Babam boks yapmıştı. Amcam daha da iyi bir boksörmüş. Babam tek yumruk adamıymış, amcam horoz gibiymiş. Üç raunt dayak yiyip tayyare olur, ayakta duramaz hâle gelir, sonra indirirmiş rakibini. Sonradan boks hakemliği yapmış. Clay’le tanıştığını söylerdi herkese. Fotoğrafı vardı hatta Clay’le. Dayım da boks yapmış bir vakitlerde. Belki erkek sohbetlerinde, futboldan çok boks konuşulurdu evimizde. Sessizlik anında biri “Kesüs Kılay be! Heyyyt!” deyiverir, gülümseyip boşluğa bakardı her biri Clay olmak isteyenler…
Cassius Clay. Biz uzun yıllar “Kılay” dedik. Sonny Liston’ı yenmesiyle tanımıştık onu. Dünya Şampiyonu… İlkokula başlamıştım. Çocuklar duvarlarına spor yıldızı olarak futbolcuları asıyor hâlâ. Ben gazeteden kesilmiş o muhteşem siyah beyaz fotoğrafı mıhlamıştım tahtaya formika tutkalıyla. Liston yerde yedi şişe şaraptan sızmış mahalle ayyaşları gibi yayılmışken, Kılay ayakta ve her zaman karın kaslarının üzerine yapıştırdığı kolu ve dişliklerini ortaya çıkaran öfkeli yüzüyle bizim çocukluk kahramanımız oldu. İkonumuzu bulmuştuk. Clay!
Afrika İrlanda kökleri ona atletik bir dans ve seri yumruklar vermişti. Karşı ataklardan dans ederek sıvışıyordu. Ayağının üzerinde durup savaşan herkesten daha şahaneydi ringde. Birden müslüman oldu ve adının artık Muhammed Ali olarak anılmasını istedi. En çok CHP’li hacı dedem heyecan duymuştu müslüman olmasından. ‘Kılay’ bizim sülaledendi artık.
Vietnam savaşını protesto etti, “Benim Vietnamlılar ile bir sorunum yok! Onlar beni aşağılamadı ki!” dedi. O Vietnam’da savaşa gitmeyip para ve hapis cezası yediğinde biz de sosyalist devrimin militanları olmaya doğru gidecektik. Vietnam savaşını lanetlemeye kapı açmıştı onun çıkışı. Dünya ilericileri onun arkasındaydı.
Mahallemizdeki Hakkı Bakkal yorgancı dükkânı oldu; Temel Kamacı. Boksör Cemal Kamacı’nın ağabeyi. Temel Abi de güreş ve boks antrenörüydü. Birkaç genci Saim Amcaların evinin bodrumundaki ardiyede ringe hazırlıyordu. Ben de genetik içgüdüyle eldivenleri geçirmiştim elime. Babam yakaladı bir gün eldivenlerle. “Çıkar onları çabuk!” dedi. Anlattık. Ringe çıkacaktım… “Serseri misin lan sen! Git şu aynada yüzüne bak! Üç maçta çarşamba pazarına dönecek suratın. Burnun kulağından çıkacak. Hani sahne? Ne güzel oyunculuk yapıyorsun. Hani müzik? Bateri yetmiyor mu? Boks nereden çıktı?” diye bağırdı. Kalakaldım. Rahat şampiyon olacak yetenekteydim. Hızım, gücüm, savunmam, hücumumla farklıydım diğerlerinden. Clay’I düşünüyordum ardiyede uçuşan kuş tüylerinin, yünlerin arasında. Onun gibi parmak uçlarımda zıplayarak yumruk çıkarıyordum. Ringde geri adımlarla yarım tur atıp aniden ileriye doğru hareketlenirken rüzgâr gibiydim halbuki. “Ya bir bak istersen antrenmanda” dedim. Derin nefes aldı. “Sen çenene yumruk yedin mi hiç mahallede oğlum?” dedi, “Yemedim,” dedim. “Avucunun içiyle çenenin ucuna hafifçe vur bakayım” dedi. Vurdum. “Bak kafan sağa, beynin sola gider. Yerde bütün yıldızlar alemini gezersin sonra. Haydi bitti boks” dedi… “Ali olmak istiyordum ben baba!” diyemedim.
