Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

FutbolRöportaj“Benim İçin Lucescu…”

Mircea Lucescu, 13 yıl aradan sonra, bu defa milli takımın başına geçmek üzere Türkiye'ye döndü. Rumen teknik direktörü, eski yol arkadaşlarından dinliyoruz...

Mircea Lucescu, 2000 yılında Galatasaray’a geldi. Galatasaray’la bir UEFA Süper Kupa, bir Şampiyonlar Ligi çeyrek finali ve bir lig şampiyonluğu yaşadıktan sonra görevine son verildi. Rumen teknik direktörün yeni adresi ise çok uzak değildi. Cristoph Daum ile yollarını ayıran Beşiktaş’ın teklifini kabul etti. Siyah beyazlı takımla ilk sezonunda 100. yıl şampiyonluğu yaşadı. Üst üste ikinci şampiyonluğuna giderken ise olaylı bir Samsunspor mağlubiyetinin ardından takım dağıldı.

Türkiye’de dört yıl çalışan Lucescu’nun ülkeden ayrılışının üzerinden 13 sene geçtiğine inanmak zor. Zira bu 13 yılda neredeyse bir an bile gündemden düşmedi. Önce Galatasaray’ın onun gidişiyle başlayan gerileme dönemi boyunca adı sıklıkla “Onu göndermeyecektik” cümlelerinde anıldı. Ardından Vicente Del Bosque, Rıza Çalımbay, Jean Tigana gibi isimler şampiyonluğa ulaşamayınca futbolumuzdan hiç eksik olmayan ‘Lucescu sesleri’ Beşiktaş’ta yankılandı. Ve tabii ki Fenerbahçe. Aynı sesler pek çok defa Kadıköy’de de duyuldu.

Yine de Lucescu, en çok Galatasaray’la gündeme geldi. Bunda herhâlde en büyük etki, haksız gönderilişinin açtığı yaraydı. Lucescu, elle tutulur hiçbir başarısızlığı yokken Galatasaray’dan kovuldu ve 13 yıldır, sarı kırmızlı takımın neredeyse her teknik direktör değişiminde geri dönüşünün hayalleri kuruldu. En sonuncusu da bugünlerde yaşandı. UEFA Avrupa Ligi’nde İsveç ekibi Östersunds’a karşı yaşanan felaket, Lucescu’nun kariyerinin son dönemindeki düşüşün verdiği cesaretle Galatasaray Yönetimi’ni Rumen hocaya yönlendirdi. Ancak Türkiye Futbol Federasyonu’nun devreye girmesiyle, Lucescu’nun adresi bu defa Türkiye Milli Takımı oldu.

Dediğimiz gibi, gidişiyle gelişi arasında 13 yıl geçti. Ama bu 13 yılda Lucescu ismi Türkiye’den hiç uzaklaşmamış gibiydi. Tecrübeli teknik direktörün ismi, her yerde olduğu gibi Socrates’te de birçok kez anılmıştı. Şimdi geriye dönüyor ve bugüne dek yaptığımız röportajlardan Lucescu’ya dair bazı öne çıkan detayları paylaşıyoruz…

Fotoğraf: Depo Photos


“KARİYERİMDE ÇALIŞTIĞIM EN ETKİLEYİCİ TEKNİK ADAMDI”

Lucescu yalnızca Galatasaray ve Beşiktaş’ta iz bırakmadı. Çalıştığı oyuncuların kalbinde de kalıcı bir yer edindi. Onunla yolları yalnızca bir yıllığına, 2001-02 sezonunda kesişen Sebastien Perez, bunu yaşayanlardan biri. Fransız futbolcu, Socrates’in Nisan 2017 tarihli 25. sayısında İnan Özdemir ve Atahan Altınordu’nun sorularını yanıtlamıştı…

Türkiye’ye geldiğiniz ilk günlerde nasıl bir his edinmiştiniz?

