüncü lige düşüyorlar, ben artık o şehirde bile değilim, Beşiktaş’ta yaşıyorum.
2001’de amatör lige düşüyor takım. Birkaç ay sonra da dedemin Alzheimer hastası olduğunu öğreniyoruz. Pek sık gidemiyorum ama annem anlatıyor telefonda, artık dükkâna da gitmiyormuş, işler dayıma kalmış. 2002’de bir hafta sonu ziyaretini Balkes maçına denk getiriyorum. Roller değişmiş, artık ben dedemi maça götürüyorum çünkü sık sık evden kaçıyor, yanında biri yokken sokağa çıkması yasak. Keşanspor maçı için evden çıkarken “Abla hava kapalı, şemsiye alalım mı?” diyor bana, bozuntuya vermeden şemsiyeyi alıp çantaya tıkıştırıyorum. Abla kardeş kol kola stada doğru yürüyoruz, yol boyunca dedeme çaktırmadan ağlıyorum. 2003’te Balkes daha ilk maçta eleniyor Orhangazi’ye, neyse ki dedem artık ne gazete okuyabiliyor, ne de radyo dinleyebiliyor. Arada sırada Balkes diye tutturduğunda dayım halı saha maçına götürüyor, tabii hep Balkes kazanıyor. 2004-2005 sezonunda amatör ligi lider bitirmişiz, ben pek takip etmiyorum ama dayım her maçı anlatmış, zorla da olsa bir şeyler hatırlatabilmek için. Kimisine el çırparak sevinmiş, kimisinde boş boş bakmış dayımın suratına. Final gruplarında ilk tur finali, tesadüfen Balıkesir’deyim, sabahtan kahvaltı ediyoruz dedemle, daha doğrusu ben çocuk maması gibi bir lapayı kaşıkla yediriyorum, o yerde bağdaş kurmuş oyuncak arabalarla oynarken… Bana abla demeye devam ediyor. Bense Sadık Amca, Fuat, Erol, Kazım… Aklıma kim gelirse masal gibi anlatıyorum. En çok Balkes’in birinci lige çıktığı sezonun anılarını dinlemeyi seviyor, çocukken ondan dinlediğim anılarını ters yüz edip anlatıyorum bıkmadan. Öğleden sonra annemin sıkı tembihleriyle çıkıyoruz evden, Gar Gazinosu’nda çay içmeyi teklif ediyorum, halbuki artık Gar Gazinosu yok, Akasyalar’da oturuyoruz. Kendime çay, dedeme ıhlamur söylüyorum seviniyor. Kapalıda oturmaya cesaret edemediğim için Şeref tribününde oturuyoruz, oyuna değil de etrafa bakıyor daha çok. “Refik nerelerdesin?” diye bağırıyor arkalardaki bir adama, Refik Amca öleli on yılı geçmiş. Arada bana skor soruyor, “Şimdi attık ya bir tane, görmedin mi?” diyorum, “Gördüm, gördüm” diyip iki dakika sonra tekrar soruyor. Neyse ki maçı penaltılarda 4-2 kazanıyoruz, tribünler sevinçten yıkılıyor, “Kazandık mı?” diyor bana dönüp. “Kazandık Nevzat.” diyorum, “Şampiyonuz, yarın sabah börekler Şengör’den.”
Balıkesirspor’un Süper Lig’deki – tam da beklendiği gibi – bir sezonluk misafirliği bitmişken; iki yılda iki küme yükselme başarısını gösteren takımın büyükler karşısında tutunamayışının nedenlerini sorgulamaya başlayıp, yanlış transfer politikalarından girip, endüstriyel futbolun kulüpleri mecbur kıldığı düzenlemelerden çıkarak, siyasetin futbola müdahalesi üzerine ahkam kesmeye niyet etmiştim aslında. Sonra vazgeçtim. Taraftarlık güzel, herkesin kendi taraftarlık hikâyesi en güzeli. Ötesini konuşmanın ne gereği var.
*Bu yazı, okurumuz Seda Ateş tarafından yazılmıştır.