*Serge Pizzorno imzasıyla, The Guardian‘da yayınlanan bu yazının orijinaline buradan ulaşabilirsiniz
Geçen yaz Claudio Ranieri takımın başına geçtiğinde çok heyecanlıydım. İtalyan asıllı bir aileden gelen biri olarak “Bu harika olacak” diye düşünüyordum. Tahminim ligi ilk 10’da bitirebileceğimiz ve bir de kupa kazanabileceğimiz yönündeydi. Herkes delirdiğimi düşündü. Arkadaşlarımdan -hala sakladığım- mesajlar gelmeye başladı: “Neler oluyor? Ne düşünüyorlar?”
İşler yolunda gitmeye başladı, çünkü son 12 yıldır Kasabian, sezonun önemli bölümünü turnede olduğu için kaçırıyordu. Tokyo’daki otel odalarında izlenen maçlardan bahsediyorum. Ama bu sezon, vokalistimiz Tom Meighan ve ben büyük bir kısmını izlemeyi başardık. İç saha maçlarında tribündeydik ve deplasman maçlarının yayınlayan kanallara sahip arkadaşlarımız sayesinde her vuruşa bizzat şahitlik ettim.
O kadar çok muhteşem an vardı ki… Jamie Vardy’nin United’a karşı attığı golle tarihe geçmesi çok özel bir andı. O golü attığı anki coşkuya kolay kolay tanık olmazsınız, herkes bunun çok özel olduğunun farkındaydı. Manchester City’yi deplasmanda 3-1 ile geçerken ortaya koyduğumuz oyun, bu yolculuğun ciddi olduğunun göstergesiydi.
Christmas’a zirvede girdiğimiz an, Şampiyonlar Ligi’ne kalabileceğimizi ilk kez düşündüğüm andı. Takip eden Ocak ayında da puanları toplamaya devam ettik. Eğer ciddi bir sakatlık yaşamazsak, ilk dörtte bitirmemek için hiçbir sebebimiz yoktu.
Ama her zaman kötü bir şey olacağını düşünürsünüz – ya Riyad Mahrez sakatlanıp haftalarca sahalardan uzak kalırsa? Bu tür bir durum karşısında yeterli kadro derinliğine sahip olduğumuza inanmıyordum.
Son birkaç hafta oynanan maçlardaki duygu yoğunluğu olağanüstüydü. Watford’a, Palace’a karşı alınan 1-0’lık galibiyetler; koca maç dişinizi sıkar ve maçı getirecek o tek fırsatı elinize geçirirsiniz.
O maçların son 10 dakikaları korkunçtu. Tüm sezon ortaya koyduğunuz çabanın o son 90 dakikaya sıkıştığı, Wembley’de oynanan playoff maçlarını hatırlatıyordu. Bu maçların anlamı o kadar büyüktü ki izlemesi dahi zordu. Ama belki de Leicester City maçlarından bile daha kötü hissettiğim maç Tottenham ile West Bromwich arasındaydı.
Andy King’den bahsetmek lazım, takımın alt liglerde geçirdiği zor zamanlar da dahil olmak üzere 10 yıldır bu takımda. O muhteşem bir oyuncu ve oyuna girdiğinde elinden ne gelirse ortaya koyar ve ihtiyacınız olanı söker alır. Geçmişten gelen ilişki sayesinde taraftarlarla arasında özel bir bağ var.
Ocak transfer döneminde dahi yeni oyunculara çok fazla para harcamamamızın da anlamı büyük. Yeterli bütçemiz vardı ve takım sahipleri yıldız transfer isteyebilirdi.
Ama bunu yapmadık. Kimseyle imzalamadık. Bu gerçek bir dönüm noktasıydı çünkü futbolcular kendilerine güvenildiğini hissettiler. Oyuncuların bu tavra olumlu cevap verdiklerini hissedebiliyorum. Umarım bu şekilde devam ederler. Bence ne yarattıklarının farkında olacak kadar zekiler ve transfere çok fazla para harcama hatasına düşen diğer takımların ne halde olduklarını gördük.
Ama Premier Lig’i kazanmak? Artık küme düşüp on yıl içinde yerel liglere kadar gerilesek de umrumda değil. O şampiyonluk hep bizim olacak.
Önümüzdeki sezon planları hazır: Tüm arkadaşlarım Leicester’da yaşıyor, bu yüzden hepsi bana gelecek ve Şampiyonlar Ligi kura çekimi partisi yapacağız. Şimdiden ajandamıza kaydettik bile. Kimle oynadığımız belli olduğu andan itibaren hemen internete gireceğiz ve uçak ile maç biletlerimiz alacağız. Ben Barça ve Real’i istiyorum, yeniden Roma’ya dönmek de Ranieri için iyi olur. Bu yıl herkes bizi seviyor ama önümüzdeki sezon başladığı anda diğer takım taraftarları “Takımınız kötüyken neredeydiniz?” diye bağıracaklar. Ve bizim harika bir cevabımız olacak: “Siz kötüyken sizi yenmekle meşguldük.”