Günümüzde üniversite okuyan profesyonel futbolcu nadirdir. Hele beden eğitimi ve spor bölümü dışında bir fakülte okuyanlar, yaratıcı 10 numara kadar nadir. Oysa 1960’lara kadar, nispeten fazla rastlanan bir kariyer profiliydi bu. Özellikle de Gençlerbirliği’nin hususiyetiydi. Zaten Ankara Lisesi (bugünkü Atatürk Lisesi) öğrenci ve öğretmenlerince kurulan kulüp için, 1950’lere hatta 60’lara kadar, Ankara’daki üniversiteler bereketli bir oyuncu kaynağı oluşturdu. Bir yandan yüksek öğrenimini sürdüren futbola yetenekli gençler için Gençlerbirliği, camiası ve ortamıyla, doğal adresti. Takımın kadrosunda her zaman bir talebe çekirdeğinin bulunmasının da kulüp kültürünü biçimlendiren ve yeniden üreten bir etkisi oldu.
En bilinen örnekler; memleket futbolunun eski devirlerinin Gençlerbirlikli yıldızlarından Hasan Polat’ın bir yandan Hukuk Fakültesi’ni bitirip futbolu bıraktıktan sonra yıllarca bürokraside çalışması ve Halim Çorbalı’nın bir yandan Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirip futbol sonrası hayatında 14 yıl yürüteceği Tapu Kadastro Genel Müdürü mertebesine yükselmesi. Daha eski kuşaktan, 1930’ların oyuncularından ‘Serçe’ Münir Özkural, Merkez Bankası Başkan Yardımcılığı yapmıştır. Bir başka meşhur örnek, Tugay Özçeri’dir. Onun ilginç yanı, futbolun paraya alışmaya başladığı 60’lı yıllarda bir yıldız adayı olarak parlamaktayken üniversite sonrasında memuriyeti tercih etmesidir. Dışişleri’nde parlak bir kariyeri oldu Özçeri’nin; büyükelçiliğe, sonra bakanlık müsteşarlığına kadar yükseldi, NATO Daimi Temsilciliği yaptı, Türkiye İşbirliği ve Kalkınma Ajansı’nın (TİKA) başkanlığını yürüttü.
Tugay Özçeri’yle, 2003 yazındaki ölümünden dört sene önce, 1999 Haziranı’nda bir söyleşi yapmıştım. O sıra üzerinde çalışmakta olduğum Gençlerbirliği tarihi (Ankara Rüzgârı) için konuşmuştuk. Kısa ama ışıltılı futbolculuk döneminin hikâyesini anlatmıştı bana. Üstelik hiç de diplomatça bir kapalılıkla değil, gayet açık, şen bir dille.
TED Ankara Koleji’nde okurken başlamış Tugay Özçeri’nin futbolculuk macerası. Kumrular Sokağı’nda yazın yapılan heyecanlı mahalle maçlarında dikkat çekmiş, bir iki müsabakada Güneşspor forması giydikten sonra arkadaşı İsmail Karakurt aracılığıyla Gençlerbirliği’ne götürülmüş. “Seni bir yere götüreceğim, büyük bir futbolcu olacaksın” demiş arkadaşı ona. Özçeri, Karakurt’u “Fevkalâde alçakgönüllü, ekmeğini kendi bulan bir insandı” diye hatırlıyor ve devam ediyor: “O da Gençlerbirliği’nde oynardı. Bilekleri çok inceydi. Ama kızdığı zaman yanından geçme; dayanamaz, tekme atardı.” Ancak İsmail Karakurt’un, kulübün kudretli büyüğü Orhan Şeref Apak’la arası bozulmuş ve erken yaşta futbolu bırakıp köşesine çekilmiş. Özçeri, onunla arkadaşlığını hep sürdürdüğünü, sıkıntılı zamanlarında ona destek olduğunu anlatmıştı.
Gençlerbirliği’ndeki ilk iki yılında hâlâ Kolej öğrencisi, Tugay Özçeri. 1958’de genç milli de oluyor, 7 kez Genç Milli Takım forması giyiyor. Babası futbol oynamasını istememiş, “Ama bir yandan da bazen görürdüm; maçlara gelir, benden saklanırdı” diye anlatıyor.
