Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

FutbolVazgeçtiğinde Kaybedersin

Yıkılan Alsancak Stadı, bugün iki kale ve bir sahadan ibaret. Altay'a bağlı ruhlar ise şu sıralar, o unutulmuş çimlerde geçmişi aramakla meşgul.

* Ogan Çaylayık tarafından kaleme alınan bu yazı, Socrates’in Şubat 2016 tarihli 11. sayısında yayımlanmıştır. Altay’ın 104. yaş gününde bir kez daha paylaşıyoruz…

Sanki o akşam bizi, iki kuşaktan beş Çaylayık’ı, bir anda rakı masasından kaldıran bir ses vardı… İlhan Abi’nin meyhanesinden kalktık ve yıkılan evimizi; Alsancak Stadı’nı görmeye karar verdik. Stada doğru yaklaştığımızda adımlarını hızlandıran Turgay Kaptan sanki birazdan sahaya çıkacaktı ve hepimiz onu ilk kez Altay formasıyla görecektik. Biz kuzenler olarak kaptanın arkasında kalmıştık, “Kafası güzel, boynunda atkı, ‘Kim bu?’ diye sorma, o bir Altaylı” diye bağırıyorduk yaya yaya. Alsancak Stadı’nın sadece tribünlerini ve yola bakan taraftaki binayı yıktıkları için Turgay Kaptan’ın sahaya çıkması kolay oldu. “Abi n’olur yapmayın!” diye bizi karşılayan özel güvenliğe “Sen kulübene dön abicim” diyen Ahmet de teknik direktörlüğe soyunmuştu. Levo, Doğuşcan ve ben, Altay’ı tribünlere doğru çağırırken, kulübedeki görevini beğenmeyen özel güvenlik köpekleri üstümüze saldı. Biz de o ruhun can bulduğu bedenlerin, köpekler eşliğinde artık iki kale ve bir sahadan ibaret Alsancak Stadı’ndan kovulmasına razı olduk. Simsiyah. Bembeyaz.

“Tabiat, sırlarını bakmasını bilene açıklarmış. Yorulmadan, bıkmadan, görünüşe kapılmadan bakmalıyım ben de. Yenilgilerden usanmamalıyım” diyordu Oğuz Atay, Tutunamayanlar’da… Sanki Altay da bir canlı olarak böyle sesleniyor bizlere, 3. Lig’in 1. grubundan, 102. doğum gününü kutlarken… Yaşlılık zor iş; kudreti bir yana, kuvveti kalmıyor artık o kadar yaşayanların, tutunmamayı seçmişlerse eğer. Çok direndik, “Kendinden veriyorsun ve durmadan eksiliyorsun” diye durdurmaya çalıştık ama dinlemedi. Her kaybettiğinde bize, “Oysa bazı insanlar oldukları gibi kalarak elde ederler istediklerini” diye cevap verdi. Büyüktü ve kimsenin onun büyüklüğünü sorgulayacak bir argümanı yoktu. 14 yıldır, ülke sınırları dahilindeki ‘süper’ yerlerde gezinmese bile tüm zamanların puan sıralamasında sekizinci sırada yer alıyordu ve dokuzunculuğa düşmesi için bir altındakinin o gelene kadar en az 104 galibiyet ve bir beraberlik alması gerekiyordu.

Kendisi, şerefli koca bir ülkünün temsilcisi olmakla birlikte bugüne dek armasını taşıyanlarla ona gönül verenlerin şerefi ve namusuydu. Hem kuvvetli, hem kudretli, hem de şendi Altayımız bizim.

İzmir’in iki yakasının ortasındaydı ama gözler genelde iki yakayı gördüğü için bir adım geride durdu hep. Daha başarılıydı, daha asildi belki diğerlerinden ama tarafların seçildiği, cephelerin keskinleştiği bir coğrafyada kutuplardan biri olmamanın bedelini ödedi. Işık Doğudan Yükselir’de albüme adını veren parça değildi Altay, Rakkas da değildi ama Son Sardunyalar’ıydı İzmir’in… Sadece

bilmesi gerekenlerin bildiği, sevmesi gerekenlerin sevdiği, biraz gizli, biraz saklı ama bir yönüyle hep diğerlerinden ayrıydı ve bu ‘ayrılık’ onu herkesten uzaklaştırırken, bizi ona daha da yakınlaştırdı.