Ben gelmeden önce kulüpten ayrılan ya da futbolu bırakan efsane futbolcular vardı. Bu da taraftarın kafasında müthiş bir kuşku yaratıyordu. Ancak bu endişeler bize pozitif olarak yansıdı. Herkes sahada kendi işini yaparsa ve kolektif bir ruh yakalarsak başarılı olacağımıza inanmıştık. Bu, teknik direktörümüz Mircea Lucescu’nun bize aşıladığı bir düşünce yapısıydı. O, bütün kariyerimde çalıştığım en etkileyici teknik adamdı. Tüm oyuncuları tek bir hedef etrafında toplayabilen, herkesi birbirine bağlayabilen birisiydi. Çok kültürlüydü ve takımdaki herkes onunla birlikte kendisini geliştirebileceğinin farkına varmıştı.

Lucescu, Türkiye’de bir yandan aldığı sonuçla takdir edilen bir yandan da açıklamaları, sert mizacı ve tavrı ile eleştiri alan bir teknik adamdır. Kişiliğinin bu yönü hakkında neler düşünüyorsunuz?

Bu ketum tarzının gerisinde futbolcularını korumak vardı. Bir oyuncu grubunu nasıl bir arada tutacağını iyi biliyordu. Basına çok fazla konuşmamasının sebebi buydu. Eğer oyuncularına bir şey söylemek istiyorsa bunu direkt olarak yüzümüze söylerdi. Taktiklerini, fikirlerini bizimle konuşmayı severdi. Bu özelliği de hepimizin futbol bilgisini geliştirdi.

Fatih Terim’in ilk döneminde Galatasaray saldıran, atak yapan bir hücum takımı olarak bilinirdi. Lucescu döneminde bunun değiştiği, savunmaya ağırlık verildiği konuşuluyordu ve Rumen teknik adam bundan dolayı eleştiri alıyordu. Bu size göre haksızlık mıydı?

Taktiksel olarak Fatih Terim dönemini bilmiyorum. Onun takımında oynamadım ya da ona karşı forma giymedim. Fakat Lucescu döneminde işlerin dışarıdan bakıldığı gibi olmadığını söyleyebilirim. İyi hücum yapıyorduk, çok gol atıyorduk ve bunu sadece küçük takımlara karşı değil, büyüklere karşı da yapıyorduk. Arif Erdem o yıl gol kralı olmuştu.

Lucescu’nun o sezon yollanmasına dair neler düşünüyorsunuz?

Büyük bir hataydı. Lucescu kulüp için çok önemli işler yapmıştı. Oyuncular arasında bir bağ kurmuş, ayrılan büyük isimlerin yerini çok iyi doldurmuştu. Rakip takımları çok iyi analiz eden, kendi ekibi kadar karşısındakinin neler yapacağına da kafa yoran bir antrenördü. O gittiğinde Shakhtar kimsenin adını bilmediği bir takımdı ve kısa sürede UEFA Kupası ve Süper Kupa kazandılar. Bütün bu başarıların arkasında da o vardı.

Bir ara medyada Lucescu’yla sorununuz olduğu yazılmıştı…

Hayır. Tam tersine, ilişkimiz müthişti. Hatta sene sonunda onunla çok sayıda görüşme yaptım. Niyetim, Marsilya dönmemi istese de onunla birlikte burada kalmaya devam etmekti. Ama en sonunda bana kulüpte kalamayacağını, Fatih Terim’in geri döneceğini söyledi. Birkaç yıl sonra bir Şampiyonlar Ligi maçı için Marsilya’ya geldiğinde onunla karşılaştık ve uzun uzun sarıldık. Birbirimize karşı çok derin duygular ve saygı besledik her zaman.

