Dick Advocaat, -özellikle Hollanda Milli Takımı’ndaki döneminde- büyük tartışmalara sebep veren kariyerinde; lig ve kupa şampiyonluklarının yanına Zenit ile birer UEFA Avrupa Ligi ile Süper Kupa şampiyonluğu da eklemişti. Buna rağmen Fenerbahçe ile anlaşmasının ardından ‘yeterli olabilecek mi?” tartışmalarına engel olamadı. Aslında bunun Advocaat’la ilgisi olduğu kadar Fenerbahçe’nin tarihiyle de bir ilişkisi olabilir.
Nitekim lig tarihi boyunca kulüpler düzeyinde Avrupa Kupalarında şampiyon olmuş ya da final oynamış birçok antrenörü İstanbul’a getiren Fenerbahçe’de, Avrupa kariyerleri çoğu zaman göz ardı edilmiştir. Özgeçmişi parlak bu antrenörlerin bazıları başarılı olurken, bazıları da beklentileri karşılamadığı için evinin yolunu tutmuştur. İşte Avrupa Kupaları’ndaki başarıları sonrası büyük ümitlerle Fenerbahçe’nin başına geçen yabancı antrenörler:
Abdullah Gegiç
30 ve üzeri yaşta hiç oyuncusu bulunmayan Partizan, Mayıs 1966’da Real Madrid’in karşısında çıktığında, Avrupa Kupaları tarihinin en büyük sürprizlerinden birine imza atmıştı bile… İspanyol devinin bileğini bükemeseler de zorlamışlar, 2-1’lik yenilgiyle Heysel Stadı’ndan ayrılmışlardı. Buna rağmen Avrupa basını, Partizan’dan övgüyle bahsetti. Aslan payını ise antrenör Abdullah Gegiç’e vermişlerdi.
“Fenerbahçe, antrenör Gegiç ile anlaştı.” 22 Mayıs 1966’da gazetelerin spor sayfalarından verilen bu haber, Türkiye’de büyük yankı uyandırdı. Beşiktaş’ı çalıştıran Ljubisa Spajic, “Fenerbahçeliler büyük iş başarmış” yorumunu yaparken, Gegiç’in kıymetinden de söz ediyordu… Şampiyon Kulüpler Kupası finalisti Partizan’ın çalıştırıcısı Abdullah Gegiç, 9 Haziran’da mukaveleye imza attı… Fenerbahçe Başkanı Faruk Ilgaz, sezon başlamadan şampiyonluktan emindi. Gegiç ise ilk iş olarak kendine has antrenman tekniklerini uygulamaya başladı. Hava topları için sarkaçlara toplar bağlattı, top hakimiyeti içinse boyunlara karton… Dönemin sağ beki Şükrü Birand, Gegiç’in metotlarını şöyle hatırlıyor: “Gegiç’in sayesinde hakikaten büyük aşamalar kaydettik. Partizan’ı Avrupa Kupası’nda final oynatan antrenördü. İstasyon çalışmaları dediğimiz çalışmalar vardır futbolda. Onunla beraber yapmaya başladık. Çok iyi kondisyon yüklemişti bize.“
Fenerbahçe, sezona da iyi başladı. İlk 15 maçta sadece Galatasaray’a yenildiler ve Beşiktaş’la beraber şampiyonluk için yarışmaya başladılar. Fakat Ocak 1967’den itibaren Gegiç için işler iyi gitmedi. Özellikle Göztepe ve Altınordu maçlarında art arda puan kaybeden Fenerbahçe, 16 Nisan’da da Altay’a mağlup olup liderliği Beşiktaş’a kaptırdı. Basında eleştiriler yükselirken, Gegiç’in transfer ettiği kaleci Vasilije Radovic ve Lazar Lemic de eleştirilerden nasibini alıyordu. Nisan sonunda 10 kişilik Hacettepe karşısında kaybedilen puan, Gegic’in sonu oldu. Sezon sonunda takımdan gönderilirken, spor sayfalarında büyük bir haber dikkat çekiyordu: “Can, geri dönüyor”
Can Bartu, Lazio’dan Fenerbahçe’ye döndü, takımın başına Ignace Molnar getirildi ve beş kupalı 1967-1968 sezonu, Fenerbahçe tarihine geçti. Fakat o sezonla ilgili Şükrü Birand’ın fikirleri farklı: “Ignac Molnar geldi ve beş kupalı dönem yaşandı. Ancak Molnar’ın antrenmanlarıyla değil, Gegiç’in yapmış olduğu antrenmanlarla gelmiştik o seviyeye.”