“İftihar ederim ki okulu hiç çakmadan bitirdim. Kimi zaman izin isterdim, liseden. Otobüsle gidilir gelinirdi deplasmana. Dersim olduğu zaman izin verirlerdi.” Kulüp, Kolej’in taksitlerini ödüyormuş, üstüne yıllık 17 bin 500 lira. “Orhan Şeref Apak fevkalâde az para verirdi. Ama niçin verdiğini de bilirdi” diye hakkını teslim ediyor Özçeri. Bu arada annesinin kalbinde bir araz çıkmış, bu paranın büyük kısmı İngiltere’deki ameliyat masraflarına harcanmış.
Ta 1964 yılında Orhan Şeref Apak’tan zam istemiş Özçeri: “Dedim ki hiç değilse bir 500 lira koy da yanına, ben de para aldığımı sanayım!” O sıralar, Milli Piyango’dan 43 bin lira ikramiye kazanmış! Kulüp de bir 7 bin 500 lira ‘çıkınca’, toparlayıp Büklüm Sokak’ta bir daire alabilmiş kendine.
Tugay Özçeri’nin liseyi bitirdiği 1959, aynı zamanda Milli Lig’in başladığı, terfi maçlarının yapıldığı yıl. Gençlerbirliği, Ankara’dan Milli Lig’e katılacak dört takımın arasında yer almak için mücadele ediyor. Takımın 1960’lı yılları büyük ölçüde taşıyacak iskeleti de o dönemde atılıyor. Özçeri’den dinleyelim: “Herkesin bir adı vardı. Paçoz Oktay (Arıca), Çuval Selçuk (kaleci)… Oktay tahrik ederdi hep – ama hakeme göstermeden ederdi! Sonra 18 çizgilerinin bitiştiği yerden sol ayakla sağ köşeye bırakıverirdi topu… İsmail (Karakurt), ben, Oral, Zeynel, forvette Tevfik (Büyük Tevfik – Kutlay), Hikmet. Sonra Ayhan vardı. Orta sahada: Ayhan-Kahraman-Oral. Ben de orta sahada oynardım. WM dizilimiyle oynanırdı. Milli Lig başlarken eskiden kalan iki kişi vardı takımda: Tekin ve Kahraman. Onun dışındakilerin hepsi yeni gelmişti. Antrenörümüz, ilk milli lig açıldığı zaman Hadi Ağabey’di. Saçları kıvırcıktı, bacakları eğriydi. Takımı çok iyi yaptı, disiplin çok yerindeydi. Ondan sonra Yüksel Ağabey geldi (Doğanay); hem oynuyordu hem antrenördü, çok iyi top kontrolü vardı.”
27 Mayıs 1960 darbesinden kısa bir süre sonra oynanan meşhur 3-3’lük Fenerbahçe maçını, o maçın kahramanı ‘Rüzgârın Oğlu’ Zeynel’le birlikte hatırlıyordu: “Fenerbahçe’yle İnönü Stadı’nda bir maç yaptık, ligin ilk maçı. Azizim, heriflerin canına okuyoruz. Zeynel kimseye değmeden iki tane gol attı o maçta, kornerden. Fakat yenemedik herifleri, 3-3 berabere kaldık. Zeynel’in öyle şeyleri vardı; olmayacak yerden gol atardı, olacak yerden kaçırırdı. Ama her hâlükârda gördüğüm futbolcuların şahlarından biridir.”