Fotoğraf: Depo Photos

“LUCESCU’NUN YANINDA İNSAN KENDİNİ EKSİK HİSSEDİYOR”

Feyyaz Uçar ise Beşiktaş döneminde Lucescu’nun yardımcılığını yapmıştı. 2002-03 sezonu başında Rumen hocayla birlikte göreve gelen Beşiktaş efsanesi, 100. yılda yaşanan şampiyonluk ve ertesi yıl şampiyonluğa giderken yaşanan çöküşü Lucescu’yla birlikte yaşadı. Socrates’in Mayıs 2017 tarihli 26. sayısında İlhan Özgen’e röportaj veren Uçar’ın Lucescu’ya dair anlattıklarından öne çıkanlar şöyleydi:

Antrenörlük tecrübenizde Mircea Lucescu’nun yeri de ayrıdır muhakkak…

Onunla çalışırken kendini çok ezik hissediyorsun. Lucescu’nun masasında bir yöneticinin oturma süresi iki dakikadır. Hayatta oturamaz. Babanın İspanyolcası var, Fransızcaya hâkim, İtalya’da yaşamış… Fransızca başlıyor konuşmaya, İtalyanca devam ediyor, İspanyolca bitiriyor. İlk aklına gelen dilde konuşuyor. Bir insanın bu kadar dili bilme şansı olmadığı için de hiçbir yönetici iki dakikadan fazla dayanamıyor tabii. Lucescu, ben ve kondisyoner Carlo kalıyorduk masada. O da mecburiyetten.

Futbola yaklaşımı, anlatması ve birikimiyle insan şöyle bir düşünceye kapılıyor: “Ulan, niye bu kadar eksiğim?” Sezon başı kondisyon antrenmanından önce nasıl kondisyon kazandığımızı bilimsel terimlerle anlatıyor. Zamanla ezikliğin geçiyor ama “Bu adam için daha fazla ne yapabilirim?” diye düşünüyorsun bu sefer de. Bunu yaparken de dikte etmiyor. Bir insanın iki sene boyunca hiç sesi yükselmez mi ya! Belki bir milyon kere kızdı ama hiç bağırdığını duymadım.

Onun sayesinde oyuncularımla İngilizce, İtalyanca ve Fransızca futbol konuşabiliyorum. Kendini geliştirme hissiyatı veriyor sana. Onun oyun anlayışı, defansif eleştirileri alır. Ama detaylı baktığınızda hiç de öyle değildir. Taktik anlayışında; rakibi kendi sahana çekip, elimine edip, kendi sahasında rakibi yalnız yakalamak gibi bir anlayış var. Bu da en garantili plan aslında. Skor ne olursa olsun avantajlıdır. Maç 0-0 gittiği sürece bu sistemde hiçbir sorunun yok. Geriye düştüğün zaman da ileride baskı yaptırmazdı. Rakip öne geçip geriye çekildiğinde bu sefer aynı oyunu rakip sahada oynamayı düşünürdü. Maçın gidişatı sana yol gösteriyor. Başarılı olmaması zor ihtimal. Bunları görüyorsun adamda. Mesela Avrupa maçlarında önce, bir firması vardı, oradan bir dosya geliyordu, sekiz sayfa! En dip bilgiye kadar da inceliyor ve anlatıyordu.

Olayları karşılama şekli de çok farklıydı. İsmini vermeyelim, bir oyuncumuz, önemli bir maçtan önce kamptan kaçmış. Sabah benim kapı çalınıyor. Açtım,  kulüp müdürü.

— Feyyaz Hocam, Lucescu’ya söyleyemem. Bir şey oldu.
— N’oldu?
— Şu futbolcu, 3:02’de tesisten ayrılmış 5:00 gibi dönmüş. Ben söyleyemem sen söyle hocaya.