Babasına verdiği bir söz nedeniyle Partizan’daki kral tahtını bırakarak Türkiye’ye gelen Abdullah Gegiç, kendini kanıtlamak için Eskişehir’in yolunu tutacak ve ertesi sezonun ilk haftalarında Fenerbahçe’yi 3-0’la bozguna uğratacaktı. Harika bir takım yaratan Gegiç, Anadolu’dan çıkan bir takımın da şampiyonluğa oynayabileceğini kanıtladı. Es Es’in yıldızı Fethi Heper, Fenerbahçe’ye ‘minnetini’ şu sözlerle dile getirmişti: “Gegiç gelmeden ‘topçuyduk’, Gegiç’le birlikte ‘futbolcu’ olmayı öğrendik. İyi ki Fenerbahçe kovmuş!”
Eskişehir’deki futbol mühendisliği, Türkiye Kupası ve Cumhurbaşkanlığı Kupası ile ödüllendirilen Gegiç’in Fenerbahçe ile yolları bir kez daha (1975) kesişse de, yine aynı son onu bekliyordu: Yıldızlarla tartışmalar, basın ve veda…
Friedel Rausch
Friedel Rausch, 27 Mayıs 1980 Salı günü Atatürk Havalimanı’na indiğinde ülke futbol tarihinin önemli anlarından biri yaşanıyordu. Kulüp başkanı Razi Trak ve Dış İlişkiler Koordinatörü Ali Şen ile poz veren Alman antrenör, 20 gün önce Eintracht Frankfurt ile UEFA Kupası’nı kazanmış ve daha sonra da İstanbul seyahati için bavullarını hazırlamaya başlamıştı. Bir sezon önce ligi ikinci bitiren Fenerbahçe, şampiyonluk için büyük bir hamle yaptığından emindi. “Fenerbahçe’ye yeni bir yaşamla birlikte, Avrupa stili futbol da getireceğim.” diyen Rausch da yöneticilerin iddiasını pekiştiriyordu. Fakat beklenen olmadı. Fenerbahçe 1980-1981 sezonunu 10.lukla tamamladı…
Bu başarısızlık, Cemil Turan’ın futbolu bırakmasından sonra yaşanan golcü sıkıntısına mal edildi. Rausch’un transferinde pay sahibi olan Ali Şen de 1981’de başkan seçilince, Alman antrenöre bir şans daha verilmişti. 1981-1982 sezonu Rausch ve Fenerbahçe için iyi başladı. 11 futbolcu transfer edildi ve Ocak ayına girilirken ligin zirvesinde sarı lacivertliler vardı. Devre arasında, gurbetçi Erhan Önal’la kadrosuna takviye yapan Rausch için her şey iyi gidiyordu. Bild’e verdiği röportajda, Türkiye’deki seyircilerin İtalya ve İspanya’dan daha tutkulu olduğunu söyledi, galibiyette sevinçten, mağlubiyette üzüntüden rakı içildiğini belirtti. Fakat kafasındaki planın ne olduğu da alt metinlerde geçiyordu: “Bu yıl sözleşmemi uzatmayacağım. Çünkü insan bir süre dışarıda kaldı mı çok şeyini kaybeder.” Rausch’un sözleşmesini uzatmamasına gerek kalmadı…
Ocak ayındaki ilk maçta Trabzonspor’la berabere kalan Fenerbahçe, bir puanı ve Alpaslan Eratlı’yı kaybetmişti. Liberosu olmadan Bolu ve Sakarya karşısında çıkan takım, sahadan iki mağlubiyetle ayrılırken, liderliği de Sakaryaspor’a kaptırmıştı. Rausch için tehlike çanları çalmaya başladı. Sadece Bursaspor karşısında galibiyet alabilen Fenerbahçe, yeni yılda oynadığı maçlarda gol sorunu yaşıyordu. Son damla, Nisan’daki Galatasaray maçı oldu. 0-0’lık beraberlik, oynanan kötü futbol ve liderlikten dördüncülüğe düşülmesi, Rausch için veda anlamına geliyordu. Alman antrenör, 10 Nisan’daki veda yemeğinde “Futbol için olmasa bile tatil için mutlaka Türkiye’ye geleceğim” diyerek ülkeden ayrıldı.