Yine de zaman içinde bizler de Altay’a çokça ve büyük ayıplar ettik. O her tutunmak istediğinde çelmeler taktık. Tutunamamanın romantikliğinde yeri vardır bu çelmelerin ama biz maceralardan korktuk. Efendi olmanın gerektirdiği aksiyon ve külfetten tedirginlik duyduk, Olric olmanın anestezik ve ufunetli hâlini ana rahmi itimadı yerine koyduk. Nihayetinde “Beceremedik” deyip sıyrılırız işin içinden, kolaydır. Oysa ki Alsancak Stadı’na gelene kadar, tutunduğu dalları kesenlere mani olamadığımız için buralarda Altay.

1969-1970 sezonunun ilk yarısını Türkiye 1. Futbol Ligi’nde namağlup bitirmişken ilk yarının sonunda işine son verilen 30 yaşındaki Dumitru Teodorescu’nun hesabını soramadık mesela. Biz o sezonu üçüncü sırada tamamladık. 16 yaşında ayağı kırıldığı için futbolu bırakıp teknik direktör olan Teodorescu ise bugün, 80’li yılların başında gittiği Afrika’da oraların Derwall’i olarak kabul görüyor.

Bünyemizden sporcu olarak bir başbakan, kulüp başkanı olarak da dört milletvekili, üç başbakan, bir meclis başkanı çıkarttık ama “Bakanımız yok, onurumuz var” pankartının altında saf tutup, bu sonsuz gururu marifetten saydık. Ülkenin altyapıdan anladığı mahalle çeşmesi ve stabil köy yoluyken kulüpte John Dewey pedagojisini model olarak uygulayan Sorbonne’lu Sıtkı Erboy’u mutlak irade yapamadık. Memleketin hazin bir yanılgısı olan kentsel dönüşüme yenik düşüp evimizden edilirken ses çıkartamadık.

Ülke tarihinin en karanlık dönemlerinden birinde, Kasım 2002’de rakip takım formasıyla Alsancak Stadı’na çıkan Necati Ateş, ağlarımıza kendisinin ilk, takımının üçüncü golünü yolladıktan sonra sevinmezken, biz onu alkışlıyorduk. Ancak son sekiz maçında yedinci mağlubiyetini alan Altay, o sırada dönülemeyecek bir yola doğru emin adımlarla ilerliyordu. Farkındaydık.

Takip eden iki sezon, Altay için bulunduğu yere alışma gayretiyle geçti. Tam her şey yoluna giriyordu, kulüp bu kez de 2. Lig’de ilk kez uygulanan play-off sisteminin azizliğine uğradı. Üçüncü sırada tamamlanan sezon, kaybedilen play-off finaliyle son buldu. Ertesi yıl play-off’a bu kez ucundan tutunuldu, finaldeki rakipse Kasımpaşa’ydı. Malumunuz; Kasımpaşa’nın karşısına çıkmak o günlerde de güçtü. 90 dakikanın sonuna eklenen üç dakikanın, niyeyse oynanan dördüncü dakikasında yediği golle maçın uzatmalara gitmesine engel olamayan Altay, buna rağmen oyundan düşmüyor ve uzatmalarda yine öne geçiyordu. Ancak bu kez de 120 dakikanın sonuna eklenen iki dakika üçe yuvarlanıyor ve bu sayede gelen Kasımpaşa golüyle; güçlünün haksızlığı, futbolun adaletsizliği, İzmir’in yalnızlığı, dönüş yolunun uzunluğu ve Altay’ın tutunamaması bir kez daha açığa çıkıyordu.

Penaltılar başlarken bizim tribünün yaşlı tayfası çoktan dışarı çıkmıştı bile; çünkü beşinci ve son penaltıyı kaçıracak, Süper Lig’e tutunamayacaktık. Biliyorlardı, buna benzer birçok olaya tanıklık etmişlerdi. İki sene sonra Kasımpaşa ile bu kez yarı finalde karşılaştık, maç yine penaltılara gitti ve yine elendik. Ben de bu penaltıları izlemedim, tecrübeliydim.