Sekizde kapsını çaldık, “Hocam, bir sıkıntı var” deyip durumu anlattım. “Tamam” dedi, kulüp müdürüne teşekkür etti, bana da o oyuncuyu alıp, gelmemi söyledi. Gittim, aldım. Oyuncuya baktı, yazılı raporu gösterdi ve şunu söyledi: “Bak, dün gece gitmişsin. Yarın da maç önemli. Benim için o kadar güzel ki bu. Şu raporu basına bir yansıtırım, bu maçta beş yesem de kimse bana gık demez. Bana bahane hazırladın, beş yesem de şarabımı içer keyfime bakarım. Ama sen bitersin. Ben böyle yapmayacağım. Bu olay, dördümüzün arasında kalacak.” O futbolcu, üç haftada altı gol falan attı sonra. Başka bir antrenör olsa, kamptan kovar ya da kadro dışı bırakırdı. Yardımcısı ya da futbolcusu isen seni iyi şeyler yapmaya mahkum ediyordu. Adam topçuyken bile sabah kalkıp, oyuncuları evden alıp takımı çalıştırıyormuş. Hayatı futbol. Bir tek ağaçları çok severdi. Sahada çim kalktı mı yandın! Gideceksin, düzelteceksin o çimi.

İşler kötü giderken kontrolünü kaybedebiliyordu ama. Samsun maçı sonrası mesela…

Şunun birikmesiydi o durum. Aynı şeyi Galatasaray antrenörüyken de yaşadı. Fenerbahçe maçında dört oyuncusu atılmıştı. Galatasaray’da yönetim ve diğer futbol seyircileri, onun beklediği tepkiyi vermişti. Beşiktaş’ta o tepki tam olarak verilmedi. Beşiktaşlılar dışında kimse beklenen tepkiyi vermedi. “Hakem iyi yönetti” diyen gerzekler bile oldu. Hoca, desteği alamayınca gündeme gelmeye başladı. Bu sefer de karşı taraf düşman bellemeye başladı. O da aleyhimize işledi. Fenerbahçe ya da Galatasaray hocasıysan bir şeylerin üstüne gidebilirsen ama Beşiktaş hocasıysan tavsiye etmem.

Ne yazık ki Beşiktaş’ın kamuoyunda, medyada o lobisi yoktur. Samsun maçını geçemedik ve bitirdi bizi.

Fotoğraf: Getty Images

“DETAYCI, ÇALIŞKAN, İNSANCIL”

Socrates’in dün yayımlanan 29. sayısında ise Galatasaray’ın 2000 yılında Real Madrid ile oynadığı Süper Kupa maçına dair bir sözlü tarih dosyası hazırladık. Editörlerimizden Atahan Altınordu ve Kutay Ersöz, UEFA Kupası’nın kazanıldığı 17 Mayıs 2000 gününden Süper Kupa şampiyonluğuna giden yolu, o süreci yaşayan dokuz kişiyle konuştu. Geniş dosyada, ismi en çok geçen isimlerden biri de tabii ki Mircea Lucescu’ydu. Bazı kısımları alıntılıyoruz…

Burak Elmas: Dört sene üst üste lig şampiyonu olmuş ve UEFA Kupası’nı kazanmış bir teknik adamın yerine gelmek kolay bir şey değildi. Üstelik tarzları çok farklı iki kişiden söz ediyoruz. Fatih Hoca Florya’daki çiçeklerden, oyuncuların gece dışarı çıkıp çıkmadığına kadar her şeyi kontrol eden ve yönetimi rahatlatan bir teknik adamdı. Hatta eşi Fulya Abla, oyuncu eşleri ile bile ilgilenirdi. Bunlar bir yönetici için çok rahatlatıcı durumlardı. Yönetici daha çok stratejik işlere odaklanıyordu. Lucescu ise Türkiye’ye has bu sistemi tabii ki bilmiyordu. Biz Ali Abi ile adeta yardımcı antrenör gibi ona çok yakın çalıştık. Basın toplantılarına girip yarıda kesmek zorunda kaldık. Çünkü Lucescu’ya çok haksız eleştiriler yapıldı, onu korumalıydık.