Rausch, Türkiye sonrasında Frankfurt’taki günlerine pek de ulaşamadı. Geriye, Fenerbahçe’nin kaptanı ve liberosu Alpaslan Eratlı’nın Rausch’un metotlarıyla ilgili övgü dolu sözler kaldı: “Çalıştığım en iyi hoca Rausch’du. Savunma adamlarına ayrı, hücum adamlarına ayrı antrenmanlar yaptırırdı. Her oyuncuyla bire bir ilgilenirdi. Saha dışında da oyuncularıyla iyiydi. Çengelköy’de balık yerdik, bir kadeh içmeme izin verirdi. O zaman antrenörler buna izin vermezdi. Adam, biraz da benim yüzümden gitti. Ben o dönem sakattım; bir oynuyordum iki oynamıyordum. İlk yarı dört puan öndeydik, sonra üst üste oynamadım ve puan kaybetmeye başladık sonra da gönderildi. Giderken de ‘Senin yüzünden bu ülkeden gidiyorum.’ demişti.”
Branko Stankovic
Rausch ile umduğunu bulamayan başkan Ali Şen, ertesi sezon yakın ilişkilerinin olduğu Yugoslavya’dan kariyerli bir hocayı daha İstanbul uçağına bindirecekti. Futbolculuğu döneminde, Avrupa’nın en önemli sol beklerinden, meşhur Stanley Matthews’un en çekindiği savunmacılardan olmayı başarmış Branko Stankovic, topçuluk sonrası antrenörlüğe soyunmuş ve Yugoslav sınırlarında büyük işler yapmaya başlamıştı. Vojvodina gibi küçük denecek bir kulüple ligi kazandığında, takvimler 1966’yı gösteriyordu. Kariyerinin zirvesini ise, futbolculuk dönemindeki gibi Kızılyıldız’da geçirdi. İki lig şampiyonluğunun yanına, 1979 UEFA Kupası Finali sıkıştırmayı başarmıştı. Kondisyona ve kontra atağa dayalı futbolu ile başarılar kazanan Stankovic, 1982-1983 sezonu hazırlıklarına başladığında da aynı düsturu sürdürdü.
Ağır idmanlar yaptırdı, futbolcularını yordu -zaman zaman kadro dışı bıraktı- ve sezon sonunda Fenerbahçe’yi Trabzonspor önünde zirveye taşıdı. “Ali Şen Başkan, Fenerbahçe şampiyon” sloganlarına alt yapı sağlayan şampiyonluğa rağmen Stankovic, başkanı kadar iltifat almıyordu. Özellikle oyuncuların şikayetleriyle karşılaştı. Birçoklarına göre o sezon şampiyonluğu getiren 4-4’lük Galatasaray maçında, soyunma odasında kaptan Alpaslan Eratlı’yla tartıştı. Alpaslan Eratlı olayı şöyle anlatıyor: “Soyunma odasına 3-1 mağlup gittik. Kafasındaki düşünce ‘Aman fark olmasın!’dı. Ben de dedim ki, ‘Beyler, dört-beş yemeyi bırakın da kaç gol atarız? Kimse geri gelmesin, 3-1 olsa n’olur, 5-1 olsa n’olur!’ Derbilerde farkı değil, kazanmayı düşünürsün. İkinci yarı başladı, bir tane daha yedik. Stankovic’i görmen lazım! Ama sonra 4-4’e getirdik. Anlayacağın, hocayı dinlemedik ve maçı çevirdik.”
1983-1984 sezonuna yine iddialı giren Fenerbahçe, bu sefer ligi ikinci bitirirken, 3-1’lik Sarıyer mağlubiyeti sonunda Stankovic ile yollar ayrıldı. O sezon Fenerbahçe’ye transfer olan İlyas Tüfekçi, hocasını “Garip bir adamdı. Özcan’ın (Kızıltan) gülme hastalığı vardı. Maça çıkacağız, o da 11 oynuyor. Biri bi şey yapınca Özcan güldü. Stankovic delirdi, ‘out, out!’ diyerek kovdu, kadro dışı bıraktı Özcan’ı. Bir de garip kahvaltıları vardı. Sabah sekizde çiğ et yedirirdi…” sözleriyle anıyor.
Sistemiyle birlikte Avrupa yakasına geçen Stankovic, Beşiktaş’la da bir lig şampiyonluğu yaşadıktan sonra 1986-1987’de bir kez daha Kadıköy’e dönse de, performansı ilk ziyaretinden uzak, ‘gariplikleri’ ise aynıydı. Bir kahvaltı anısını da Abdülkerim Durmaz’dan dinleyelim:
“O zamanlar öğlen lig maçları vardı. O maçların sabahında da sekizde dokuzda maç kahvaltıları olurdu. Stankoviç de normal kahvaltı yedirtmezdi bize. Az pişmiş, kanlı biftek, yanında püre ve su. Düşünsene sabah sekiz, gözlerin açılmıyor. Canın bir bardak çay veya beyaz peynir istiyor. Hepsi yasak. Bir de ondan önce Veselinoviç’le çalışmışız. Her şey serbestti. Kahvaltıda pastırmalı yumurta yiyorduk, ağzını açmıyordu. Onun için o sezon şampiyon olduk zaten! Bir antrenör düşün, onunla her şey serbest. Maçtan önceki gece uyumana bile karışmıyor. İstersen o gece 2‘ye, 3’e kadar otur. Stankoviç öyle mi? O, akşam 10’larda odana geliyor, ışığını kapatıyor. Hatta odadaki televizyonları toplatıyor. Çok sıkı biriydi. Hayatı zindan etti bize.