Konservatuar sınavında tek veli vardı. Babam. Utanmıştım. “Baba sen git” demiştim. Gitmedi. Sınav sonuçları açıklanırken adım okundu, ayağa kalktım. “Kabul,” dediler, bir el uzandı yan koltuktan. Babamın eli! Aramızdaki maçı o kazanmıştı. Fakat siyaset kana bulanırken çok defa “Keşke boksör yapsaydım, siyasete bulaşmazdı” diye düşünmüştür.
Biz devrimin, Muhammed Ali de İslam’ın yoluna düşse de ortak noktamız Amerikan emperyalizmine karşı durmaktı. Amerikan sineması, savaş sonrası sendromu filmleriyle Amerikan halkına ve dünyaya savaşın iğrençliğini hatırlatıyordu. Ali’nin çığlıkları da halkı ve sanatı ayağa kaldıranlardan biriydi. Ağabeylerimizin yok edilmesini, Deniz Gezmişlerin asılmasını gözyaşlarıyla karşılıyorduk. Anam, kuzenim, dayım, dedem gözyaşı döküyordu. Babam benim devrimci olduğumu bildiğinden, darağacını düşünüp için için ağlıyordu.
Bizim için Ali’nin rakipleri, siyahları ve güçsüzleri yok eden, aşağılayan faşist Amerikalılardı. Maçtan önce kendisini zıvanadan çıkartmak için “Clay” diyenleri “Ali” dedirtene kadar dövüyordü ringde. Bizim de katilleri, “Deniz” diye bağırtacak, ezecek öfkemiz vardı.
Amerika’da Ali, burada Deniz olmak istiyorduk. Ölürken bile, özgürlüğümüzü ve halkların kardeşliğini bağırmak istiyorduk.
Ali dünyada kasırga gibi esiyordu. Bütün rakiplerini ring dışında küçümseyen sözleriyle önce eziyor, sonra ringe gömüyordu. Ken Norton’la yaptığı maçta çenesi kırıldı. Anglosaksonlar “Tanrı’nın yumruğu çenesini kapattı” diyordu. Yine açıldı çenesi ve yumrukları… Joe Frazier’in karşısına çıktı, nakavt edemedi ama çok üstündü. Derin Amerika ringe girdi ve mağlup sayıldı bu yolda galip. Devlet her türlü kendini gösteriyordu. Malcom X koluna girdi. Özgür doğada bütün birbirine benzer ve yan yana yaşayan canlılar gibi o da rengini, kendi yaşam alanını bulmuştu. Frazier’i rövanşta nakavt etti. Yere indirmeden galibiyet vermeyecekti Amerika ona.
Sonra karanlıklara daldık. Elimize soğuk silah sokuldu yavaşça. Bir yandan tiyatro, bir yandan devrim ve gizlice kaçtığım Beyoğlu sabahları…
Bir devin karşısına çıkacaktı Ali. George Foreman. Tyson’ın üç katı iriliğinde ve onun iki yumruğuna bedel ağırlıktaydı eli. Yedi raunt bu Hulk’ın karşısında kaçtı, büzüldü, ezildi Ali. Babam “Eyvah” diyor. Eldiven takmış, antrenman maçı yapmış bir amatör olarak “Bekleyin” diyorum. Hissettiğim o ki Ali karşısındaki boğayı yoruyor. Raunt 8, birden bizimkinin ruhu beliriyor. Uçuyor ringde ve o unutulmaz sağ yumruk, tam babamın dediği yere, çene ucuna sokuluyor. Sanki dev bir gökdelen ringin ortasına devriliyor. Ali yine yumruk havada. Öfkeli yüzünde dişlikleri parlıyor. Afrika kanatlandı uçuyor.
