*The Players’ Tribune‘de yayınlanan bu yazının orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.
Şimdilerde İtalyan futbolu dendiğinde akla, savunma geliyor. Çocuklar, Giorgio Chiellini ya da Leonardo Bonucci olmayı hayal ediyor olabilir.
Ama size bir şey söyleyeyim. Ben, savunma oyuncusu olmak için yola çıkmadım.
Paolo Rossi’nin 1982 Dünya Kupası’ndaki altı golünü izledikten sonra kim geride olmak ister ki? Orta sahadaki Marco Tardelli’nin finalde ceza sahası üstünde attığı golü hala hatırlayabiliyorum. Gol sevincini, yüzündeki ifadeyi, iki yumruğu havada koşuşunu ve çığlığını… Hepsini hatırlıyorum.
İtalya’daki birçok çocuk gibi ben de televizyonun başındaydım -sadece dokuz yaşındaydım- Bitiş düdüğü çaldı, İtalya dünya şampiyonu oldu ve maçı anlatan Nando Martellini’nin bağrışı duyuldu: “Campioni del mondo! Campioni del mondo! Campioni del mondo!”
O andan itibaren topu duvara vurup, Martellini’nin sesi ile coşan tek bir İtalyan çocuğun kalmadığını düşünüyorum.
Napoli’ye ilk geldiğimde, top toplayıcıydım ve yıldızlar antrenman yaparken onları izliyordum. Daha sonra genç takıma katıldığımda ise tıpkı Tardelli gibi bir orta saha oyuncusuydum.
Bu, genç takım çalıştırıcılarından birinin gelip, pozisyonumu değiştireceğimi söylemesine kadar devam etti.
“Fabio, defans oynamanı tercih ederim.” dedi. Bu kadardı. Açıklama ya da sebep yok. Sahadaki birçok kişiden daha kısaydım. Bu nedenle de bir savunma oyuncusu gibi durmuyordum özellikle de bir stoper gibi. Fakat o andan itibaren mevkiim buydu. Benim için şanstı çünkü defans oynamayı sevmiştim. E, biraz da iyiydim…
Geriye dönüp baktığımda, kariyerimi iki şeye borçluyum.
Birincisi; en iyileri izleyerek bir şeyler öğrenmem. Napoli’deki ilk dönemimde –Juventus ve Napoli’de 500’den fazla maça çıkan, İtalyan futbol tarihinin en iyi savunmacılarından- Ciro Ferrara ile yan yan oynuyordum. Ferrara, birçok İtalyan gibi, sözcükleri gevelemezdi. Nerede olmanız ve ne yapmanız gerektiğini, rakibinize karşı şansınız olup olmadığını söylerdi.
Ferrara ile 1987’de, Napoli’deki top toplayıcılık günlerimde tanıştım. Takım, ilk Serie A şampiyonluğunu kazandığında, onlarla birlikte sahadaydım.
Büyülü bir sezondu. Bütün oyunculardan çok fazla şey öğrenmiştim. Özellikle birinden:
‘Dâhi.’
Diego Maradona.
Her gün efsaneyi izliyordum ve A Takım ile idmana çağrıldığım ilk gün, “Sonunda Maradona ile antrenman yapacağım.” demiştim.
Ferrara, yüzünde bir gülümsemeyle bana baktı:
“Hayır, hayır, sadece çıkıp Maradona ile antrenman yapamazsın. Çıkıp, Maradona’dan topu alamazsın. Top, Maradona’nın ayaklarını hiç terk etmez!”
Sonra bana bir top verdi.
Gülerek, “İşte, al bunu. Çünkü Maradona’dan hiçbir zaman topu alamayacaksın. “ dedi. “Ama benden bir tane alabilirsin.”