Sabahın sekizinde Allah aşkına kanlı biftek yenir mi ya! Çatalı bir batırıyorsun kan fışkırıyor. O sabah da içim almadı. Üç saat sonra da maç var. Stankoviç de başımızda, tabakları kontrol ediyor. Ben de bir plan yaptım; bifteğin üstünü püreyle örttüm. Sonra ‘yemek bitti’ mahiyetinde kaptan Cem Pamiroğlu afiyet olsun deyince hemen odaya fırladım, oda servisini aradım. Yumurta, beyaz peynir, salam, zeytin, güzel bir de çay istedim, beklemeye geçtim. Bir süre sonra kapı çaldı. Kapıyı açtım, elinde tepsiyle bir görevli. “Geç, geç ağabey” dedim. O içeri girince birden arkasından Stankoviç ve yardımcısı da içeri girdi. Sürekli bizi takip ediyor ya, herhalde o sabah da benim yemediğimi görmüş. Zaten biraz psikopat biriydi. İkinci Dünya Savaşı’nda Naziler’e esir düşmüş.
Başladı Yugoslavca bağırmaya, çağırmaya. Tercümanı İlyas ağabey de anlatıyor: “Sen nasıl futbolcusun? Biraz sonra maç olacak, niye yemiyorsun! Bu ne disiplinsizlik! Kovdum seni, al çantanı git!” Samsun’dayız, nereye gideyim? Maç sabahı, birden kadro dışı kaldım. Maçı tribünden izledim, bir de 4-0 kaybettik. Ben bir taraftan seviniyorum, iyi oldu moruk için diye. Sonra kabak yine bize patladı. İstanbul’a geldik süresiz kadro dışı ve zamanın parasıyla 5 milyon lira para cezası…”
Guus Hiddink
Fenerbahçe 1-Aydınspor 6! Bu skor Fenerbahçe tarihinin en berbat lig açılışıydı. 1988-1989’daki 103 gollü şampiyonluktan sonraki sezonda sakatlıklar nedeniyle istediği sonuçları alamayan Fenerbahçe’de, başkan Metin Aşık, sezona flaş bir isimler girme kararı aldı. PSV Eindhoven ile 1988 yılında Şampiyon Kulüpler Kupası’na ulaşan Guus Hiddink ile görüşüldü ve Hollandalı teknik adam, 1990-1991 sezonu öncesinde Dereağzı’nın yolunu tuttu.
Her şey güzel başlamıştı ya da basın tarafından öyle aktarılıyordu. Hazırlık dönemindeki her antrenmanın haberi, “Müthiş Hiddink” minvalindeydi. Yeni yeni moda olmaya başlayan 3-5-2 ile Fenerbahçe’nin Avrupa standartlarına yükselmesine kesin gözüyle bakılıyordu ki, sezon başladı. Fenerbahçe, kendi evinde Aydınspor’a 6-1 mağlup olduğunda, Hiddink’e olan güven sarsılmaya başladı.
Maçın hemen sonrasında soyunma odasına dalan foto muhabirlerinin yıkılmış futbolcuları görüntülemeleri ve buna Hiddink’in izin verdiği yönünde çıkan haberler, kulübü karıştırmaya yetmişti. Hiddink, yıllar sonra yayımladığı otobiyografisinde Aydınspor maçını şöyle hatırlıyordu: “İlk lig maçımızda hem de kendi sahamızda Aydın bizi 6-1 mağlup ettiğinde otobüsün perdelerini kapatmak zorunda kaldık çünkü kızgın taraftarlar bizi taş yağmuruna tuttu.”