1977’de kanlı 1 Mayıs’a Beşiktaş kortejinden katıldık. Konservatuar öğrencileri ve hocamız Melih Cevdet Anday’la. Taksim’de Birlik Sahnesi ile kol kolaydık. Sonra onların provasına gittik. Taksim’de ilk seri ateşler ayrıldığımız yere gelmiş. Prova belki de hayatımızı kurtardı. Tiyatro hayatımızı kurtardı.
1978. Leon Spinks, sanki ringde şuurunu kaybetmiş bir şekilde bulduğu Ali’yi pataklamıştı. Ali ilaçlanmış gibiydi. Sürekli iplere yaslanıyor, gardının arasından deli yumruklar alıyordu yüzüne. “Bir şeyler bitiyor” diyordu Ali hayranları.
Okul bitti. Tatil sonu! Leon Spinks’le ikinci maç. Sabaha karşı Avusturyalı kız arkadaşlarımızlarla beraber cin, vermut ve tabii kanyak, ne varsa içip maçı bekliyoruz. Ali artık eski Ali değil. Ama maçı kazanıyor ve hepimizde durgun bir his bırakıyor maç… Kızlar bizden daha heyecanlı. Ama biz Clay’in sahnede arı gibi vızıldadığını bilenler için gözle görülür bir sonuç… Yıldız kayıyor! Askere gittim. Askerde tek kişilik gösterilere hazırlandım. Antrenmanımı yaptım. Dönüşünde darbe. Devrim bitti. Herkes ya kayboldu, ya hapislere düştü ya da kaçtı… Kalakaldık yapayalnız. Sonra benim hiçbir zaman benimseyemediğim ama adıyla sanıyla yıldızlık yıllarım başladı. Babaların oğullarını çocuk yaşta futbolcu yetiştirdiği bir zaman, benim babam sahne için arkamdan itmişti. Karanlıklardan sağ olarak çıktım, spotların aydınlığına geçtim. Tek başıma.
Ali olmak isterken Veli olduk. Benim son maçım nerede ne zaman olacak bilmiyorum. Ama hâlâ bu yaşta arada yalnız kalınca parmak uçlarımda hafif bir dansla havaya seri yumruklar atarım. Kendi kendime gülerim. Afro-Amerikalı siyahlar onun yoluna düştü. Sermayenin içinde yer bulamayan gençler atletik sermayelerini spor pistlerine, pota altlarına, ringlere yatırdı. Onları kimse yenip geçemedi. Bir restoranda renginden dolayı dayakla kapı dışarı edilen ve madalyasını nehre atan Ali’nin ardından gelenler madalyalarını göğe kaldırırken, Amerikalılar sevinç gözyaşları döküyordu ülkeleri kazandı diye. Zaferler siyahlarla geliyordu artık.
Amatör, profesyonel, 200 civarı maç ve neredeyse 190 galibiyet… Bütün şampiyonluklar ve “Özgürlüğüm için makinalı tüfeklerin karşısına çıkmam gerekiyorsa çıkarım!” diyerek dünya gençlerini yerinden oynatan kuyruklu yıldız…
Muhammed Ali son iki maçını, herkesten gizlediği, şimdilerde yakın arkadaşı ve en büyük rakibi James Parkinson’uyla oynamıştı aslında. Para için. Kelebek gibi uçup arı gibi sokamıyordu artık. Dayak yedi sessizce… Ringler onu bırakıyordu… Tüm zamanların en büyük ağır sıklet şampiyonunu!
Anita Ekberg ve Francesco Rosi’nin aramızdan ayrıldığını yazdı son zamanlarda gazeteler.
Aslında yıldızlar, sahne onları bıraktığında aramızdan ayrılıyor.
Ali’nin şimdiki resmi, tıpkı milyarlarca ışık yılı önce sönüp gitmiş ama hâlâ pırıltısı mevcut titrek yıldızlara benziyor. Geceleri gökyüzünde ışıyacak. Bize kanatlarımız olduğunu öğreten bütün yıldızlar gibi….
Benzersiz, yalnız ve özgür!
*Bu yazı, Socrates’in Nisan 2015 sayısında yayımlanmıştır. Tüm sayıları arşivinize eklemek için tıklayın!