Nihayet Ferrara ve idolüm Maradona’nın da içlerinde olduğu A Takım’la idmana çıkmaya başladım. Bir antrenmanda, Maradona üzerime doğru gelmeye başlamıştı. Her driplingde, parmaklarıyla topu hafifçe dürtüyordu. Hiç düşünmeden topa doğru hareketlendim…
Maradon’dan, idolümden, dâhiden topu kapmıştım.
Birdenbire, takım arkadaşlarım ve antrenörümün bakışlarını üzerimde hissettim. Sonra Ferrara’nın sesi kafamda yankılanmaya başladı:
“Çıkıp, Maradona’dan topu alamazsın.”
Gülen tek kişi Maradona’ydı. Çalışma sonunda yanıma geldi ve bana ayakkabılarını verdi. Yatak odamın duvarlarında, ‘Napolitan Tanrımız’ Maradona’nun posterleri vardı. Şimdi ise ellerimde, ayakkabıları… Günün antrenmanında çamurlanmış ayakkabılar…
Öğrendiğim ikinci şey: Muhteşem bir savunma oyuncusu olmak için dünyadaki en büyüklere karşı oynaman gerekir.
Ya ihtiyacın olan tek unsur? Uzun olman, hız ya da topa yatkınlığın değildir. Kendine güvenin olması gerekir.
Bu güven duygusunu nerede edindiğimi bilmiyorum. Büyük ihtimalle Maradona’dan topu kaptığım o gün olabilir. Kariyerimin geri kalanında; Napoli’de, Parma’da, Inter’de ve Juventus’ta bunun üzerine koymaya çalıştım.
Dürüst olmam gerekirse, bir savunmacı olarak kendimi hiçbir zaman gerçek manada kendinden emin hissetmemiştim. Ta ki 9 Temmuz 2006’ya kadar. Dünya Kupası’nı kaldırdığımda, muhabirler bize bağırıyordu:
“Campioni del mondo! Campioni del mondo! Campioni del mondo! Campioni del mondo!”
Defans oyuncusu olarak birçok fiziksel özelliğiniz olabilir. Kısa ve hızlı olabilirsiniz. Ya da uzun ve iyi sıçrayabilirsiniz. Önemli değil. Gerekli olan tek şey, sahaya çıktığınızda kendinizden emin olmaktır. Çünkü her hafta yeni bir zorluk karşınıza çıkar.
Sadece bu zorluklar, güveninizi bulmanızı sağlayacak. Benim için bu süreç, Maradona’ya karşısındaki o gün başladı ve sonrasında sahadaki her günümde devam etti. Bugün bile saha kenarında olsam da bir antrenör olarak güvenimi güçlendirmeye çalışıyorum.
İşte bu nedenle başarılı anlarımın tadını çıkarmak yerine beni en çok zorlayan rakiplerim ve takım arkadaşlarımdan bahsetmek istiyorum. Onlar sayesinde güvenimi inşa edebildim.
Ronaldo
Ronaldo, ondan önce ve ondan sonra karşılaştığım herkesten çok ürkütümüştü beni.
Bizim jenerasyonumuzun oyuncusuydu. Fenomen. Ronaldo.
Ronaldo’yla karşı oynadığım ilk maç 1998 Dünya Kupası oncesindeki İtalya-Brezilya maçıydı. Onunla aynı sahaya ayak basmak bile beni korkutuyordu.
Maç 3-3 bitti ve sonrasında teknik direktörümüz Cesare Maldini’yle bir toplantı yaptım.
“Fabio, birçok insan Ronaldo’nun ne kadar iyi bir oyuncu olduğundan bahsediyor.”
Kafamı salladım ve konuşmaya devam etti.
“Bugün senin karşında da izledikten sonra gerçekten iyi bir oyuncu olduğunu söyleyebilirim.”
Klasik Maldini.
“Teşekkürler hocam.”
Ronaldo’yu tam olarak savunamazsınız. Sadece elinizden geldiğince onu kontrol etmeye çalışırsınız. Çünkü Ronaldo gol atmak isterse o golü atar.