Hakan Ünsal: Çok insancıldı; yaklaşımı, sohbeti, muhabbeti… Çok fazla teknik adamla çalışmadım ama diğer futbolcu arkadaşların da çalıştıklarını biliyorum, mesela tüm takıma hediye getiren nadir teknik adamlardan bir tanesidir. İtalya‘dan bir izin dönüşü hepimize hediye getirmişti. Yeni jenerasyon teknik adamlarda bu vardır belki ama o dönem tekti. Detaycıdır, çalışkandır, insancıldır. İtalya’da çalışmış olduğu için savunmaya biraz daha fazla önem veriyor olması eleştirildi o dönem. Ama aslında çok anormal bir savunma anlayışı da yoktu, bir önceki yılın takımını gördükten sonrasının değişimiydi o aslında.

Suat Kaya: Fatih Hoca zamanında saldıran, koparan, parçalayan, herkesin oyunun her tarafında olmasını gerektiren bir oyun anlayışımız vardı. Lucescu, İtalyan mantalitesiyle “Önce yemeyeceğiz, yemeyeceğiz, sonuna kadar yemeyeceğiz, bir tane atacağız” diyordu. Bize geri pasın yasaklandığı ortamdan, bir anda 40 metreden Taffarel’e top atmaya başladık. Niye? Top bizde kaldı, hoca mutlu, oyuncular mutlu… Fatih Hoca zamanında sen geri pası dene istersen, kenarda direkt kement havada dönüyordu!

Burak Elmas: Bir gün bana haber geldi, “Oyuncular Lucescu’yu dinlemiyor” dediler. “Nasıl olur yahu” diyerek soyunma odasına gittim. O gün hayatımda ilk ve son kez maç toplantısına girdim. Tabii Lucescu işini çok ciddiye alıyordu. Galatasaray için her maç çok önemlidir ama o gün açıkçası çok da kuvvetli olmayan bir takıma karşı oynayacaktık. Lucescu o rakibi iki saatte anlattı. Oyuncular da o kadar detaylı dinlemeye alışık değiller. Zaten biz Türk toplumu olarak böyle uzun dinlemelere gelemeyiz. “Hocam bunun bir arasını bulmak lazım. Tamam süper ama her maçı tek tek oyuncu detaylarıyla anlatmaya gerek yok” dedim. Öyle olunca oyuncuyu da kaybediyor. Biraz o uyum sağladı biraz oyuncular. Ama benim çalıştığım hocalar arasında maç toplantısı en uzun süreni oydu.

Hakan Ünsal: Lucescu’nun en büyük özelliği detaycılıktır. Benim gördüğüm en detaycı teknik adamdır. UEFA Kupası’nı kazanmış takımın özgüveni nerelerdeydi düşün. Ali Sami Yen’de oynayacağımız bir Denizli maçıydı sanırım, toplantı yapıyoruz Florya’da, Lucescu rakip takımı bir anlatıyor, Real Madrid halt etmiş yanında. Rakibin sağ kenar oyuncusu alır topu içeri girer, oradan şöyle vurur, sağ bek şuradan bindirir, forvet şuradan alır, şöyle yapar falan… Biz birbirimize bakmaya başladık “Ya bu bizim oynadığımız Denizlispor değil mi” falan diye…  Şunu fark ettik sonradan; adam bu detayları anlatarak, o endişeyi sana da vererek seni daha zinde tutuyor. Çünkü sonra maçın içerisinde dikkat ediyorsun, önlem alıyorsun. Biz o dönem rakiplere, kim ne yapmışa da çok bakmıyorduk çünkü. Biz zaten dikte ediyorduk oyunu. Dolayısıyla oyunun bu tarafına da bakıp rakibi tanımaya başlayınca ve hocanın söyledikleri de çıkınca saygınlığı artıyor senin gözünde.

Burak Elmas: Bir gün bir maçtan sonra bir oyuncu ile konuştuk. O dönemde bazı oyuncuların performansları da artıyordu. Onlardan biri ile konuşuyordum, ne olduğunu sordum. Oyuncu da bana “Abi valla değişik bir sistem bu. Ama adam bana ne derse saha içinde çıkıyor. Bir maç tam dinledim, o maçta tam performans gösterdim. Dediği her şeyi yaptım, en iyi maçlarımdan birini oynadım” dedi.