60’ların Gençlerbirliği takımının portrelerine dair sansürsüz anlatımına devam edelim Özçeri’nin: “Selçuk olmayacak golleri yerdi, aklın hayalin almadığı golleri kurtarırdı. Çok şeker bir insandı. Tevfik, Kırkpınar pehlivanı gibiydi; omzu attı mı vururdu yere, kimse yanından geçemezdi. Oral zaman zaman çok iyi oynardı. Bir kıza aşıktı. Esrar içerdi. Harika bilardo oynardı. Kahraman fevkalâde bir oyuncuydu. Taksi şoförüydü, taksileri vardı. Sonra Sarı İhsan girdi takıma. Onu kimse geçemezdi. Sol bekte Deli Aykut vardı. Zaman zaman delirirdi o.” Özçeri, Gençlerbirliği’nin ulusal lig tarihindeki en büyük başarısı olan iki üçüncülüğünden ilkini elde eden (ikincisi 2002-2003) 1965-66 sezonu kadrosuna kalmamıştır fakat o kadronun mayalanma sürecinde yer almıştır.
Kulübün uzun yıllar barındığı, Maltepe semtindeki Koç öğrenci yurdunun altındaki meşhur ‘Denizaltı’ denen bodrum katı, Gençlerbirliği tarihinin kutsal mekânlarından biridir. Tugay Özçeri orayı da yâd ediyordu tabii: “Futbolcuların çoğu Denizaltı’da yatarlardı, kulübün altında. Ankara’da oturan ben ve benim gibi birkaç kişi vardı sadece. Ama biz de her zaman giderdik Denizaltı’na. Maçtan önce konuşurduk. Yukarıdakiler, yönetimdekiler falan prafa filan oynarlardı orada.”
Dönemin futbol şartlarının ‘haşinliği’ içinde İzmir’in özel yerine dair, canlı bir tasvir: “Zaman zaman sopa yerdik. O zaman uçak, polis falan nerede! Çamurun içinde oynardık. 10 maç yaptıysak ikisinden yara bereyle çıkmışızdır. En kötü yer de Alsancak Stadı’ydı. Maç bittikten sonra dizlerimden taş çıkarırdım. Hele Selçuk, boydan boya yara içinde olurdu. İzmir deplasmanları çok kötüydü. Hiç unutmam, bir Altınordu maçı vardı… Birinci devrenin son dakikasında bir penaltı kazandık. Penaltıyı ben attım. Sen misin penaltıyı veren hakem! Gazoz şişeleri, aklınıza ne gelirse… Şimdiki gibi değil, seyircilerin arasından çıkılıyor sahaya, kafana atıyorlar, bilmem ne yapıyorlar… Haftaymda cam doluydu bütün saha. Bizim takımda da kabadayı adamlar vardı; Oral gibi. Maçı 1-0 kazandık.
Akşam oldu, hâlâ oturuyordu Altınordu taraftarı.” Özçeri İzmir takımlarından Göztepe’yi ise ayrı bir yere koyuyordu: “Göztepe harika bir takımdı. Zevkti onlarla oynamak. Terbiyeli, aklı başında. Seyfi diye bir kaleci vardı, Ali’den önce.”
Yine, dönemin futbol ortamına dair birkaç sahne: “Maçlar cumartesi-pazar arka arkaya oynanıyor ya… Ertesi gün Galatasaray’la oynayacaksak, cumartesi mesela Kasımpaşa’ya adeta yatardık! Belli olmazdı ama… Kasımpaşa da az takım değildi ve itoğluitler doluydu içinde. Yeşildirek vardı. Vefa çok iyi takımdı. Beykoz harika takımdı. Galatasaraylı Suat’la (Mamat) çok didişirdim ben. Her kafaya çıktığında benle, arkaya doğru kafayı vururdu. Hayatımda bir defa maçtan atıldım. Galatasaray’ı 3-0 yendik burada. Yine Suat benle didişiyor… Hakem kafa attığımı gördü benim. Hakeme bakmadan kendi kendime çıktım, gittim, kulübeye oturdum.”
Özçeri, ezeli rakip Ankaragücü’nün bazı sert oyuncularını “Allah vermesin!” diye hatırlıyordu. Beri yandan, Gençlerbirliği’nin ‘talebe takımı’ ve ‘tahsili camia’ namına uymayan taraftar portreleri de dinlemiştim kendisinden: “Zülfikâr diye bir külhanbeyi vardı. Gençlerbirlikli. Taraftar. Gangster. Külhanbeyi. Adamlarını skorbordun altındaki tribünde çapraz yanlara doğru yayılacak şekilde dizerdi. Her zaman alırdı o tribünü. Bir tarafında turşu tenekesi, lahana, hıyar… Öbür tarafında da maşrapayla rakı.