Evet, Brezilya kadrosunda Romario, Roberto Carlos ve Ronaldinho da vardı. Fakat Ronaldo farklıydı.
Hızlıydı. Güçlüydü. Tek kelimeyle inanılmazdı. Ona karşı oynadığım her maçta saygı vardı. Onun gibi bir oyuncunun “trash talk”a ihtiyacı yoktu. Ayrıca sizin de onun kafasını karıştırmak için uğraşmanıza gerek yoktu. Zira daha maç başlamadan o sizin aklınızı karıştırırdı.
Ona karşı hissettiğim korkunun kaybolduğunu sanmıyorum. Ama o korku, beraberinde saygıyı da getirdi. Her gün çalışabildiğiniz kadar ağır çalışarak Ronaldo gibi bir oyuncuya saygı duyarsınız. Sahaya çıktığımda her şeyimi koyacağımdan emindim. Korkuyor muydum? Kesinlikle. Ama oyuna ve oyuncuya bu korkuyu göstermeyerek saygınızı belirtirsiniz. Ronaldo sayesinde sahada korkuyu nasıl idare edebileceğimi öğrendim.
Zidane
Ronaldo’yu sertlikle özdeşleştirirsek, Zidane’ı da zarafet özdeştirmemiz gerekir. Sahada bir centilmendi.
Eminim ki ayakları teknik olarak zemine değmek zorundaydı ama yaptığı hareketler, onu havada süzülüyormuş gibi gösteriyordu. Dönüşleri sadece atletik değildi, bir baleti andırıyordu. Rakip oyuncuların arasından tüy gibi sıyrılırdı. Onu izlemek muhteşemdi ve Zidane’a karşı oynamış olmak beni memnun ediyor.
Zidane’a karşı kariyerim boyunca oynadım. Çoğu oyuncuyu nasıl savunacağınızı bir noktadan sonra öğrenirsiniz. Fakat oynadığımız ilk maçtan son maça kadar Zidane her zaman beni bir şekilde alt ederdi.
Ronaldo’da olduğu gibi, Zidane’a karşı hazırlı olmayı denerdiniz sadece. İşimi çok ciddiye aldım. Zidane’la karşılaştığımda onu mümkün olduğunca çok durdurmak için çok çalıştım.
2006 Dünya Kupası finalinde Fransa’ya karşı oynadık ve Zidane maçın ilk golünü attı. Penaltı golüydü ama savunmamız yine de etkilenmişti. Maçın beşinci dakikasındaydık henüz ama hiçbir şey yokmuş gibi golü attı. Top havada süzüldü. Fileye nasıl çarptığını hâlâ hatırlıyorum. Girmemesini ummuştuk ama Zidane arkasını döndü ve her şey bitmişti. Kaptan olarak takımın tekrar konsantre olmasını sağlamam gerektiğini biliyordum. Zidane savunmanızı geçemese de sizi bir şekilde etkiliyordu. Sahada varlığını hissediyordunuz. Bedeninden yayılan sakinlik ve yaratıcılık sanki topa geçiyordu.
Bu tabii ki sakinliğini kaybedene kadar olan bir şeydi. Zidane bile arada sırada bunu yapardı.
Öğrendiğim bir şey de şuydu: İşim sadece topu durdurup hücumu başlatmak değildi. Aynı zamanda hayatımızın en önemli maçında gerideyken bile herkesi konsantre olmasını sağlamaktı.
Takım arkadaşlarıma “Bunu yapabiliriz. Bu maç bizim” dedim.
Şanslıydık. 10 dakika kadar sonra Marco Materazzi bir kafa golüyle durumu eşitledi. Rahatlamış ve maça tekrar girmiştik.
Bu rahatlık penaltılara kadar devam etti. Birinin topa her yaklaşmasında kalbim duruyordu. Fabio Grosso galibiyeti getirdiğinde hiçbir şey duymadım. İnanamamıştım.
Campioni del mondo.