Yine de yıkılmadı Altay, duruşunu da bozmadı bir yandan. Bu kez, lig usulüne dönen play-off’un son maçında Konyaspor’u yense Süper Lig’e çıkacaktı. Ama 1-0 öne geçtiği maçta kendi altyapısından yetişen Ramazan Kahya’dan arka arkaya iki gol birden yedi ve son 20 dakikaya kendisine yakıştığı gibi 2-1 geride girdi. Sonlara doğru bir gol daha buldu ama yetmedi, tutunduğu son daldan da yere çakıldı. Ramazan’ın da kariyeri, o gün yediği küfürlerin ardından bir daha gün yüzü görmedi. Bizim tribünün ahı tutar çünkü.

Altay daha sonra, talihsiz kongre seçimleri, beceriksiz lobi arayışları, antrenmanı yarıda bırakıp gitmeler, maça çıkmamalar, her kademesinde kulüp terbiyesine yakışmayacak davranışlarla birlikte istikrarlı bir şekilde düşmeye devam etti ve bir sonrakinde armanın satılmasını gerektirecek 3. Lig’e kadar geriledi. 2015 yılının Mayıs ayına gelindiğinde transfer yasaklısı, iki elin parmaklarını geçecek kadar profesyonel oyuncusu olmayan, stadından kovulmuş, aylardır personeline maaş ödeyememiş bir Altay vardı. Şimdilerde ise keyifler yerinde.

Sözü bu noktada, Altay’ın 77. dönem başkanı Cihangir Marmara’ya bırakıyorum. Marmara, daha önce Altay Sosyal Dayanışma Derneği’nde yöneticilik yapmış ve Kadir Has Üniversitesi Spor Hukuku ve Yöneticiliği sertifikası almış bir isim. Kendisine, tutunmakta zorlanan Altay’ı nasıl tutmaya karar verdiğini sordum. Cevabı şu oldu:

“Nisan 2015’teki genel kurul sürecinde aday çıkmadı. İkinci genel kurul sürecinde de aday çıkmaması hâlinde fesih kararı ihtimali vardı. Beni bu görevi üstlenmeye iten başlıca şey de aslında bu oldu. Altay marşını ezberletip birlikte söylediğim çocuklarıma, çevreme ne diyecektim? Bıraktık mı? Asla. Bu benim mizacım ile fazla uyuşmuyor. Bizim pankartlar arasında çok sevdiğim bir söz var, ‘Vazgeçtiğinde kaybedersin’ diye. Biz de yönetim olarak kaybetmemeyi seçtik.”

Bugün itibarıyla, çoğunluğu altyapıdan gelen, 20 yaş ortalamalı gençlerden oluşan Altay, 3. Lig 1. Grup’ta play-off potasında. Sportif başarının takdiri bir yana; oyuncular, teknik heyet, yöneticiler, taraftar, herkes kenetlenmiş durumda. Takım genç ve başarıya aç futbolculardan oluşuyor, 28 futbolcunun 22’si altyapıdan yetişme. Teknik direktör Serdar Sabuncu’ya da destek tam ve hepsinden önemlisi, taraftar artık daha çok kulübün içinde. Galibiyet primlerine imece usulü ortak olunuyor; 10-15 lira bile olsa harçlıklardan ayrılan, kişisel zevklerden kısılan paralar tek bir elde toplanıp takıma dağıtılıyor.

Altay bu seneyi nerede bitirir çok mühim değil ama görüldüğü üzere, bu yaşına rağmen kendisine tutunanlara umut veriyor. En canlı örneği, 15 yaşındaki Kenan Kabakoğlu. Gözleri beş yıldır görmüyor Kenan’ın ama umudunu yitirmiş değil. En büyük tutkusu ise Altay, her maçına gidiyor. Sahada olan biteni göremiyor belki ama babası Mesut Kabakoğlu’ndan dinliyor. Sorsalardı bana “Bir insan olsaydı Altay, kim olurdu?” diye, “Kenan” derdim gururla. Şüphesiz.

Yenilgilerden usanmayanlara selamlar olsun, Altay’ın 102. yaşı kutlu olsun, kardeşimiz Kenan’ın gözlerine de güzellikler dolsun.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Tahterevalli

Tahterevalli

3 sene önce
Başka Bir Yol

Başka Bir Yol

4 sene önce
Hayal Albümü

Hayal Albümü

4 sene önce