O kadar çok seviyor ki Gençlerbirliği’ni, kaybetmesini istemiyor adam. Kapı gibi bir adamdı. Bir maçta geldi soyunma odasına… Bir arkadaşımızı götürdü ileriye duşların oraya, ağzı burnu dağılmış vaziyette geri getirdi. Robin Hood’du adam yahu! Para toplar, Bentderesi’nde para dağıtırdı. Bir gün oturmuşum evde, ders çalışıyorum, babam geldi, babam emekli askerdi, bir zarf koydu önüme, zarf Ankara Ceza ve Tevkifevi’nden geliyor. Dayanamamış bizim Zülfikâr, sıkılmış, mektup yazmış. ‘Bu yakışmadı sana’ dedi babam.”
Tugay Özçeri, 1963’te Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirmiş ve gözünü yıl sonunda yapılacak Dışişleri Bakanlığı sınavına dikmişti. Bir yandan sınava hazırlanırken, bir yandan da futbol kariyerini sürdürmesi için yapılan ayartmalara ve transfer girişimlerine karşı koymakla uğraşıyordu. Kesmeden dinleyelim: “Arkadaşım Bülent Çakım’la beraber Dışişleri imtihanına hazırlanıyorduk. Ebeveynlerimizi İstanbul’a yolladık, evde ders çalışıyorduk. Turhan Doğu diye bir gazeteci vardı, Milliyet gazetesinin spor muhabirlerindendi, çok sevilen bir insandı. Biraz sarhoştu. Turhan Ağabey benim Gençlerbirliği’ni, futbolu bırakıp gitmemi bir türlü hazmedemedi. Futbol manyağı… 30 Temmuz 1963 gecesi saat 4’te telefon çaldı. Sarhoşluğundan hemen anladım… ‘İlla geleceğim’ diyor. Çare yok.
Geldiler, baktım Turhan Ağabey’den başka iki adam var; bir tanesinin elinde PanAmerican çantası, biri de Selanik Caddesi’nin başında BP vardı, şişman birisi dururdu orada, o. Bunlar ağız dalaşına girişmişler. Kim yüksek verirse diye… 100 bin TL vardı o çantanın içinde. Fenerbahçe adına yollanmış bir çanta, o adamın elinde. Adam diyor ki ‘Oğlum, ben seni sokarım Dışişleri’ne, sen üzülme’ diyor. Nasıl üzülmeyeyim birader! Öbür taraftan da öbür adam Galatasaraylı, o da gelmiş… Bülent Çakım ‘Al şu parayı’ dedi, ‘iki-üç tane minibüs alırsın, Kadıköy-Bostancı arasında çalıştırırız’ diye ısrar etti!”
“Toy bir adamım, futbolcu diye adım çıkmış” diye efkârlanarak hatırlıyordu o günleri. Lakin Gençlerbirliği’nden kendisine hiç baskı yapılmamış, Dışişleri’ni tercih etmesi doğal karşılanmış. Ne de olsa kulübün mayasında vardı; talebeler gelir, giderdi!
Efkârla anlattığı bu kısmı, “31 Aralık 1963 gecesi aday meslek memuru olduk” diye bitirmişti Özçeri. Büyük ümitler vaat eden futbolculuk kariyerini de 23 yaşında sonlandırmıştı. Sonra bir ara NATO takımında futbol oynamıştı, o ayrı.
Yaklaşık çeyrek asır sonra, Galatasaray’da Tugay Kerimoğlu isminde bir yetenekli gencin sahneye çıkması üzerine, yaşı yetenler, bu isimdeki bir başka yetenekli futbolcuyu, Tugay Özçeri’yi hatırladı: “Yahu Gençlerbirliği’nde bir Tugay vardı, sonra büyükelçi olduydu…”