Sorunlar Aydın maçıyla bitmedi. 3-5-2 sistemine alışık olmayan futbolcular, devamlı değişen mevkiler ve basının ‘ana besin kaynağı’ olması Hiddink’in işini epey zorlaştırmıştı. Kaleci Schumacher’le yaşadığı tartışma, basında ‘Toni’ye yumruk attı’ şeklinde yansıdı. Hiddink daha sonra bu konuya açıklık getirecek ve Schumacher’le basına şaka yapmak istediklerini ama olayların abartıldığını söyleyecekti ama açıklaması güç olan durumlar da vardı: Alınan sonuçlar. Fenerbahçe, ligin ilk 13 haftasında beş mağlubiyet almıştı.
Bu yenilgilerin biri sonrası yaşananları, o sene transfer olan Semih Yuvakuran 2010 yılında verdiği röportajda, “Sezona Aydın faciasıyla başladık, öyle de gitti, bir galibiyet, iki mağlubiyet böyle devam ediyoruz… Dehşet kötü haftalar geçiriyoruz. İşte öyle bir hafta Gençlerbirliği’nden üç yedik, ertesi gün antrenmanı taraftar bastı. Tam 50 tane eli sopalı adam Dereağzı’nda üstümüze yürüdü, hepimiz kaçıştık. O hengamede bir baktım Hiddink neye uğradığını şaşırmış, herkesten önce koşuyor… Hızla girdi tesislerin içine. Aradan 20 yıl geçti ama Hiddink’ın o deparı hala gözümün önünde.” sözleriyle anlatmıştı.
Hiddink, yıllar sonra bu olaylara şakayla karışık bir şekilde anlatsa da Fenerbahçe taraftarına iki yıl önceki 103 gollük büyük zaferi unutturacak kadar acı çektirmesi, ne 3-5-2 ne de oyuncu ilişkileriyle açıklanacak durumdaydı ve beklenen de oldu. Fenerbahçe yöneyimi Hollandalı ile yollarını ayırdı. Hiddink, ilerleyen yıllarda Hollanda Milli Takımı, PSV ve Güney Kore ile başarılar yakaladıkça da Fenerbahçelilerin anıları depreşmeye devam etti…
Tomislav Ivic
1990’lı yıllar, Fenerbahçe için pek de iyi başlamadı. İstikrarsız sonuçlar, yönetimde yaşanan sıkıntılar ve sürekli değişen kadro ile teknik direktörler, başarısızlığa alışık olmayan taraftar için zor günler anlamına geliyordu. Holger Osieck’le 1993-1994 sezonunda ‘ucundan’ kaçırılan şampiyonluk, 1994-1995 sezonu için büyük umut vermişti. Fakat beklendiği gibi başlamadı sezon. Alınan istikrarsız sonuçlar, ligin ilk yarısı bittiğinde Fenerbahçe’yi dördüncü sıraya yerleştirmişti. 31 puanla lider Galatasaray’ın sekiz puan gerisinde yer alan takım, şampiyonluktan git gide uzaklaşıyordu.
Aralık’taki kongrede “Ali Şen Başkan, Fenerbahçe şampiyon!” nidalarıyla başkan seçilen Ali Şen, ilk iş olarak Osieck ile yolları ayırdı. Hedefinde yine Balkan toprakları vardı. Dağılan Yugoslavya’da ve ‘yeni’ Hırvatistan’da büyük prestije sahip, Yugoslavya, Portekiz, Fransa, Hollanda, Belçika ve Yunanistan’da lig şampiyonlukları kazanmış, Porto ile Avrupa Süper Kupası ve Kıtalararası Kupa’ya uzanmış Tomislav Ivic, Fenerbahçe’nin başına geçti.
“Futbolu basketbol gibi oynatır” sözleri, Ivic’in oyun anlayışının Türkiye basınında yer bulan özetiydi. Hazırlık kampında manşetler yine aynıydı: “Kaplan Gibi Fener!”, “Bu Fener Süper!”. Üstelik Ali Şen de dördüncü sıradan şampiyonluk koltuğuna oturulması halinde prim kesesinin ağzını açmıştı ama olmadı. Fenerbahçe ilk beş maçını kazandıktan sonra önce Trabzonspor sonra da Bursaspor ile berabere kaldı, daha sonra da Kocaeli deplasmanında mağlubiyetle dönüldü.
Fenerbahçe, lig sonunda 67 puanla şampiyon Beşiktaş’ın 12 puan gerisinde dördüncü sıradaydı. Iviç, yeni sezon öncesi görevinden alınırken, bu ayrılığın basında yer alan nedenleri; Iviç’in transfer politikası ve gelecek sezon defans ağırlıklı futbol oynatma planıydı. Dünya Kulüpler Kupası şampiyonu Iviç gitti, yerine ise Dünya Kupası şampiyonu ‘garantici’ Carlos Alberto Parreira geldi. Şampiyonluk hasreti de onunla sona erecekti…