Fatih Akyel: Lucescu tabii ki maçtan önce oyuncusunu motive ederdi ama Fatih Terim gibi bağırarak oyuncuyu gaza getirmek gibi özellikleri pek yoktu. Ama motivasyon anlamında her hocanın olduğu gibi onun da söylediği laflar oluyordu. Fatih Hoca gibi hırslı bir tarzı yoktu, daha sakin anlatmayı tercih ediyordu. Ama gerek konuşmaları, gerek motivasyonu, gerek teknik – taktiği ile takımını maça çok iyi hazırlıyordu.

Hakan Ünsal: Lucescu da soyunma odasında elbette ciddiydi. Aradaki tek fark, Fatih Hoca söyleyeceklerini direkt söylüyordu ve hissettiriyordu aynı zamanda. Lucescu’nun hareketlerinden, mimiklerinden, vücut dilinden bir şeyler anlıyorsun ama işte sana bir tercüman vasıtasıyla geliyor. Onun da bence şansı böylesine hazır, etkili bir takımla beraber olmasıydı. Önceki döneme göre nispeten bir tık daha rahattık. Florya’da kahkahalarla çınlıyordu her yer. O da o rahatlığı veriyordu zaten. Böyle bir takımı sıkmanın bir manası yoktu. Herkes sahada görevini biliyor, ezberlemiş, kazana kazana gidiyorsun… Lucescu da bu özgürlüğü sağlayarak bu değişimin normal ve iyi geçmesini sağlıyordu. Tabii bir taraftan inanılmaz sert, tempolu idmanlar olurdu ama nasıl zevk aldığımızı maçları ya da idmanları izleyenler görürdü. Süper Kupa kazanıldı, ikinci yılında şampiyon olduk. Devam edilseydi Lucescu’yla yine şampiyon olurdu o takım.

Fotoğraf: Vremea Noua

“BİR SİNİRLENDİĞİNİ GÖR…”

Mircea Lucescu’yu en yakından tanıyan isimlerden biri de kuşkusuz Gheorghe Hagi. Lucescu ile Brescia, Galatasaray ve milli takımda mesai paylaşan Rumen yıldız, dergimize verdiği röportajda ondan şu şekilde bahsetmişti:

Lucescu sizin için ne ifade ediyor?

Futbolu bilen, futbolcuyu seven, bir insan olarak bana çok şey öğreten biri. Zeki, yarışmacı ve çok yaratıcı bir insan. Takım yaratıyor, oyuncu yaratıyor. Çalışmayı çok seviyor, futbolu çok seviyor. Bu kariyere sahip olmasının nedeni bu. Bana da çok yardımcı oldu. Beni genç takımdan direkt olarak A Milli Takım’a yükselten kişidir. Kariyerimde çok önemli bir adımdı.

(…) Lider sert olmak zorunda mıdır gerçekten? Lucescu da çok iyi bir liderdi ama daha yumuşak karakterliydi?

Lucescu mu sert değildi? Ben liderin niteliğinden bahsediyorum, davranışlarından değil. Davranışlar duruma göre şekillenir. Karşındaki kişinin kim olduğuna göre, sen de sert ya da yumuşak olursun. Ama ses olarak, ton olarak, her an güçlü olacaksın. Lucescu’nun bir sinirlendiğini gör, hele ki gençliğinde… Bana Lucescu’yu anlatma, onun kim olduğunu çok iyi biliyorum! Ben de şu anda 35 yaşındaki gibi değilim. Daha sakin, daha oturmuş, daha olgun bir adamım. Yaşlanırken daha çok düşünmeye başlarsın. O kadar heyecanlı değilsindir. Her şeyi daha iyi idare edersin.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Tahterevalli

Tahterevalli

3 sene önce
Başka Bir Yol

Başka Bir Yol

4 sene önce
Hayal Albümü

Hayal Albümü

4 sene önce