Sadece bir kupadan fazlasını elde ettim o gün. İlk defa ne yaptığımın farkındaydım. Bu da İtalya’nın savunma organizasyonu sayesinde oldu. Takım ya da bireysel olarak nasıl oynadığınız sahada yanınızda oynayan oyunculara bağlıdır. O turnuva boyunca iyi bir ekiptik. Ve de en iyisiydik. Ama sadece savunmada değil.
Andre Pirlo ve Francesco Totti
Dediğim gibi, birçok insan İtalyan futbolunu savunmayla bağdaştırır. Bence bu yanlış bir algı. Tarihin en iyi forvetleri ve orta saha oyuncularından bir kısmı İtalyan.
Evet, birçok insan 2006 Dünya Kupası’nı savunmamız sayesinde kazandığımızı düşünüyor. O turnuvayı kazandık çünkü diğer herkesi geçtik. Savunmada iyi olabiliriz ama gol atamazsak kazanamayız. Bu çok açık belki ama hücum hattımız yeterince takdir görmüyor.
Tabii ki aynı takımda olmayı tercih ederdim ama İtalyan takım arkadaşlarım Andrea Pirlo ve Francesco Totti’ye karşı oynamaktan hep zevk aldım.
Totti bir forvet oyuncusu olduğu için karşı karşıya geldiğimiz maçlarda saha içinde çokça sohbet etme şansımız oldu. Kalecinin degaj yapmasını beklerken yan yanaysak şakalaşırdık. Normal bir şeydi bu. Eğlenceli biri sonuçta. Peki Pirlo? O biraz farklıydı. Top ondaysa ne yapacağını tahmin edemezdiniz. Orta sahadan ilerlerken hep ne yapacağını tahmin etmeye odaklandım.
Karşılıklı bir saygı vardı. Herkes, karşımızdakinin işinin kolaylaştırmayacağımızı biliyordu. Yanımdan geçip gol atmak için her fırsatı değerlendireceklerini biliyordum. Rakiplerim de hiç tereddüt etmeden onları yere indireceğimi biliyorlardı.
Sizinle aynı formayı giyen diğer 10 oyuncu dışında sahada başka dostunuz olmaz. Bütün dostluklar sahanın dışında bırakılır. Birlikte yediğimiz bütün o yemeklerin sahada bir anlamı yok. Birlikte kazandığımız kupalar ise daimi. Sahada işimi yapıyordum ve işim de yakın arkadaşlarımın gol atmasını önlemekti.
La Liga
İspanya tek kelimeyle zordu. 2006’da Real Madrid’e gittiğimde ilk defa İtalya dışına çıkıyordum. Yeni bir şehre taşınmak, takım arkadaşlarımla iletişim kurmak zordu. Kariyerimde beni en çok zorlayan şeylerden biriydi.
İtalya’da maç haftası, İspanya’dan biraz farklıydı. Her şey sıkıydı, sürekli antrenman vardı ve antrenörler acımasızdı. Şansıma teknik direktörümüz Fabio Capello, Madrid’e İtalya futbol kültürünü de getirmişti. Kimse ondan daha sıkı değildi. Eğer antrenman 10’da başlıyorsa 10’da başlardı. Bir dakika bile geç değil.
Capello, İspanya’ya alışmamda bana yardım etti. Fakat yine de nasıl oynamam gerektiğini öğrenmek zorundaydım. Yapabildiklerim sayesinde büyük bir takımdaydım ve büyük şeyler yapmam bekleniyordu. Aynı zamanda da yeni takım arkadaşlarımın oyun stilini de öğrenmem gerekiyordu.
Bir antrenmanda Sergio Ramos’a pas vermiştim. “Neden hata yapıyorsun?” diye sordu bana. “Hata yapmadım, topu sana verdim” dedim.
Her şey yeniydi. İtalya’da topu oyuncunun önüne doğru atarız ama İspanya’da herkes topu ayağına bekliyor.
