Hayatta yapılacaklar listemde, bir olimpiyat açılış törenini izlemek, Bolt’un koştuğu bir 100 metre finalini görmek, güzel bir kule atlama müsabakasında bir sporcunun minik havlusunu kapmak gibi gerçekleşmesi zor maddeler olduğu gibi bir de Gazi Koşusu’nu canlı canlı yakından izlemek vardı. Artık bu koşuya gidilmeliydi. Hem de bayramın ilk gününe denk gelmiş, İstanbullular şehri terk etmişken…
Daha önce hiç Veliefendi’ye gitmemiştim ama hipodrom ortamını hem ekrandan hem de çevremin ilgisi dolayısıyla iyi-kötü kestirebiliyordum. Şunu söylemeliyim ki bu spor dalına hafif, küçücük bir merakınız varsa bile kesinlikle hayatınızda bir hipodrom heyecanı yaşayın. Veliefendi Hipodromu’nun Türkiye’nin her tesisinde olduğu gibi birçok eksiği var tabii. Bu eksiklikleri zaten gider gitmez anlıyorsunuz. Ancak giriş ücretinin kadınlara 1, erkeklere ise sadece 2 TL olduğu bu yeşil alanı bol yerde, arkadaşlarınızla ve ailenizle, adrenalinin dorukta olduğu bir gün geçirebilir ve farklı bir spor kültürünün içine bir anda çaba sarf etmeden giriverme şansını yakalayabilirsiniz.
Ne yazık ki atçılık dünyası izleyicisi, yetiştiricisi, jokeyi ve tüm katmanlarıyla erkek egemen bir topluluk. Şaşırtıcı olansa, bu kadar erkeğin olduğu hipodrom ortamında bir kadın olarak garip hissetmemek ve kimsenin kimseyi rahatsız etmemesi. Kadın ve erkek ilişkilerinin giderek garipleştiği ülkemizde, binicilik sporu kültürünün sahip olduğu değerleri kaybetmemesi insana iyi hissettiriyor. Gazi Koşusu günü 12.570 kişi hipodromdaydı, bu sayı koşu saatinde 20.000’e ulaştı ve gözlemlediğim kadarıyla kadın izleyici sayısı da azımsanmayacak bir boyuttaydı.
İlk Yarış, İlk Heyecan, İlk Düşüş
O gün tüm koşuları, hipodromun izlenebilecek her köşesinden izlemek istiyordum. İlk yarış saat 17.00’de başlayacak Kadın Binici Dostluk Kupası Koşusu’ydu. Kısa hipodrom keşif turumuzu tamamladıktan sonra tribünden koşuyu seyretmeye karar verdik. Hipodrom pek kalabalık değildi ve ilk koşuya ilgi olmaması da kadın olarak beni derinden yaraladı ki ardından yaşanacak olaylar daha da vahimdi.
Belirtmeliyim ki eğer ilk kez hipodromda yarış izliyorsanız olaya biraz hâkim olmak gerek. Atlar nereden, nasıl, ne zaman önünüze geldi anlayamıyorsunuz. Çok kısa sürede gerçekleşiyor her şey. Tabi sürekli hipodroma gidenler izleme mevzusunda baya deneyimli, atların ve jokeylerin hemen her hareketini arada yüzlerce metre mesafe olsa da fark ediyorlar.
Erkek arkadaşım ve ben, bir yarışı canlı izleyeceğimiz için heyecanlıydık. Yarış başladı, 1600 metre çim pistte atlar virajı döndü ve tam önümüzden geçerken ben, “Bir atın üstünde jokeyi yok!” der demez yerde yatan kadın jokey Gülçin Aksu Denizhan’ı gördük. Hareketsiz bir şekilde çimlerin üstünde yatıyordu. Birbirimize umarım bir şeyi yoktur derken, insanlar koşuşturuyor, sağlık ekibi piste yanaşıyordu. Bu kadar yakından ve daha ilk koşu izleme deneyimimizde böyle tehlikeli bir olaya tanıklık etmek bizi bir süre etkiledi.