“Hayır, daha hızlı pas vermen ve topu ayağıma atman gerekiyor.”
Öğrenmem gerekiyordu ama Madrid’e gittiğimde 21 yaşında değildim. Dünya Kupası kazanmıştım. Kendime güveniyordum. Genç bir oyuncu olarak o kararı verir miydim bilmiyorum. Ama İtalya’nın 2006’daki başarısından sonra oyunumu daha iyi biliyordum. Real Madrid’de de iki yıl üst üste La Liga’yı kazandık.
Real Madrid formasını bir defa bile giysen sonsuza dek kulübün parçası olursun.
Çin
Her şeyimi sahada bıraktığım, varımı yoğumu verdiğim birçok maç oynadım.
Fakat emekli olup antrenörlüğe başladığımdan bu yana şunun fakına vardım ki; sahadaki 90 dakika ile antrenörlük mukayese dahi edilemez.
Futbolun yeni tarafını öğrenmek için çalışıyorum.
Tianjin Quanjian –şu an Çin Süper Ligi’nde- menajeri olarak; her gün, her hafta sahip olduğum her şeyi oyunculara vermek zorundayım. Kimin ailevi sorunları olduğunu, kimin utangaç, kimin sessiz olduğunu ve kime destek verebileceğimi bilmek zorundayım.
Bunu, bir tercüman yardımıyla 25 oyuncuya karşı yapmaya çalışıyorum.
Kelimelerle iletişim kuramadığımda, antrenmanda futbolcuların arasına karışıp, bildiklerimi ya da onlardan istediklerimi gösteriyorum. Bazen bir şeyler öğretmem için onlarla oynamam gerekiyor.
Antrenör olarak yalnızlık çekebiliyorsunuz. Sahadasınız ama gerçek manada oyuncularınızın yanında, sahada değilsiniz. Yine de onlarla bildiklerimi ve deneyimlerimi paylaşmak zorundayım.
Ve bu bilgilerin bazıları, dünyanın en iyi antrenörlerinden –Lippi, Trapattoni, Cesare Maldini, Capello- öğrenildi. Bütün bu antrenörler, bana bir şeyler verdi. Ben de oyunculuk yıllarım boyunca küçük bir not defteri tuttum.
Hata ya da başarı, hepsini bu deftere yazdım. Ve Çin’de geçen zamanımda, benzer hataları yapmamak için bu not defterini yanıma aldım.
Geçtiğimiz yaz Tianjin Quanjian’e geldiğimde, ne beklemem gerektiğinden emin değildim. Takım, Çin İkinci Ligi’ndeydi ve yedi maç üst üste kaybetmişlerdi. 16 takım içinde sekizinci sıradaydılar.
Futbolcu olarak kim olduğumu düşündüm. Karşı karşıya oynadığım futbolcular ve antrenörlerim sayesinde kazandığım güveni. Şampiyonluk ya da Dünya Kupası kaldırmanın hissini… Oyuna saygıyı.
Çalışmamız lazımdı. Sezon sonunda ligin tepesindeydik. Çin Süper Ligi’nde oynamaya hak kazanmıştık.
Lige yükseldiğimizde, Martellini’nin beni yüreklendiren sesini duymadım. Kazanılmış bir kupa yoktu. Maç kazandıran bir gol ya da oyunu değiştiren bir müdahale de… Fakat takımınız ya da oyuncularınızla başarıyı kazanmak ve onları bir üst lige çıkarmak… Bu gerçekten de hayatınızın geri kalanında sizi mutlu edecek bir şey.
Genç bir çocuk olarak, sahadaki özgüvenimi aramaya başladım. Dünya Kupası’nı kaldırana ve sonrasında Ballon d’Or’u kazanana kadar da bu özgüveni bulamadım.
Ve şimdi kendime olan güvenimi tekrar arıyorum. Ama bu sefer bir defans lideri olarak değil, saha kenarında bir lider olarak…