“Ama kötü bir şey olsa mutlaka haber yaparlardı…”
25 Haziran 2017 Gazi Koşusu günü biter bitmez hemen at yarışı ile ilgili haber kaynaklarını taramaya başladım. Gülçin ve sağlık durumu ile ilgili ne yazık ki hiçbir bilgi yoktu. Kadın Binici Koşusu ile ilgili var olan iki-üç haberin içinde ise tabelaya giren atlar ve kadınların bu spora olan ilgisinin arttırılması gibi cümleler vardı. Ancak kimse Gülçin’in düştüğünden, yarış içerisinde böyle bir olay yaşandığından bahsetmiyordu. Hemen Gülçin’e nasıl ulaşabilirim derdine düştüm ve en bilindik, klasik, sosyal medya iletişim ağlarını kullandım.
Bu sırada Gülçin’in verdiği eski bir röportajı okudum ve idolünün Selim Kaya olduğunu öğrendim. Hemen yine çok basit, umutsuz gibi görünen ama bazen işe yarayan, biraz önceki sosyal medya yöntemimle Selim Kaya’ya ulaştım. Ve o da ne?! Selim Kaya sorularıma cevap vermeye başladı. Gülçin’e mesaj atmıştım ama okuyup okumayacağını bilmiyordum. Selim Kaya sağ olsun tüm sorularıma ve Gülçin’e nasıl ulaşacağıma dair ipuçları verdi. Tabi ki bu cevapları aldığımda tarih 27 Haziran 2017 idi, yani koşudan iki gün sonra.
Selim Kaya’ya neden bu tehlikeli olay ve jokeyin sağlık durumu ile ilgili bir haber yok diye sorduğumda ise cevap durumun kendisi kadar vahimdi: “Ama kötü bir şey olsa mutlaka haber yaparlardı.” Sanırım durumun anlamsızlığını ve ne kadar önemsenmediğini daha fazla belirtmeme gerek yok.
Aynı günün akşamı Gülçin mesajıma cevap verdi ve durumunun iyi olduğunu öğrendim. Ardından da kendisiyle bu zor spora nasıl başladığı ve nasıl düştüğü ile ilgili bir telefon görüşmesi gerçekleştirdik. Hayali ve tutkusunu bu erkek egemen topluluk ve sporun içinde var edebildiği için, Gülçin’in hikâyesini anlatmayı kendime bir borç bilirim.
Anne ile Sınava Gitme, Babayı İkna Etme
1991 doğumlu Gülçin, Ekrem Kurt Apranti Eğitim Merkezi’nden mezun olan, yedi kadından biri. Açıkçası kendimi bildim bileli var olan bu okulun, sadece yedi kadın mezun vermesi beni biraz şaşırttı. Mezun olan apranti lisanslı kadın jokeylerin ise artık sahada olmadıklarını söylüyor Gülçin.
Babası ganyan bayisinde çalışıyormuş ve ara sıra Gülçin ve kardeşine de şansına bir iki kupon yaptırıyormuş. Gülçin’in jokeylik ve Selim Kaya hayranlığı ganyan bayii günlerine dayanıyor. Ailesinden gizlice apranti okulu başvurusunu yapmış ve annesini ikna etmiş seçmelere gitmek için. Tabii her Türk annesi gibi Gülçin’in annesi de ortamda fazla erkek olması ve atların devasalığı karşısında “Biz nereye geldik?” tepkileri vermiş, korkmuş biraz. Ardından babaya açıklanmış durum. Baba “Ee madem buraya kadar geldin, seçmeleri geçtin, ikinci aşamaya da gidelim bari” demiş. Girdiği dönemin tek kadın aprantisi hatta jokeyi.
Jokey olmak için belli sayıda yarışa katılmak ve yarış kazanmak gerekiyor. Aslında Gülçin, henüz bir apranti, yani jokeylik unvanı yok. Ama ben ona jokey diyorum. Çünkü gerçekleri konuşacak olursak, ne yazık ki at sahipleri ve antrenörler kadın jokey tercih etmiyorlar. Nedenini açıklamak gerçekten zor. Gülçin “Uzaktan binişimi çok beğeniyorlar ama yakından kadın olduğumu görünce yarış için bana şans vermiyorlar” diyor. Dolayısıyla Gülçin uzunca bir süre daha jokey unvanını alamayacak ama en azından biz ona jokey unvanını verebiliriz diye düşünüyorum. Seneden seneye yapılan Kadın Binici Koşusu güzel bir etkinlik ama adı üstünde ‘etkinlik’, severken döver gibi adeta…
Kadın jokeylere şans verilmemesi Gülçin’in düşüşüne kadar uzanıyor aslında. Gülçin, düşüşünü birkaç nedene bağlıyor. Bunlardan ilki, idmansızlık. Eşi de kendisi gibi bir apranti ve tehlikeli bir düşüşten sonra iki zorlu ameliyat geçirmiş. Gülçin son zamanlarda eşi ile ilgilenmiş. Her ne kadar idmansızlığını hayatındaki zorlu durumlara bağlasa da ‘gerçek’ yarışlarda koşmadığı ve şans verilmediği bir alanda ne kadar idmanlı olabilirdi tartışılır.
40 kilo olan apranti sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadarmış, Gülçin de bunlardan bir tanesi. Amatör binici koşularında ise kilo, 58’den başlıyor ki bu koşulardan bir tanesi de Kadın Binici Koşusu. Gülçin “Kimse çok kaliteli atını Kadın Binici Koşusu’na yazdırmıyor. Atlara bir nefes açıyım diye bindirirler. Oradaki atların çoğu neredeyse hayatı boyunca 60 kiloyla koşmuş atlar. Dolayısıyla bu durum, benim için de atlar için de dezavantaj. O gün eyerimi antrenörüm çok iyi bağlamıştı fakat ne kadar bağlarlarsa bağlasınlar ben 24 kilo takım aldım. Neredeyse ben kadar yani. Hafif sağa sola dönüşlerde eyerim ister istemez kaydı, hareket etti. Zaten büyük bir riskle biniyorsunuz. Eyerin kayma olasılığı ve düşme riski her zaman var. Benim için attan düşmek bile bir keyif. Ben atla ilgili her şeyi çok seviyorum.”
Sanırım son iki cümle çoğu şeyi anlatmak için yeterli. Dünyada işini severek yapan insan sayısı çok az ve bazı işler var ki asla sevilmeden yapılamaz. Spor da aynı müzik gibi sevilmeden asla yapılamayacak işler listesinin başlarında. İşini severek yapan insanlara cinsiyeti yüzünden şans verilmemesi hakkında ne yazabilirim bilmiyorum. İşin garip tarafı ise koşunun adının Kadın Binici Dostluk Kupası Koşusu olması. Dostluk dünyanın en güzel şeyidir, bir-iki sağlam dost hayat boyu götürür derler. Derler derler de özellikle kadın binicilerin olduğu bir yarışın adı neden ‘Dostluk’ ki? Eminim ki kimse bu ismi verirken benim gibi düşünmemiştir. Amaç, klasik kaynaştırma mantığıdır muhtemelen. Erkek egemen bir spor dalına kadınları nasıl sokarız derken “Dostluk” kelimesi kulağa hoş geliyor gerçekten. İyi de dostça davranılıyor mu peki?
Atlar koşar, kazanır veya kaybeder. Sürekli bir yürüyüştür gider; padoktan fotofinişe… Bahisçiler bitmek tükenmek bilmeyen muhabbetlerine devam eder ve hipodromda içinizdeki tutku ortaya çıkar… Sanırım en güzeli katıksız şekilde sporun kendisini sevmek ve sevdirmek.